Uzun zamandır emperyalist yayılmacılık
planlarını gerçekleştirmek isteyen Japonya burjuvazisi, milliyetçi başbakan
Shinzo Abe ile kararlı bir temsilci bulmuş görünüyor. 2015 Şubat ortasında
parlamentoda yaptığı bir konuşmada, militarizmin ve neoliberal programın ana
hatlarını oluşturduğu hükümet ajandasını tanıtan Abe, Japonya anayasasına karşı
topyekûn saldırıyı başlattı. İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’nda Japon
emperyalizminin işlediği savaş suçları ile Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom
bombalarının ışığında hazırlanan Japonya anayasası, özellikle 9. Madde,
Japonya’yı pasifizme yükümlü kılıyordu.
Anayasanın 9. Maddesi sadece Japonya
ordusuna kesin sınırlar getirmekle kalmıyor. Aynı zamanda Japonya
emperyalizminin ülke dışında iktisadi ve stratejik çıkarlarını kollama
olanaklarını da kısıtlıyor. DAİŞ çetelerinin iki Japon rehineyi katletmesini
fırsat gören Abe, konuşmasıyla anayasayı değiştirmek için kapsamlı bir kampanya
başlattı.
Savaş suçları işlediği kanıtlanan
büyükbabası Nobusuke Kishi ile gurur duyduğunu söyleyen Abe, 2006 Eylül’ünde
ilk kez başbakan seçildikten sonra militarist ve milliyetçi adımlar atarak
kendinden söz ettirmişti. Birinci Abe hükümetinin aldığı ilk karar, »Savunma
Dairesini« Savunma Bakanlığı’na dönüştürmek, ikincisi ise, milliyetçi eğitimi
olanaklı kılacak şekilde eğitim yasalarını değiştirmek olmuştu.
Militarist dönüşüm adımları
Ancak Abe hükümeti asıl adımlarını 2012
Aralık’ında kinci kez iktidara gelmesinden sonra attı. Batıdaki burjuva basını
Japonya hükümetinin iktisadi tedbirlerini överken, milliyetçi ve militarist
politikalarından hiç bahsetmiyordu. 2013 başlarında demokratik hak ve
özgürlükleri kısıtlayan, Japon imparatorunu yeniden devlet başına oturtmak
isteyen ve 9. Maddeyi esaslı bir biçimde değiştiren bir yeni anayasa taslağını
tanıtan hükümet, aynı günlerde yapılan bir kamuoyu araştırmasının halkın yüzde
55’inin 9. Maddenin değiştirilmesine karşı olduğunu ortaya çıkarması üzerine,
geri adım atmıştı. Ama hedefinden vazgeçmedi ve kısmi değişiklikler başlatıldı:
- Örneğin 27 Kasım 2013’de »Ulusal Güvenlik Konseyinin Kurulması İçin Yasa« kabul edildi. Bu yasa, ABD’nin Ulusal Güvenlik Konseyi NSC’yi örnek alıyor ve tüm bilgiler ile karar verme yetkisini başbakanlık makamında toplayarak, »başkomutanlık« görevini başbakana veriyor.
- 6 Aralık 2013’de »Belirli Sırları Koruma Yasası« yürürlüğe sokuldu. Yasa, »ulusal güvenlik« gerekçesiyle ne olduğu söylenmeyen »belirli sırları« açıklayanların on yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmasını öngörüyor. Muhalif basın »belirli sırlar« tanımının böylesine muğlak kalmasının, sadece dış politika ve askeri bilgileri korumayı değil, hükümetin ortaya çıkmasını istemediği her türlü bilginin kamuoyundan gizlenmesine olanak tanıyacağını belirtiyor.
- Abe hükümeti hemen peşinden, 17 Aralık 2013’de »Ulusal Güvenlik Stratejisini« karar altına aldı. Böylelikle, şimdiye kadar anayasal olarak salt yurt savunması diye tanımlanan güvenlik (!) siyaseti esaslı biçimde değiştirildi. Strateji belgesi, güvenlik siyasetinin »toplum tarafından vatanı koruma ve sevme duygusuyla desteklenmesi yükümlülüğünü« öngörerek, Japon milliyetçiliğini devlet aklı düzeyine çıkardı.
- Hükümet 1 Nisan 2014’de aldığı bir kararla silah ihracatı yasağını da kaldırmış oldu. Bu karar sonucunda 2014 Haziran’ında savaştan sonra ilk kez, aralarında Mitsubishi, Hitachi ve Toshiba gibi büyük tekellerin olduğu 12 Japon şirketi Paris’te düzenlenen ve dünyanın en büyük silahlanma fuarlarından sayılan »Eurosatory Fuarına« katıldı.
»Proaktif pasifizm«
demagojisi
Milliyetçi hükümet bu militaristleşme
adımlarını sözüm ona »barış için proaktif pasifizm« kavramıyla gerekçelendiriyor.
Abe, 24 Ocak 2014’de yaptığı hükümet açıklamasıyla bu kavram demagojisini,
burjuva medyasının da desteğiyle, devlet aklı düzeyine çıkardı. Aslına
bakılırsa Abe’nin kullandığı bu kavram 1934 yılında Japonya Savaş Bakanlığı’nın
yayınladığı »Ülke Savunması Broşüründe« yer alan »Her alanda aktif ve pasif
ülke savunma kurumları oluşturarak Japon ruhunun yaygınlaştırılmasına ve ebedî
dünya barışının sağlanmasına katkıda bulunmak« tanımlamasına dayanmaktadır.
Japon militarizminin »ebedî dünya barışı« adına işlediği insanlık ve savaş
suçları biliniyor. Bu kavram, daha doğrusu »proaktif pasifizm« demagojisi Abe
hükümetinin milliyetçi ve militarist ideolojisi için icat edilen bir kılıftan
başka bir şey değil sonuçta.
Ama aynı zamanda pasifist anayasanın içini
oymak ve iktidar partisini bir arada tutmanın da bir yolu. Abe’nin başkanlığını
yaptığı »Liberal Demokrat Parti« LDP içerisinde iki ana akım bulunuyor: Birisi,
Japonya’nın 1945 öncesi gerçekleştirdiği saldırı savaşları ile savaş suçlarını
»Japonya’nın ulusal ruhunu korumak için gerekli adımlar« olarak nitelendiren
gelenekselci milliyetçi-militarist akımdır. Bu akım, Japon imparatorunun
yeniden devletin başına getirilmesini istemektedir. İkinci ana akım ise,
Japonya’nın ancak ABD’nin küresel stratejilerine uyum sağlamasıyla yeniden
dünya gücü olabileceğini savunmaktadır. Parti içerisinde güç kavgası veren bu
iki akımı bir arada tutan, yaratılan ortak düşmandır. Bu ortak düşman da
»pasifist anayasadan« başkası değil. Aslında anayasa düşmanlığı ile hükümetin
uyguladığı neoliberal politikaların mağdurlarının milliyetçi parolalarla
hükümete destek çıkmalarının sağlanması ve toplumsal direnç mekanizmalarının
daha filiz hâlindeyken zayıflatılması hedeflenmektedir. Görüldüğü kadarıyla Abe
hükümeti bu konuda hayli başarılı.
Hükümet milliyetçiliği daha da körüklemek
için 1945 öncesindeki Alman faşizmi – Japon İmparatorluğu ittifakına bolca
atıfta bulunuyor. Hatta Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Tarô Asô anayasa
tartışmaları çerçevesinde her defasında Alman faşizminin taktiklerini övmekte
ve »Nasyonalsosyalistler günün birinde Weimar anayasasını kimse fark etmeden
değiştirdiler. Biz bu taktiği neden uygulamayalım ki« diyecek kadar ileri
gitmektedir.
Bu faşizan yaklaşıma rağmen, Japonya
Komünist Partisi haricinde bütün muhalif partiler LDP’nin milliyetçi
politikalarından etkileniyorlar. Farklı sermaye fraksiyonlarını ve sınıfsal
katmanları temsil eden »Japonya Demokratik Partisi« DPJ ile »Yeni Komeito«
partisi, her ne kadar anayasanın 9. Maddesinin değiştirilmesine karşı çıksalar
da, Çin Halk Cumhuriyeti ile olan »Senkaku/Diayou Adaları« ihtilafında Abe
hükümetinin saldırgan politikalarını sonuna kadar destekliyor ve savaş
kışkırtıcılığına katılıyorlar.
Abe hükümetinin »Senkaku/Diyaou Adaları
için savaşa girmekten çekinmeyiz« açıklamasını yapacak derecede savaş kışkırtıcılığı
yapmasının ardında, sadece yenilenen emperyalizm hırsları yatmıyor elbette.
Japonya burjuvazisinin bölgedeki iktisadi ve siyasi etkinliğinin zayıfladığını
gören hükümet, ülke ekonomisindeki durgunluğu aşmak ve yeni bir dinamik
yakalayabilmek için aşırı agresif bir ihracat politikası uyguluyor. Ancak bu
»ilacın« yan etkileri bir hayli ağır: devlet borçları GSMH’nın yüzde 250’sine
ulaşmış durumda.
Çin yönetimi ile giderek sertleştirilen bir
ihtilaf içerisine girilmesi ve körüklenen milliyetçilik ortamı, hükümetin bu
arada karar altına aldığı kapsamlı iktisat ve ziraat yasalarına karşı toplumsal
bir direncin oluşmasını engelliyor. Japonya sermayesinin lehine olan bu yasalar
demokratik ve sosyal hakları kısıtlıyor, sendikaları güçsüzleştiriyor, istihdam
piyasasını daha da esnekleştiriyor ve tarımı sermaye tekellerine peşkeş
çekiyor. Böylece milliyetçilik aslî görevini, yani işçi sınıfını ve emekçi kesimleri
bölme, muhalif dinamikleri zayıflatma görevini başarıyla yerine getiriyor.
Japon militarizmi ve ABD’nin
Pasifik stratejisi
Japonya’nın, anayasanın yasaklamasına
rağmen, »Savunma Güçleri« oluşturması, aslında Japon burjuvazisinin değil,
işgal gücü olan ABD’nin bir kararına dayanıyor. O dönemler Kore’ye yönelen ABD,
10 Ağustos 1950’de işgal komutanlığı üzerinden Japon hükümetine bir »Ulusal
Polis Gücü« oluşturma emrini vermişti. Hükümet bunun için bir »Ulusal Güvenlik
Dairesi« kurmuştu. ABD ve Japonya arasında 28 Nisan 1952’de bir barış
antlaşması imzalandıktan sonra bu daire 1 Temmuz 1954’de »Savunma Dairesine« dönüştürüldü
ve »Savunma Güçleri« adını taşıyan Japon ordusu yeniden oluşturuldu.
Dönemin hükümetinin aldığı bu karar o
günlerde Japonya’da geniş tartışmalara yol açmıştı. Çünkü 9. Madde Japonya’ya
savaşmayı yasaklıyordu. Hâlen yürürlükte olan 9. Maddede şunlar yazılı:
»(1) Japonya halkı, adalet ve nizam üzerine kurulu
uluslararası barışa dürüst katkılar sağlamak için, ulusun savaş verme hakkından
ve uluslararası ihtilafları çözmek amacıyla şiddeti araç olarak kullanma
tehdidinden veya şiddet kullanmaktan ebedî olarak feragat eder.
(2) Yukarıda anılan hedefe ulaşmak amacıyla kara,
deniz ve hava kuvvetleri oluşturulmayacaktır. Devletin savaşa girme hakkı kabul
edilmemektedir.«
Japon devletine savaşı ve savaş araçlarını
kullanmayı yasaklayan böylesi bir anayasa dünya çapında emsalsizdir. Dönemin
hükümeti anayasaya uyduklarını göstermek için savunma güçlerini »savaş yetisi
olmayan birlikler« olarak tanımlamıştı. Ancak bu söylemden ibaret olan bir
demagoji olarak kaldı. ABD’nin desteğiyle bugüne kadar bütün hükümetler savunma
güçlerini silahlandırdılar ve BM Şartı’nın 51. Maddesinde yer alan »ülkelerin
münferit veya kolektif savunma hakkı« ilkesini gerekçe göstererek militarist
adımları attılar.
Abe hükümeti, anayasanın getirdiği
kısıtlamalara rağmen, ABD’nin »Pasifik’e yönelme stratejisine« uyum sağlamak
için daha ileri giden adımlar atıyor. Hükümet, parlamentoda görüşme yaptırmadan
1 Temmuz 2014’de »Kolektif Savunma Hakkını« uygulama kararını aldı. Böylece
Japonya’nın, kendisi saldırıya uğramasa da başka ülkelerle birlikte savaşlara
katılmasının önü açılmış oldu.
Ticaret hacmini 4 trilyon Dolara çıkaran
Çin Halk Cumhuriyeti’ni »stratejik rakibi« olarak gören ve bölgedeki Çin
etkinliğini sınırlamayı hedefleyen ABD, Japonya hükümetinin en önemli
destekçisi. ABD, 1992’de yayınlanan ve bugün devlet aklı olan ünlü »Wolfowitz
Doktrini« çerçevesinde son 20 yılda Pasifik’teki tek etkin güç olmak için bir çok
adım attı. Bu adımlardan birisi NATO’nun 2010 Lizbon Zirvesidir. Zirvede
Avustralya, Endonezya, Filipinler, Malezya ve Yeni Zelanda gibi Pasifik
ülkeleriyle daha sıkı stratejik işbirliğine girilmesi ve Japonya’nın bu
işbirliğine entegre edilmesi karar altına alınmıştı. 9. Maddenin değiştirilme
çabaları bu karar ile bağlantılı ele alındığında, Japon militarizminin
emperyalist stratejilerle bütünleştirilmek istendiği görülebilir. Aynı şekilde,
2013 Ekim’inde Endonezya’da gerçekleştirilen »Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği«
APEC-Zirvesinde açıklandığı gibi, bir »Pasifik Serbest Ticaret Bölgesi«
oluşturma çabaları da bu bağlantıda değerlendirilmelidir.
Nitekim »Senkaku/Diyaou Adaları« ihtilafı
da basit bir hükümranlık alanı tartışması değildir. Adaların bulunduğu ve
Pasifik Okyanusunun »Güney Çin Denizi« olarak adlandırılan bölgesi, hem zengin
balık kaynakları, hem de hammadde rezervleri nedeniyle iştah kabartmasının yanı
sıra, Uzak Asya’ya yönelik en önemli deniz nakliyat yollarının bulunduğu bir
alandır. Bu alanı kontrol edenler, uluslararası deniz nakliyatının büyük bir
bölümünü kontrol altına alabilecektir. Bu nedenle Obama’nın 2012 Ocak’ında
kamuoyuna tanıttığı »ABD Savunma Stratejisi«, Pasifik bölgesini ABD’nin
jeoekonomik, jeopolitik ve jeostratejik çıkarlarının korunacağı »öncelikli ilgi
alanı« olarak tanımlamaktadır. 2020 yılına kadar deniz kuvvetlerinin üçte
ikisini bu bölgeye konuşlandıracağını açıklayan ABD için Japonya özel bir önem
taşımaktadır.
Pasifik suları ısınıyor
ABD’nin Pasifik’teki orta ve uzun vadeli
stratejileri, Japonya’nın militaristleştirilmesini ve silahlandırılmasını
zorunlu kılıyor. Japonya, Stockholm’deki Barış Araştırmaları Enstitüsü
SIPRI’nin yaptığı araştırmalara göre, bunun için büyük meblağlar harcıyor.
SIPRI, Japonya’nın 2013 yılında silahlanma için 59,4 milyar Dolar harcadığını
tespit etmiş. Silahlanmayı yasaklayan bir anayasaya rağmen bu kadar para
harcandığına göre, bu yasak kaldırıldıktan sonra daha neler olabileceğini
tahmin etmek, zor olmasa gerek.
1947’de kabul edilen anayasa o günden bu
yana hiç bir değişikliğe uğramadı. Anayasa değişikliği için Japonya
parlamentosunun Temsilciler Meclisi ve Danışmanlar Meclisi’nde üçte iki
çoğunluk gerekiyor. Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu elinde tutan LDP,
Danışmanlar Meclisi’nde azınlık durumunda. Bu nedenle Abe hükümeti gerekli
gördüğü anayasa değişikliğini yapabilmek için bütün umutlarını 2016 yazında
yapılacak olan Danışma Meclisi seçimlerine bağlamış görünüyor.
Hükümet, yapılacak seçimlerde çoğunluğu
kazanamasa da, çıkarttığı yasalarla muhalefeti anaysa değişikliğine zorlayacak
adımları da atıyor. Örneğin 2015’de »Özel Durumlarda Bütçe Disiplinine Uyulması
Yasası« adında parlamentonun iki meclisini de bağlayıcı kılacak bir yasal
zorunluluk getirilmesi öngörülüyor. Böylelikle hükümet, kabine toplantısında
karar altına aldığı silahlanma bütçelerini, »Özel Durum« ilân ederek kabul
ettirebilecek.
Seçimlerden önce çıkartılacak yasalarla
elini kolaylaştırmak isteyen hükümet, buna paralel olarak da Japon
milliyetçiliği ile ırkçılığa varan bir Çin ve Kore düşmanlığını körükleyerek
toplumsal iklimi kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Son yıllarda bu çerçevede
tarih revizyonizmi çabalarının yoğunlaştığı gözlemleniyor. Özellikle Japonya’da
yaşayan ve genellikle düşük ücretlerle çalıştırılan Koreli göçmenlere yönelik
ırkçılık had safhaya ulaşmış durumda. Hükümet okullarda Çin ve Kore karşıtı
kitap ve dergileri yaygın bir şekilde dağıtıyor, tarih derslerinde Japonya’nın
sömürgeci ve emperyalist tarihi göklere çıkartılıyor. Aynı şekilde Alman faşizmi
ile kurulan tarihi ittifakın rehabilitasyonu son hızla sürdürülüyor. Örneğin
LDP’nin desteğiyle Tokyo’da, tam da Adolf Hitler’in doğum gününe rast gelecek
şekilde 20 Nisan 2014’de gerçekleştirilen »Büyük Doğu Asya Refah Alanı«
mitinginde çok sayıda gamalı haç bayrağı taşınmıştı. Bu örnekler, Japonya
burjuvazisinin sadece tarihsel faşist ittifakı kutsamakla kalmadığını, aynı
zamanda bölgeye yönelik tarihsel emperyalist emellerini de yenilemiş olduğunu
gösteriyor. ABD emperyalizminin bölgeye yönelik stratejileri bu çerçevede
Japonya emperyalizminin emellerine ulaşmak için elindeki en önemli fırsat
olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
Ancak emperyalistlerin fırsat olarak
gördükleri, bölge açısından ciddi tehlikeler anlamına da gelmektedir. Çünkü Çin
gerek ABD stratejilerine, gerekse de Japon militarizminin yeniden hortlamasına
kayıtsız kalmıyor. SIPRI verilerine göre 2013’de silahlanmaya 171,4 milyar
Dolar harcayan Çin, ordusunu modernize ediyor, güvenlik ve savunma
stratejilerini yeniliyor ve bölgesel ihtilaflarda geri adım atmayacağı mesajını
veriyor. Silahlanmasını büyük ölçüde kendi askeri-sınai kompleksi çerçevesinde
ulusal savunma sanayiine ağırlık vererek sağlayan Çin, aynı zamanda
uluslararası silah tekellerinden bağımsız olmayı da başarmış durumda. Ekonomik
gücü ve devasa nüfusuyla bölgenin en önemli ülkelerinden olan Çin, nükleer
cephanesiyle de Pasifik’te olası bir sıcak savaş durumuna hazır olduğunu
gösteriyor.
Uzak Asya’daki bu gelişmeler bölgede yeni
bir savaş tehlikesini içermekle birlikte, Türkiye’nin merkezinde bulunduğu
Ortadoğu’yu da yakından ilgilendiriyor. Çünkü ABD’nin Pasifik’e yönelme
politikası, bu çerçevede askeri ağırlığını Pasifik’e kaydırma kararı,
Ortadoğu’daki dengelerin değişmesini tetikledi. Irak ve Suriye’deki güncel
durum bu gelişmeden bağımsız değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ısınan
Pasifik suları, Ortadoğu’nun kaynamasına neden oluyor. Bu nedenle Türkiye ve
Ortadoğu’daki devrimci demokratik güçler küresel stratejileri değerlendirmeden,
salt kendi ülke sınırları içerisinde etkin bir siyaset geliştiremeyeceklerini
görmek zorundadırlar. Küresel stratejileri içermeyen her türlü hesap boşa
çıkacaktır. Hortlayan Japon militarizmi bu gerçeğin altını bir kez daha
çizmektedir.