»ABD ve İran arasında süren 36 yıllık düşmanlık yerini işbirliğine
bırakıyor«. Geçmişte İran’ı »şeytanlaştıran« bir söylem kullanarak haber konusu
yapan burjuva medyası bugünlerde bu değerlendirmeyi yapıyor ve »Batı’ya yeni
fırsatlar sunan bakir İran pazarını« göklere çıkartıyor. 13 yıl süren
diplomatik savaş sonrasında 2015 Temmuz’unda Viyana’da varılan İran nükleer
program uzlaşısı, uluslararası tekellerin ağzını sulandırıyor besbelli.
Gerçi uzlaşı henüz tam yürürlüğe girmedi, ama kesinleşmesine
mutlak gözüyle bakmak gerekiyor. İran nükleer programına (zenginleştirilmiş
Uran üretimi haricinde) izin veren ve yürürlükteki yaptırımları kaldıran uzlaşı
ABD Kongresinde onaylanmak zorunda. ABD Kongresini oluşturan Temsilciler
Meclisi ve Senatoda çoğunluğu ellerinde tutan Cumhuriyetçiler uzlaşıya
karşılar. Kongre 60 gün içerisinde bir karar almak zorunda ve muhtemelen süre
sonunda »Hayır« kararı çıkacak. Bu durumda ABD Başkanının Kongre kararını veto
etme hakkı bulunuyor. Obama’nın kararı veto edeceği şimdiden belli ve Kongrenin
vetoyu geçersiz kılması için üçte iki çoğunluğu bulması gerekiyor, ki bu, şu
anki bileşim içerisinde uzak bir ihtimal.
Uzlaşıya karşı olan bir diğer cepheyi İsrail, Suudi Arabistan ve
Körfez İşbirliği ülkeleri oluşturuyor. İsrail büyük bir propaganda savaşını
başlattığını uzlaşının açıklandığı gün ilân etti. İsrail Başbakanı Netanyahu,
»Terör ve fetih mekanizması« olarak nitelendirdiği İran’ın nükleer programını
engellemek için »kendimizi savunmak dahil« ellerinden gelen her çabayı
göstereceklerini açıkladı. Bölge halkları İsrail’in »kendisini savunmasının« ne
anlama geldiğini iyi biliyorlar. Ayrıca ABD’nin bizzat Obama tarafından
İsrail’e 2009 yılında tanıdığı »İran’a karşı askeri şiddet kullanma yetkisi«
hâlen geçerli. İsrail’in bu »yetkiyi« kullanıp kullanmayacağı henüz belli
değil, ancak görünen o ki, ABD tüm yakınlaşma mesajlarına rağmen, İran’a
yönelik »İsrail tehdidini« el altında tutmaya kararlı.
2015 Nisan’ında Lozan’da imzalanan Çerçeve Antlaşması temelinde
varılan nükleer program uzlaşısı, İran’ın Uran zenginleştirme santrifüjlerinin
sayısını 19 binden 6 bine düşürmesini, nükleer enerji için gerekli olan hafif
zenginleştirilmiş Uran rezervlerinin sayısını azaltmasını ve Uluslararası
Nükleer Enerji Dairesi IAEA’nın yoğunlaştırılmış kontrollerini kabul etmesini
öngörüyor. Bunun karşılığında ise ilk adım olarak İran bankalarına uygulanan
kısıtlamalar ve AB’nin uyguladığı petrol satın alma ambargosu kaldırılacak. Molla
rejimi bu şekilde daha fazla petrol ihraç edebilecek ve şimdiye kadar Batı
bankalarında dondurulmuş hesaplarda bulunan en az 100 milyar Doları
kullanabilecek.
Yıllardan beri ekonomik zorluklar içinde olan İran bu sayede
belirli bir rahatlama dönemine girecek. Ekonomistler nükleer program uzlaşısı
sonucunda İran ekonomisinin hızla büyüyeceğini ve Batı ile olan ticari
ilişkilerinin genişleyeceğini öngörüyorlar. Burjuva medyasının ekonomi
sayfalarında Viyana uzlaşısının uluslararası tekellerin yönetim katlarında
sevinçle karşılandığına dair haberler yer alırken, Federal Almanya İktisat
Bakanı SPD’li Gabriel soluğu hemen Tahran’da alarak, Alman sermayesinin »bakir
İran pazarına« yönelik ilgisinin ne denli büyük olduğunu gösterdi.
Yeni dönemin özellikleri
Uzlaşı sonrasında İran’ı ziyaret eden ilk üst düzey politikacı
olan Gabriel, Federal Hükümetin ambargolar
öncesi Alman sermayesinin »Ortadoğu’daki
en kârlı pazarı« olarak nitelendirilen İran ile olan ticari ilişkileri eski
düzeyine çıkartmak istediğini açıkladı. Ancak Federal Almanya’nın Şansölye
yardımcısı düzeyinde olan bakanını göndermesinin tek nedeni bu değil. Aslına
bakılırsa temel neden bölgede gerçekleştirilmek istenen yeni düzenlemede İran’a
biçilen rol ve AB’nin Ortadoğu’da üstleneceği öncülük görevi. Federal Alman
Dışişleri Bakanı Steinmeier’in uzlaşı sonrasında Viyana’da »şimdi Suriye’deki
ihtilafı çözme şansı daha da artmıştır« tespitini yapması da boşuna değildi. Bu
bağlamda ilginç bir noktaya da dikkat çekmek gerekiyor: AB ve ABD, Ukrayna
konusunda çatıştıkları Rusya ile İran nükleer program uzlaşısının gerçekleşmesi
için sıkı bir işbirliğine girdiler. Çünkü BM Güvenlik Konseyinin daimi üyeleri
olan Rusya ve Çin’in kabul etmeyeceği bir çözüm olanaksızdı. Bu bir çelişki
değil, ancak başka bir yazının konusu olduğundan burada sadece kısaca
değiniyoruz.
Emperyalist güçlerin uzun vadeli küresel stratejileriyle doğrudan
bağlantılı olan bu gelişme, farklı özellikler taşıyan ve Ortadoğu için »yeni«
olarak nitelendirilebilecek bir dönemin habercisi. Elbette bu özelliklerin de
hepsi »yeni« değil: bir kere emperyalist güçler bölge egemenlerinin kendi
aralarında verdikleri bölgesel hegemonya mücadelesini eskiden olduğu gibi,
bundan sonra da kendi lehlerine kullanmaya devam edecekler. Belki bu çerçevede
»yeni« anlamında nitelendirilebilecek özellik olarak İran ve Suudi Arabistan
arasında bir güç dengesi oluşturma çabaları gösterilebilir. Böylesi bir güç
dengesi hem bu iki bölge gücünden birinin tek başına bölgesel hegemonya
kurmasını engelleyecek, hem de emperyalist güçlerin bölgedeki etkinliklerini
güçlendirecektir.
Federal Alman emperyalizmi bu güç dengesini oluşturmak için son
yıllarda çabalarına ağırlık verdi. Federal Hükümetler kendi kararlaştırdıkları
silah ihracatı yönetmeliklerini defalarca çiğneyerek, ihraç ettikleri modern
silah, araç ve gereçlerle Suudi Arabistan ordusunun güçlenmesine katkı
sundular. Federal Almanya’nın Suudi despotlarına sattığı silahları ikiye ayırmak
gerekiyor: bir bölümü saldırı savaşlarına katılma yetisi artıran stratejik
silahlar, diğer bölümü ise »iç güvenliğe« veya silah tekellerinin deyimiyle
»ayaklanmaları bastırmaya« yönelik silahlar. Kent içinde rahat (!) operasyon
yapılabilmesi için namluları kısaltılmış tanklar da bunların arasında. Suudi
despotları bu tankları özellikle Şii nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelere
konuşlandırarak, 2011’de Bahreyn’de olduğu gibi, olası ayaklanmalara anında
reaksiyon göstermeyi hedefliyorlar.
Velayet savaşları ve ...
İran ve Suudi Arabistan arasında oluşturulmak istenilen güç
dengesi, bir bakıma 1980’li yıllarda Irak ve İran arasında oluşturulmuş olan
güç dengesine benziyor. Anımsanacağı gibi, Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak,
ABD’nin kızıştırması ve cesaretlendirmesiyle 22 Eylül 1980’de İran’a savaş
açmış ve iki ülke sekiz yıl süren bir kan batağına saplanmıştılar. Çok sayıda
sivilin yaşamına mal olan bu »kardeş savaşı« aynı zamanda, Halepçe’de olduğu
gibi, emperyalist güçler tarafından hiç bir şekilde protesto edilmeyen sayısız
savaş suçunun işlendiği Birinci Körfez Savaşı olarak tarihe geçti.
ABD, Irak’ı kışkırtarak o
zamanlar yeni kurulmuş olan İran İslam Devletini yok etmek ve İran Şahını
yenden iktidara getirmeyi planlıyordu. Ancak bu plan gerçekleşmedi, ama savaş
İran’ı uluslararası arenada izole etmek için kullanıldı. İzolasyon ise İran
için beklenenden çok farklı sonuçlar doğurdu: İran ambargolar nedeniyle yurt
dışından ithal edemediği silahları kendisi yapmak zorunda kaldı ve böylece
kendi silah sanayiini kurdu. Bu sanayii bugün çeşitli silah sistemlerini seri
hâlde üretebilecek düzeye erişti. Nitekim ABD’nin 2003’de başlattığı Irak
savaşı, Irak ve İran arasındaki güç dengesini bozmuş ve İran’ın bölgede
belirleyici konuma ulaşmasına neden olmuştu. Emperyalist güçler, engellemek
istedikleri bu sonuca Suudi Arabistan’ı ve Körfez İşbirliği ülkelerini masif
bir biçimde silahlandırarak yanıt vermişlerdi. Federal Almanya’nın son on yıl
içerisinde özellikle Suudi Arabistan’a genişleterek yaptığı silah ihracatı tam
olarak bu stratejinin bir parçasıdır.
Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, Ortadoğu’da
»yeni« bir düzeni tesis etme çabaları doğrudan ABD’nin Pasifik stratejisi,
AB’nin bölgede üstleneceği yeni görevler ve emperyalist güçler arasındaki çelişkileri
olanaklı olduğunca asgariye indirme çabaları ile bağlantılıdır. ABD askeri,
iktisadi ve siyasi önceliğini Çin’in etki alanını daraltma amacıyla Pasifik
bölgesine verdiğinden, Ortadoğu’daki angajmanını azaltmak, Ortadoğu, Akdeniz ve
Kuzey Afrika’daki düzen koruyucu rolünü AB’ne bırakmayı hedefliyor. Federal
Almanya’nın patronajı altındaki AB ise, 2000’de karar altına aldığı Lizbon
Stratejisi ile başlattığı militaristleşme sürecini 15 yıl içerisinde müthiş
hızlandırdı ve bugün düzen koruyucu rolünü üstlenmeye hazır hâle geldi. Bunun
ön koşulu olan emperyalist ülkeler arası işbirliği ise farklı biçimlerde
geliştiriliyor. Bu işbirliği bugün »Transatlantik Yatırım ve Ticaret
Partnerliği« (TTIP) ile kurumsallaştırılmak isteniyor.
Aynı şekilde Ortadoğu’da körüklenen velayet savaşları ve
ihtilaflar da bu stratejilere ve İran ile Suudi Arabistan arasında oluşturulmak
istenilen güç dengesine hizmet etmektedirler. Her ne kadar yeni kral Selam Bin
Abdülaziz kontrolündeki Suudi yönetimi kendi egemenlik çıkarlarını takip ediyor
olsa da, İsrail ve Körfez İşbirliği ülkeleriyle birlikte oluşturdukları Şii
karşıtı ittifak uzun vadede emperyalist güçlerin hedeflerine yaramaktadır.
Bölgedeki velayet savaşları, müttefiklerin zaman içerisinde nasıl
değiştiğini gösteren iyi birer örnek. Daha önceleri, yani Afganistan ve Irak
işgallerine gerekçe gösterilen sözde »teröre karşı savaş« kapsamında »etkin
sorgulama yöntemleri« nedeniyle işkencehanelerini kullanmak için sıkı
işbirliğine girilen Esad rejimi, 2011 devinimleri ile birlikte İran’ın
etkinliğini kırmak için gözden çıkartıldı. Suriye yönetimine yönelik
politikalar, emperyalizmin sadık taşeronu olan Suudi Arabistan’ın kendi
taşeronlarıyla, yani her türlü desteği sağladığı DAİŞ, El Nusra Cephesi vb.
islamist terör örgütleriyle İran’ı zayıflatmak ve Esad rejimini alaşağı etmek
için harekete geçmesini sağlandı.
Benzer gelişmeleri Lübnan ve Yemen’de de takip etmek olanaklı.
Suudi despotları Yemen’de müttefikleri Mansur Hadi’yi yeniden başkanlık
koltuğuna oturtmak için dolaylı ve doğrudan müdahalelerde bulunurken, İsrail
ile işbirliğinde Lübnan’da iç savaş sınırına dayanmış olan çatışmaları
derinleştiriyorlar. Ancak tüm bu müdahalelere rağmen İran’ın bölgedeki
etkinliği kırılamadı. Aksine, Esad rejimi hâlâ ayakta, Lübnan Hizbullahı
şimdiye kadar olmadığı ölçüde güçlü ve Yemen’deki Husi milisleri ülkenin büyük
bir bölümünü kontrolleri altına almış durumdalar.
Ama gene de İran’ın dört Arap başkentinde, yani Bağdat, Beyrut,
Sana ve Şam’da etkinliğe sahip olması, bazı mevziiler kazanmış olmasının
ötesinde bir anlam taşımıyor. Emperyalist güçler açısından bu durum, »bölgesel
güçler, hiç bir tarafın kazanamayacağı bir ihtilafla boğuşmakta« oldukları
anlamına geliyor. Sonuçta, Şii-Sünni ihtilafı bu biçimiyle sürdüğü müddetçe ne
İran, ne de Suudi Arabistan Ortadoğu’da tek başlarına hegemonya kurabilecek
konuma gelebilirler, ki emperyalist güçlerin tam olarak hedefleri de bu durumda
sabitlenmiş bir güç dengesinin oluşturulmasıdır.
... »Yeni güvenlik mimarisi«
İran ve Suudi Arabistan’ın içinde bulundukları bu durum özellikle
AB emperyalizmi tarafından önemli bir fırsat olarak değerlendirilmektedir.
Örneğin AB elitleri için bir düşünce kuruluşu olarak çalışan »European Council
on Foreign Relations – ECFR« (Avrupa Dış İlişkiler Konseyi) kısa süre önce
yayınladığı bir raporunda, AB’nin »Tahran ile, bilhassa bir enerji partnerliği
ile kendi çıkarlarını takip etmesi için belirli bir işbirliği aramasını«
öneriyor.Hatta AB’nin, »İran ve Suudi Arabistan ile birlikte, bütün bölgesel
aktörlerin katılacağı bir güvenlik mimarisi inşa etmek için bölgesel güvenlik
girişimi başlatması gerektiği« savunuyor.
AB gerek kendi içinde ve çeper ülkelerde, gerekse de Akdeniz ve
Kuzey Afrika gibi bölgesel alanlarda »güvenlik mimarileri« inşa etmede hayli
deneyim kazandı. Böylesi »güvenlik mimarileri« AB’ne hem jeoekonomi, hem de
jeopolitika açısından önemli kazanımlar sağlıyor: gerek silah ihracatı,
tekeller için yeni pazarlar, enerji ve hammadde akışının güvenliği üzerinden,
gerekse de görünmez duvarlarla ördüğü sınırlarını işbirlikçi rejimlerin
kontrolü altındaki »tampon bölgelerle« koruyarak.
Ortadoğu için önerilen »bölgesel güvenlik girişimi« ve öngörülen
»güvenlik mimarisi« bağlamında, yukarıda Steinmeier’den yaptığımız alıntıyı
anımsatmalıyız. ECFR raporu da Steinmeier’in »Suriye’deki ihtilafı çözme şansı
artmıştır« tespitini teyit ediyor ve »Riad ile Tahran arasında kurulacak
güvenlik mimarisi Suriye ve Yemen’de yeniden barışçıl istikrar ortamının
kurulmasının temel tedbiri olabilir« tespitini yapıyor.
ECFR gibi kuruluşları, AB kurumlarını, uluslararası tekelleri ve
burjuva medyasını, dün tükürdüklerini yalayacak derecede böylesine
heyecanlandıran İran nükleer program uzlaşısı Federal Almanya ve AB sermayesine
Molla rejimi üzerindeki etkisini artırmak için yeni fırsatlar tanıyor. Gerçi
Alman tekelleri İran’ın sahip olduğu dünyanın ikinci büyük doğalgaz ve dördüncü
büyük petrol kaynaklarından ABD ve Britanya tekelleri kadar
faydalanamayacaklar, ama İran’ın otomotiv, petrol, kimya ve enerji
sanayilerinin modernizasyon tedbirlerinden en fazla »Alman teknolojisinin«
faydalanacağını söylemek olanaklı. Zaten Alman Sanayiciler Birliği BDI başkanı
Grillo bu nedenle şunları vurguluyor: »Genç ve iyi eğitimli orta katmanları
olan ülke, dünya birliği ile siyasi ve iktisadi bağlantı kurmak istiyor. Bunu
desteklemek için yapacağımız ihracat hacminin orta vadede çift rakamlı milyar
Euro’yu bulacağını tahmin ediyoruz«. Federal Alman sermayesinin İran’a yaptığı
ihracat hacminin sadece 2014’de 2,6 milyar Euro’yu aştığını düşünürsek, »çift
rakamlı« beklentinin ne denli büyük kâr olanakları yaratacağını hesap
edebiliriz.
Yeni taşeron İran mı?
Nükleer program uzlaşısı İran’daki Molla rejimine iktidarlarını
sürdürülebilir kılmak için yeni olanaklar sunacak. O nedenle başta Ayetullah Hamaney
olmak üzere, önde gelen dini liderler »şeytan ABD« ile yakınlaşmayı dini
gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Devlet Başkanı Ruhani de uzlaşıyı,
»İran diplomasisisin kahramanca esnekliği sayesinde ve zehir içmeyi
kabullenerek kazanılan bir zafer« olarak sunuyor. TUDEH Merkez Komitesi ise 15
Temmuz 2015’de yayınladığı açıklamasında uzlaşının iddia edildiği gibi bir
»kazan-kazan durumu« olmadığını belirterek, Molla rejiminin »tüm
antiemperyalist söyleme rağmen, emperyalizmin işbirlikçisi olmaya hazırlandığını«
vurguluyor. TUDEH ayrıca »uzlaşı, bir taraftan halkı yoksullaştırarak, diğer
taraftan kamu bütçesini harcayarak milyarları gereksiz nükleer programlar için
harcayan teokratik diktatörlüğü, yıllardır İran ekonomisini rehin alan ABD ve
müttefiklerinin hüküm ve koşullarına razı olmak zorunda bırakacak« görüşünü
savunuyor.
TUDEH’in bu tespitlerine katılmamak olanaklı değil, çünkü
uzlaşının detaylarına bakıldığında, emperyalist güçlerin hedeflerine önemli ölçüde ulaştıkları görülür: Bir kere
getirilen teknik kısıtlamalar Molla rejiminin nükleer silah üretebilmesi için
gerekli olan süreyi en az bir yıla çıkartıyor. Bu da, ikincisi, en ufak ters
adımda otomatikman yeniden yürürlüğe girecek yaptırım ve ambargo silahını
kalıcı tehdit hâline getiriyor. Üçüncüsü, belki de en önemlisi, uzlaşının Molla
rejiminin sermaye birikim için yeni olanaklara kavuşması ve bu olanakların
devamlılığını sağlamak için emperyalist güçlerle olan ilişkileri derinleştirme
isteğini ortaya çıkarmasıdır.
İran’ın nükleer silah üretiminden vazgeçmesi, silahlanmadan
vazgeçmesi anlamına gelmiyor. Tam aksine uzlaşı tüm Ortadoğu’da devasa bir
konvansiyonel silahlanma yarışını tetikleyecek. Silahlanma giderlerinin
2010’dan bu yana yüzde 65 arttığı bölgede bu yarışın ihtilafları azaltmayacağı
açık. Kaldı ki ABD uzlaşıya rağmen İsrail ve Suudi Arabistan’a yaptığı silah
ihracatını artırmayı ve bir bölgesel roket savunma sistemini kurmayı planlıyor.
Sonuç itibariyle emperyalist güçler Ortadoğu’da kartları yeniden
kardılar ve şimdi dağıtıyorlar. Bölgedeki hegemonyalarını kalıcılaştıracak yeni
bir düzen kurmak için dengeleri değiştiriyor ve bölge güçlerine yeni taşeronluk
rollerini veriyorlar. TUDEH’in doğru tespit ettiği gibi, gerici Molla rejimi
emperyalizmin işbirlikçisi olmaya hazırlanıyor ve bu gelişme bölgedeki halklar
ve sömürülen sınıflar için yeni tehditler yaratıyor. Marx’ın »egemen din,
egemen sınıfın dinidir« tespitini doğrulayan Molla rejimine karşı mücadele
veren İran TUDEH partisi ve İran işçi sınıfı ile dayanışmayı yükseltmek, bölge
hakları ve sömürülen sınıflar için daha yakıcı hâle geliyor.