5 Kas 2015

Rusya’nın stratejik hamlelerinin gösterdikleri...

Emperyalist hegemonyadaki kırılmalar ve Rusya faktörü
ABD devlet aklına dönüşen »Wolfowitz Doktrini« kaleme alındığında, her ne kadar reel sosyalizm bir karşı devrim ile yıkılmış ve burjuvazinin ölümcül düşmanı olan sosyalizm güçleri darmadağın edilmiş olsalar da, emperyalist hegemonyanın tehlike altında olduğu kaygısı hâlâ canlıydı. »Tarihin sonunu« ilân eden burjuva ideologları zafer sarhoşluğu altında dahi tarihsel yasallığı, yani kapitalizmin her daim kendi mezar kazıcılarını yarattığı gerçeğini unutmamışlardı. Bunun için tüm çabalarını komünizm »illetini« yok etmeye, işçi sınıfının kendisi için sınıf olarak örgütlenmesini engellemeye, yaşamın her alanını kapitalist sermaye birikiminin boyunduruğu altına sokmaya ve emperyalizmin dünya çapındaki mutlak hegemonyasını kurmaya harcıyorlardı.

ABD emperyalizminin en gerici ve en saldırgan kesimlerinin siyasi ve ideolojik temsilcilerinden olan Dick Cheney ve Paul Wolfowitz meşum »doktrinlerini« belirttiğimiz kaygılar içerisinde ve »ABD’nin, SSCB benzeri stratejik rakibi olabilecek her ülkeyi engelleme« hedefiyle kaleme almışlardı. 1989-1990 karşı devriminin şekillendirdiği dünya konjonktürü sosyalizmin »ebediyen sonunun geldiğini« telkin etse de, son 25 yıllık dönem, tüm emperyalist müdahale savaşlarına, işgallere, rejim değişikliklerine ve kapitalizmin neoliberal uygulamalarının dünya çapında elde ettiği zaferlere rağmen, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin mutlak hegemonya kuramadığını kanıtladı. Aynı şekilde emperyalizmin sadece bir değil, birden fazla stratejik rakip olma potansiyeline sahip ülkeyle karşı karşıya olduğunu gösterdi.
Son 25 yıl, emperyalist güçlerin öyle iddia edildiği gibi mutlak güce sahip olamadıklarını da kanıtlamaktadır. Emperyalist güçler ellerindeki olanaklarla istemediklerini çoğunlukla engelleyebilmektedirler, ancak her istediklerini gerçekleştirebilecek güce sahip değillerdir. Dahası, emperyalist hegemonyadaki kırılmaları engelleyememektedirler. Bu durumun bir çok nedeni vardır ve bu nedenlerden birisi, BRICS ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) emperyalist hegemonyanın boyunduruğu altına sokulmaya direnerek, emperyalist güçlerin hegemonik adımlarını tökezleten politikalar izlemeleridir. BRICS ülkeleri bağımsız duruşları ve izledikleri dış politikalarla nesnel açıdan emperyalizm karşıtı bir konuma yerleşmişlerdir. Bu konumlanışları emperyalist hegemonyadaki kırılmaları teşvik etmektedir. Suriye’deki güncel hamleleriyle bağlantılı olarak Rusya’nın konumlanışını ve dış politikasını irdelediğimizde, bu tespitin haklılığını kanıtlayabiliriz.
Rusya antiemperyalist midir?
Ara başlıktaki bu soruya verilebilecek yanıt açıkça »hayır« dır. BRICS ülkelerinin önde gelen iki gücünden birisi olan Rusya’nın dış politikasının nesnel olarak emperyalizm karşıtı olması, Rusya Federasyonu’nu a priori antiemperyalist yapmamaktadır. Rusya’nın antiemperyalist olmadan emperyalizm karşıtı politikalar izlemesi bir çelişki değildir. Bunu açıklamak için önce Lenin’e başvurmak doğru olacak.
Lenin, 1916 Ocak’ı-Haziran’ı arasında kaleme aldığı çığır açıcı »Kapitalizmin en üst aşaması olarak emperyalizm« başlıklı eserinde emperyalizm tanımının içermesi gereken beş temel emareyi şöyle sıralamaktadır: »1. İktisadi yaşamda belirleyici rol oynayan tekelleri yaratacak derecede yüksek bir gelişme seviyesine ulaşan üretimin ve sermayenin yoğunlaşması; 2. Banka sermayesinin sanayi sermayesiyle [bir potada eriyerek] birleşmeleri ve bu ›mali sermaye‹ temelinde bir mali oligarşinin oluşması; 3. Sermaye ihracı, ürün ihracatından farklı olarak, olağanüstü bir önem kazanır; 4. Dünyayı aralarında paylaşan tekelci kapitalist birlikleri oluşur, ve 5. dünyanın büyük kapitalist güçler arasındaki toprak paylaşımı tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin oluştuğu, sermaye ihracının olağanüstü önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasındaki paylaşımının başladığı ve büyük kapitalist ülkeler arasında dünyanın tüm toprak paylaşımının tamamlandığı o gelişme aşamasındaki kapitalizmdir. « (W.I. Lenin, Werke, Berlin 1971, 22. Cilt, S. 270-271)
Lenin’in emperyalizm tanımı ve tanımında belirleyici olan sınıfsal tahlil geçerliliğini günümüzde de korumaktadır ve hiç şüphesiz, »emperyalist dönem sona erdi, işbirliği temelinde kazan-kazan dönemi başladı« türünden liberal söylemlerin içi boş ve demagojik laf salatasından ibaret olduklarını kanıtlamaktadır. Burada şunu da vurgulamakta yarar var: Emperyalizm salt mali sermayenin oluşmasıyla birden bire ortaya çıkmadı, aksine merkezileşmiş devletlerin neredeyse 300 yıllık saldırı, işgal, ilhak ve yağma-talan geleneklerini kapitalizmin tekelci aşaması ile bütünleştirerek süreç içerisinde oluştu.
Suudi Arabistan ve Almanya’dan sonra dünyanın üçüncü büyük ticaret fazlasına sahip olan Rusya’ya baktığımızda ise, bu ülkenin emperyalist güç olabilme koşullarına sahip olamadığını görürüz. Bir kere Rusya Batılı emperyalist güçlerden tamamen farklı olan bir kapitalist gelişme süreci içerisinde. Çarlık rejimini alaşağı eden 1917 Büyük Ekim Devrimi ile 1989-1990 karşı devrimi arasındaki reel sosyalizm dönemi, Rus kapitalizminin Batı’dakine benzer bir gelişme sürecine girmesi engelledi. İkincisi, 1990 sonrası kapitalist gelişme kuralsız talan ekonomisini ve oligark yapıları ortaya çıkaran orantısız bir süreci izledi. Üçüncüsü, Rusya ticaret fazlasıyla, yani ürün ihracı (ki daha çok hammadde) ile müthiş bir sermaye birikimi sağlamış olsa da, yurt dışına kredi vererek sermaye ihracını kontrol edebilecek ve dünya mali piyasalarında etkin rol oynayabilecek uluslararası mali kurumlara sahip değildir. Empirik verilere bakıldığında, Rusya burjuvazisinin somut sermaye ihracının büyük bölümünün kara para ve vergi cennetlerine sermaye kaçırma/aktarma eylemlerinden ibaret olduğu görülür. Kaldı ki burjuva ekonomistleri dahi Rusya burjuvazisinin sermaye ihracını sınıfdaşı Batı burjuvazisi gibi kontrol edebilme gücüne sahip olamadığını vurgulamaktadırlar. Böylesi bir güce ulaşabilmeleri de şu an için hayli şüpheli görülmektedir. Tüm bu nedenlerden dolayı Rusya’yı emperyalist güç olarak nitelendirmek yanlış olur. Rusya Federasyonu, kendisini şimdilik emperyalizmin hegemonyasının dışında tutabilen, bu ısrarıyla emperyalizm karşıtı politikalar geliştirmek zorunda kalan, aynı zamanda tekelci tandansı güçlenen bir devlet kapitalizmi olarak değerlendirilmelidir.
Rusya’nın emperyalist bir güç olmadığı tespiti ve Rusya egemen sınıflarının öznel isteklerinden tamamen bağımsız, Rusya Federasyonu’nun emperyalist güçlerin çıkarlarına ters düşen politikalar izlemek zorunda kalmasının anlaşılması, kanımızca Rusya’nın Ortadoğu’daki yeni rolünün ve bölgedeki stratejik hamlelerinin sonuçlarının doğru değerlendirilmesini kolaylaştıracaktır.
Suriye’de dönüm noktası
Rusya hava kuvvetlerinin Esad rejimi lehine Suriye ihtilafına müdahil olmaları ve DAİŞ çetelerinin yanı sıra Hama, Homs ve İdlib’te El Nusra Cehesi gibi diğer terör gruplarıyla bazı silahlı »muhalefet gruplarını« vurması, bir çok açıdan Suriye’de bir dönüm noktasına varıldığını göstermektedir. Rusya’nın hava saldırıları aynı zamanda da hem Moskova’nın Ortadoğu’daki etkinliğinin artmakta olduğuna, hem de genel olarak »Batılı olmayan güçlerin« dünya siyasetinde giderek güçlenmekte olduklarına işaret etmektedir. Her iki durum da emperyalist hegemonyaya vurulan birer darbe olarak değerlendirilmelidir. Ama önce Rusya’nın Suriye’deki angajmanını irdeleyelim.
Rusya, Suriye’deki savaşa müdahil olmak zorundaydı dersek, yanlış olmaz. Çünkü Suriye, Rusya açısından Ortadoğu’da kalabilmesini sağlayacak tek ve son »kapıydı«. Esad rejiminin bertaraf edilmesi, Rusya’nın savaş gemilerini konuşlandırdığı Tartus Limanı’nı kaybetmesi ve böylelikle gerek Doğu Akdeniz’in devasa doğalgaz kaynaklarından, gerek genel olarak Ortadoğu’nun zengin enerji kaynaklarından, gerekse de dünya siyasetinin şekillenmesinde belirleyici rol oynayan bir alandan daha uzaklaştırılması anlamına gelecekti. Rusya’nın bir diğer kaygısı da, Suriye ve Irak’ta yok edilmemiş, en azından önemli ölçüde güç kaybettirilmemiş islamist terör şebekelerinin zaman içerisinde Kafkasya ve Merkez Asya’nın Müslüman nüfusu çok olan ülkelerinde de benzer girişimlerde bulunmak için cesaretlendirilmeleri ve böylelikle Rusya’nın bütünü için ciddi bir »güvenlik tehdidi« hâline getirilmelerinin söz konusu olmasıydı. Sadece bu iki nedenden dolayı Rusya’nın müdahil olması kaçınılmazdı ve Rusya sonucunda tam ABD ve Türkiye’nin »eğit-donat« programının fiyaskoyla sonuçlandığı, dünya kamuoyunda ABD’nin DAİŞ karşıtı »angajmanının« sorgulandığı, AB’nin mülteci akını karşısında – deyim yerindeyse – kontrpiyede kaldığı, Rojavalıların bölge hakimiyeti kazandığı ve Suudi Arabistan ile İsrail’in tüm çabalarına rağmen, İran’ın bölgedeki etki alanının genişlediği bir anda askeri müdahale kararı alarak, gerek emperyalist güçlerin, gerekse de Türkiye ve Suudi Arabistan gibi işbirlikçi devletlerin tüm stratejilerini bir hamlede altüst etti.
Aslına bakılırsa Washington, Berlin, Brüksel ve bilumum işbirlikçileri, Rusya’nın bombardımanları sonucunda şimdiye kadarki tüm çabalarının başarısızlıkla sonuçlandığını kabullenmek zorunda kaldılar: Ne Esad alaşağı edilebildi, ne »ılımlı« muhalifler etkin kılınabildiler, ne İran, ne de Rusya ihtilaf dışı bırakılabildiler. Washington Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi (CSIS) Rusya uzmanı Jeffrey Mankoff Ekim başında Alman devletinin yayın organı olan Deutsche Welle’ye verdiği mülakatında, ABD emperyalizmi açısından asıl soruna şöyle dikkat çekiyor: »Ruslar esas itibariyle ABD’nin bölgesel balansları biçimlendiren anahtar güç olduğuna dair anlayışı sorguluyor«.
ABD, Obama yönetimi tarafından geliştirilen İran Yakınlaşma Politikası ve aynı anda yürütülen Suudi Arabistan Destek Politikalarıyla, İran ve Suudi despotları arasında süren bölgesel egemenlik çatışmasını kendi çıkarları temelinde kontrol edebileceğini hesaplıyordu. Zaten bu çerçevede Suriye’de yürütülen vekalet savaşına kâh İran’a yakın, kâh Suudilere yakın güçlere yardımcı olacak, ama savaşın »kontrol altında« sürdürülmesini engellemeyecek askeri müdahalelerde bulunuyordu. Bu bağlamda şöyle bir örnek verilebilir: ABD hava kuvvetleri II. Irak Savaşı esnasında »netice almak« için günde 3 bini aşan hava saldırıları gerçekleştiriyorlardı. DAİŞ’e karşı ise bugüne kadar gerçekleştirilen hava saldırıları günde 15 ila 20’yi geçmemektedir. Yani ABD’nin bugüne kadar »netice alıcı« müdahalelerden uzak durduğu söylenebilir.
Ancak Rusya’nın Suriye’deki ihtilafa, daha doğrusu İran ve Suudi despotları arasındaki jeopolitik çatışmaya doğrudan İran’ın yanında müdahil olması, ABD’nin bu politikalarını bir anda boşa düşürdü. Suriye’de 2 binden fazla askeri »uzman«, SU-24 saldırı jetleri, SU-25 savaş uçakları ve çok sayıda saldırı helikopteri konuşlandıran Rusya, Hazar Denizi Filosunun uzun menzilli roketlerinin de yardımıyla sadece DAİŞ çetesini değil, diğer islamist terör gruplarını da vurarak, Suriye ordusunun ve aynı zamanda Rojava’daki YPG ve YPJ güçleri ile onlarla ittifak kuran Arap güçlerinin konumunu güçlendirdi. Rusya’nın İran lehine müdahil olması şüphesiz bölgesel olarak sınırlı düşünülen bir ihtilafın uluslararası bir ihtilafa dönüşmesi tehlikesini de artırmış oldu, ama bu Rusya yönetiminin önceden hesapladığı ve lehlerine olacağını düşündüğü bir durum. Çünkü bölgede değişen güç dengelerinin getirdiği kırılmaların yanı sıra, hali hazırda uluslararası alanda bir savaşa yönelik adım atmayı göze alabilecek bir güç yok. O açıdan Rusya, nükleer cephanesinin şemsiyesi altında olduğu müddetçe Suriye’de ve muhtemelen yakında Irak’ta da »islamist terör tehdidine« karşı planlarını engelleme olmadan uygulayabileceğini hesap ediyor.
Suriye müdahalesi, kuşatmayı yarma stratejisidir
Rusya 1991’den bu yana ağırlığını hep tarihsel ve geleneksel bağların bulunduğu bölgelere: Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkaslara veriyordu. 2008 Kafkasya Savaşı ve güncel Ukrayna krizinde uyguladığı politikalarla ABD emperyalizminin Rusya’yı NATO üyesi ülkelerle kuşatma stratejisini boşa çıkartmıştı. Ancak ABD ve AB’nin bilhassa Doğu Avrupa ve Ukrayna’daki çabalarını devam ettirmeleri, Rusya üzerindeki »kuşatma« baskısını artırdı. Bunun  üzerine Rusya’nın, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi olmanın da verdiği cesaretle, son 25 yıllık »bölgesel etkinlik stratejisini« terk ederek, »dünya siyasetine müdahil olma yetisine sahip aktör« rolünü oynamaya karar vererek, bu baskıdan kurtulma yolunu seçtiği söylenebilir. Bu bağlamda Suriye’ye müdahale etmesini zorunlu kılan üçüncü etkenin kuşatmayı yarma stratejisi olduğunu vurgulayabiliriz.
Rusya’nın Suriye müdahalesi elbette Soğuk Savaş dönemine geri dönüş anlamını taşımıyor. Kaldı ki Rusya kapitalizmin sistem alternatifi falan da değil. Ama Rusya’nın bu son stratejik hamlesi, dünya siyasetinde değişimlere yol açacağından özel bir önem taşımaktadır. Çünkü Rusya, ABD ve AB emperyalizmlerinin aksine birbirleriyle çelişen ittifaklara girmekten çekinmemekte ve aynı zamanda da dışlandığı dünya siyasetinde belirleyici rol oynama isteğinin altını ısrarla çizmektedir. Rusya örneğin İran’ın nükleer programının çözümünde ABD ve AB ile işbirliğinde hareket etmiş, ama Ukrayna ve Doğu Avrupa’da ABD ve AB’nin çıkarlarının tamamen zıttı politikalar izlemiştir. Aynı şekilde hem BRICS ülkeleri ile olan işbirliğini derinleştirmekte, hem Venezuela gibi »Batılı olmayan güçlerle« yeni ve derin ilişkiler kurmakta, hem de Türkiye gibi NATO üyesi ülkeler veya AB ülkeleriyle büyük hacimli ekonomik ilişkiler sürdürmektedir. Türkiye ile nükleer santral inşaatı ve doğal gaz satımı gibi ciddi ekonomik ilişkilerini sürdürürken de, Suriye’de Türkiye’nin politikalarını boşa çıkartabilmektedir.
O açıdan Rusya’nın Suriye’deki müdahalesini çoklu anlamda ele almak gerekmektedir, yani hem bir savunma, hem de bir saldırı stratejisi olarak. Bununla birlikte Rusya’nın Suriye müdahalesinin tam da emperyalist hegemonyada ciddi kırılmaların yaşandığı ve »Batılı olmayan güçlerin« etkinliklerinin arttığı bir döneme rast gelmesi bir tesadüf değildir, aksine bu gelişmelerin hem bir sonucu, hem de bu gelişmeleri hızlandıran bir faktördür. Son 10 yıla baktığımızda, emperyalist güçlerin hem işbirlikçilerine, hem de stratejik rakip olarak nitelendirdikleri »Batılı olmayan güçlere« çeşitli tavizler vermek zorunda kaldıklarını görebiliriz. Örneğin G7 zirvelerinde dünya siyasetini şekillendirme imtiyazını, G20 zirvelerinde eşik ülkeleri ile paylaşmak zorunda kalmışlardır. Veya: Çin devasa bir ekonomi gücü hâline gelir ve toplam 2,8 trilyon Dolar ile dünya çapındaki döviz rezervlerinin yüzde 42’sini ellerinde tutan BRICS ülkeleri »New Development Bank« ile saygınlıklarını çoktan yitirmiş olan Dünya Bankası ve IMF’ye alternatif bir mali kurum yaratırlarken, emperyalist güçlerin etkinlikleri eski gücünü yitirmekte, İsrail ve Türkiye gibi işbirlikçi devletlerin oligarşik yönetimlerinin kontrol altında tutulması zorlaşmakta ve stratejik hedeflerde geri adım atmak zorunda kalmaktadırlar. Sonuç itibariyle belirleyici olan gerçek, Rusya’nın Suriye’deki müdahalesinin şimdiden emperyalist politikaların hareket alanını daraltmakta olmasıdır. Bu, yeni bir durumdur.

Peki bu yeni durum bölge halkları ve işçi sınıfı açısından hangi sonuçlara yol açacaktır? Öncelikle Rusya’nın askeri müdahalesinin özünde, aynı emperyalist güçlerin müdahaleleri gibi BM Şartı’na aykırı düştüğünü vurgulamalıyız. Sonuçları itibariyle insanlık dışı terör gruplarını vuruyor olması, Rusya’nın da BM Şartı’nı çiğnemediği anlamına gelmez. Ancak, bu yeni durum Rojava’daki demokratik deneyin Suriye için bir model seviyesine gelme ve bu bağlamda Suriye’nin federatif biçimde toprak bütünlüğünün korunması fırsatını yaratma potansiyelini taşımaktadır. Verili sınırlarında demokratik ve federatif yapıda biçimlenecek bir »Yeni Suriye« her halükarda emperyalist stratejiler ve bölge egemenlerinin çıkarları için engelleyici bir faktör olacak ve emperyalist hegemonyadaki kırılmaları çoğaltacaktır. Böylesi bir yola girilip girilmeyeceği son haddede Suriye’deki halkların kendi kararları olacaktır. Bizlere düşen, ezilen ve sömürülenleri emperyalizm karşıtı adımlara cesaretlendirmek, onlarla dayanışmak ve en önemlisi, kendi ev ödevlerimizi yapmaktır: işçi sınıfının iktidarı için mücadeleyi örmek ve proletarya enternasyonalizminin gereklerini ikirciksiz yerine getirmek!