Yarın yapılacak genel seçimlerde seçim sonuçlarının 7 Haziran’a göre pek
değişmeyeceği konusunda neredeyse herkes hem fikir. Seçim sonuçlarının yol
açacağı olasılıklar üzerine hayli yazıldı-çizildi, tekrarlamaya gerek yok.
Hangi olasılık gerçekleşirse gerçekleşsin, yani AKP tek başına iktidara gelse
de, AKP-CHP koalisyonu, hatta HDP’nin dahil olduğu bir hükümet kurulsa da, asıl
önemli olan gerçekleşecek sonucun ezilen ve sömürülen emekçi halklar açısından
ne getireceğidir.
Bir kere seçimlerin ortaya çıkaracağı seçeneklerin hepsinin burjuva
iktidarı olacağını vurgulamamız gerekir. Bu, özellikle Türkiye ve Kürdistan’ın
devrimci güçlerine birleşik toplumsal muhalefeti örme ve burjuva iktidarının
gerçek alternatifi için etkin mücadeleyi yükseltme görevini yüklüyor. Elbette
HDP’ye sahip çıkıyor, destekliyoruz, diktatörlük heveslerini kursaklarında
bırakmak için HDP oylarının artmasını sağlamaya çalışıyoruz, ama asli
görevlerimizi de unutmuyoruz.
Asli görevlerimizden birisi, »neyin ne olduğunu« söylemektir. Öncelikle
Erdoğan ve AKP’nin iktidarı ellerinde tutmak için her yolu deneyeceklerini
söylemeliyiz. Seçim sonuçlarının aleyhlerine olması bunu değiştirmeyecek.
Aksine, 12 Eylül’ün doğrudan devamı olan bir siyasi formasyon olarak savaş
çılgınlığına dahi baş vuracaklardır, ki Batılı dostları onları bugünlerde
yeterince cesaretlendirmektedirler.
Örneğin AB Komisyonu sert eleştiriler içeren ilerleme raporunun
açıklanmasını seçimlerden sonraya erteledi. Bu, Erdoğan’a doğrudan destek
anlamına gelmektedir. Erdoğan’ın şartlı rehin olarak tuttuğu milyonlarca
mültecinin Avrupa’ya akın etmesinden korktukları muhakkak, ama bu raporun
ertelenmesinin sonucunu değiştirmiyor. Komisyon Türkiye’yi »güvenli ülke«
olarak ilân etmeye de hazırlanıyor.
Diğer yandan Amnesty salt tanık ifadelerine dayandırdığı bir raporu
yayınlayarak Rojava’da »savaş suçları« işlendiğini ileri sürdü ve ABD
öncülüğündeki koalisyonun Rojava’ya yaptırımda bulunmasını talep etti. Burada
Amnesty’i tartışacak değiliz, ama saygınlığı yüksek bir uluslararası NGO’nun
tam da Suriye iç savaşında bir dönüm noktasına gelindiğinde böylesi bir
suçlamayı yapmasının sonuçlarına bakmak gerekiyor.
Nitekim Davutoğlu »savaş suçu işleniyor« gerekçesiyle PYD’ye karşı olan
düşmanlığı ve askeri saldırıları savunmaya başladı. Eğer Türkiye’nin Rojava’ya
askeri müdahalesi söz konusu olursa, ki bu savaş demektir ve uzak ihtimal
değildir, bunda Amnesty raporu büyük bir rol oynayacaktır.
Erdoğan ve Davutoğlu’nun »operasyonlar 1 Kasım’dan sonra da devam edecek«
demeleri, emekçi halklara yönelik açık bir tehdittir. Saldırılarının niteliksel
olarak gelişeceğini beklememiz, hatta savaşa dahi hazırlıklı olmamız
gerekmektedir. Burjuvazi topyekun savaşa hazırlanıyor. Burjuvaziden
öğreneceğimiz bir şey varsa, o da sınıfına sahip çıkmak ve parlamenter
mücadelenin yanı sıra, daha önemli olan parlamento dışı mücadeleyi
güçlendirmektir. Savaşa karşı en etkin silah, Türk, Kürt ve tüm uluslardan
işçilerin sınıfsal temelde kuracakları mücadele birliğidir. Barışı ancak bu
birlik sağlayabilir. 1 Kasım seçimleri bağlamında unutmamamız gereken en temel
nokta budur.