Emperyalist hegemonyadaki
kırılmalar ve Rusya faktörü
ABD devlet aklına dönüşen »Wolfowitz Doktrini« kaleme alındığında,
her ne kadar reel sosyalizm bir karşı devrim ile yıkılmış ve burjuvazinin
ölümcül düşmanı olan sosyalizm güçleri darmadağın edilmiş olsalar da,
emperyalist hegemonyanın tehlike altında olduğu kaygısı hâlâ canlıydı. »Tarihin
sonunu« ilân eden burjuva ideologları zafer sarhoşluğu altında dahi tarihsel
yasallığı, yani kapitalizmin her daim kendi mezar kazıcılarını yarattığı
gerçeğini unutmamışlardı. Bunun için tüm çabalarını komünizm »illetini« yok
etmeye, işçi sınıfının kendisi için sınıf olarak örgütlenmesini engellemeye,
yaşamın her alanını kapitalist sermaye birikiminin boyunduruğu altına sokmaya
ve emperyalizmin dünya çapındaki mutlak hegemonyasını kurmaya harcıyorlardı.
ABD emperyalizminin en gerici ve en saldırgan kesimlerinin siyasi
ve ideolojik temsilcilerinden olan Dick Cheney ve Paul Wolfowitz meşum
»doktrinlerini« belirttiğimiz kaygılar içerisinde ve »ABD’nin, SSCB benzeri
stratejik rakibi olabilecek her ülkeyi engelleme« hedefiyle kaleme almışlardı.
1989-1990 karşı devriminin şekillendirdiği dünya konjonktürü sosyalizmin
»ebediyen sonunun geldiğini« telkin etse de, son 25 yıllık dönem, tüm
emperyalist müdahale savaşlarına, işgallere, rejim değişikliklerine ve
kapitalizmin neoliberal uygulamalarının dünya çapında elde ettiği zaferlere
rağmen, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin mutlak hegemonya kuramadığını
kanıtladı. Aynı şekilde emperyalizmin sadece bir değil, birden fazla stratejik
rakip olma potansiyeline sahip ülkeyle karşı karşıya olduğunu gösterdi.
Son 25 yıl, emperyalist güçlerin öyle iddia edildiği gibi mutlak
güce sahip olamadıklarını da kanıtlamaktadır. Emperyalist güçler ellerindeki
olanaklarla istemediklerini çoğunlukla engelleyebilmektedirler, ancak her
istediklerini gerçekleştirebilecek güce sahip değillerdir. Dahası, emperyalist
hegemonyadaki kırılmaları engelleyememektedirler. Bu durumun bir çok nedeni
vardır ve bu nedenlerden birisi, BRICS ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan,
Çin ve Güney Afrika) emperyalist hegemonyanın boyunduruğu altına sokulmaya
direnerek, emperyalist güçlerin hegemonik adımlarını tökezleten politikalar
izlemeleridir. BRICS ülkeleri bağımsız duruşları ve izledikleri dış
politikalarla nesnel açıdan emperyalizm karşıtı bir konuma yerleşmişlerdir. Bu
konumlanışları emperyalist hegemonyadaki kırılmaları teşvik etmektedir.
Suriye’deki güncel hamleleriyle bağlantılı olarak Rusya’nın konumlanışını ve dış
politikasını irdelediğimizde, bu tespitin haklılığını kanıtlayabiliriz.
Rusya antiemperyalist midir?
Ara başlıktaki bu soruya verilebilecek yanıt açıkça »hayır« dır.
BRICS ülkelerinin önde gelen iki gücünden birisi olan Rusya’nın dış
politikasının nesnel olarak emperyalizm karşıtı olması, Rusya Federasyonu’nu a
priori antiemperyalist yapmamaktadır. Rusya’nın antiemperyalist olmadan emperyalizm
karşıtı politikalar izlemesi bir çelişki değildir. Bunu açıklamak için önce
Lenin’e başvurmak doğru olacak.
Lenin, 1916 Ocak’ı-Haziran’ı arasında kaleme aldığı çığır açıcı
»Kapitalizmin en üst aşaması olarak emperyalizm« başlıklı eserinde emperyalizm
tanımının içermesi gereken beş temel emareyi şöyle sıralamaktadır: »1. İktisadi
yaşamda belirleyici rol oynayan tekelleri yaratacak derecede yüksek bir gelişme
seviyesine ulaşan üretimin ve sermayenin yoğunlaşması; 2. Banka sermayesinin
sanayi sermayesiyle [bir potada eriyerek] birleşmeleri ve bu ›mali sermaye‹
temelinde bir mali oligarşinin oluşması; 3. Sermaye ihracı, ürün ihracatından
farklı olarak, olağanüstü bir önem kazanır; 4. Dünyayı aralarında paylaşan
tekelci kapitalist birlikleri oluşur, ve 5. dünyanın büyük kapitalist güçler
arasındaki toprak paylaşımı tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali
sermayenin egemenliğinin oluştuğu, sermaye ihracının olağanüstü önem kazandığı,
dünyanın uluslararası tröstler arasındaki paylaşımının başladığı ve büyük
kapitalist ülkeler arasında dünyanın tüm toprak paylaşımının tamamlandığı o
gelişme aşamasındaki kapitalizmdir. « (W.I. Lenin, Werke, Berlin 1971, 22.
Cilt, S. 270-271)
Lenin’in emperyalizm tanımı ve tanımında
belirleyici olan sınıfsal tahlil geçerliliğini günümüzde de korumaktadır ve hiç
şüphesiz, »emperyalist dönem sona erdi, işbirliği temelinde kazan-kazan dönemi
başladı« türünden liberal söylemlerin içi boş ve demagojik laf salatasından
ibaret olduklarını kanıtlamaktadır. Burada şunu da vurgulamakta yarar var:
Emperyalizm salt mali sermayenin oluşmasıyla birden bire ortaya çıkmadı, aksine
merkezileşmiş devletlerin neredeyse 300 yıllık saldırı, işgal, ilhak ve
yağma-talan geleneklerini kapitalizmin tekelci aşaması ile bütünleştirerek
süreç içerisinde oluştu.
Suudi Arabistan ve Almanya’dan sonra
dünyanın üçüncü büyük ticaret fazlasına sahip olan Rusya’ya baktığımızda ise,
bu ülkenin emperyalist güç olabilme koşullarına sahip olamadığını görürüz. Bir
kere Rusya Batılı emperyalist güçlerden tamamen farklı olan bir kapitalist
gelişme süreci içerisinde. Çarlık rejimini alaşağı eden 1917 Büyük Ekim Devrimi
ile 1989-1990 karşı devrimi arasındaki reel sosyalizm dönemi, Rus
kapitalizminin Batı’dakine benzer bir gelişme sürecine girmesi engelledi.
İkincisi, 1990 sonrası kapitalist gelişme kuralsız talan ekonomisini ve oligark
yapıları ortaya çıkaran orantısız bir süreci izledi. Üçüncüsü, Rusya ticaret
fazlasıyla, yani ürün ihracı (ki daha çok hammadde) ile müthiş bir sermaye
birikimi sağlamış olsa da, yurt dışına kredi vererek sermaye ihracını kontrol
edebilecek ve dünya mali piyasalarında etkin rol oynayabilecek uluslararası
mali kurumlara sahip değildir. Empirik verilere bakıldığında, Rusya
burjuvazisinin somut sermaye ihracının büyük bölümünün kara para ve vergi
cennetlerine sermaye kaçırma/aktarma eylemlerinden ibaret olduğu görülür. Kaldı
ki burjuva ekonomistleri dahi Rusya burjuvazisinin sermaye ihracını sınıfdaşı
Batı burjuvazisi gibi kontrol edebilme gücüne sahip olamadığını
vurgulamaktadırlar. Böylesi bir güce ulaşabilmeleri de şu an için hayli şüpheli
görülmektedir. Tüm bu nedenlerden dolayı Rusya’yı emperyalist güç olarak
nitelendirmek yanlış olur. Rusya Federasyonu, kendisini şimdilik emperyalizmin
hegemonyasının dışında tutabilen, bu ısrarıyla emperyalizm karşıtı politikalar
geliştirmek zorunda kalan, aynı zamanda tekelci tandansı güçlenen bir devlet
kapitalizmi olarak değerlendirilmelidir.
Rusya’nın emperyalist bir güç olmadığı tespiti ve Rusya egemen
sınıflarının öznel isteklerinden tamamen bağımsız, Rusya Federasyonu’nun
emperyalist güçlerin çıkarlarına ters düşen politikalar izlemek zorunda
kalmasının anlaşılması, kanımızca Rusya’nın Ortadoğu’daki yeni rolünün ve
bölgedeki stratejik hamlelerinin sonuçlarının doğru değerlendirilmesini
kolaylaştıracaktır.
Suriye’de dönüm noktası
Rusya hava kuvvetlerinin Esad rejimi lehine Suriye ihtilafına
müdahil olmaları ve DAİŞ çetelerinin yanı sıra Hama, Homs ve İdlib’te El Nusra
Cehesi gibi diğer terör gruplarıyla bazı silahlı »muhalefet gruplarını«
vurması, bir çok açıdan Suriye’de bir dönüm noktasına varıldığını
göstermektedir. Rusya’nın hava saldırıları aynı zamanda da hem Moskova’nın
Ortadoğu’daki etkinliğinin artmakta olduğuna, hem de genel olarak »Batılı olmayan
güçlerin« dünya siyasetinde giderek güçlenmekte olduklarına işaret etmektedir.
Her iki durum da emperyalist hegemonyaya vurulan birer darbe olarak
değerlendirilmelidir. Ama önce Rusya’nın Suriye’deki angajmanını irdeleyelim.
Rusya, Suriye’deki savaşa müdahil olmak zorundaydı dersek, yanlış
olmaz. Çünkü Suriye, Rusya açısından Ortadoğu’da kalabilmesini sağlayacak tek
ve son »kapıydı«. Esad rejiminin bertaraf edilmesi, Rusya’nın savaş gemilerini
konuşlandırdığı Tartus Limanı’nı kaybetmesi ve böylelikle gerek Doğu Akdeniz’in
devasa doğalgaz kaynaklarından, gerek genel olarak Ortadoğu’nun zengin enerji
kaynaklarından, gerekse de dünya siyasetinin şekillenmesinde belirleyici rol
oynayan bir alandan daha uzaklaştırılması anlamına gelecekti. Rusya’nın bir diğer
kaygısı da, Suriye ve Irak’ta yok edilmemiş, en azından önemli ölçüde güç
kaybettirilmemiş islamist terör şebekelerinin zaman içerisinde Kafkasya ve
Merkez Asya’nın Müslüman nüfusu çok olan ülkelerinde de benzer girişimlerde
bulunmak için cesaretlendirilmeleri ve böylelikle Rusya’nın bütünü için ciddi
bir »güvenlik tehdidi« hâline getirilmelerinin söz konusu olmasıydı. Sadece bu
iki nedenden dolayı Rusya’nın müdahil olması kaçınılmazdı ve Rusya sonucunda
tam ABD ve Türkiye’nin »eğit-donat« programının fiyaskoyla sonuçlandığı, dünya
kamuoyunda ABD’nin DAİŞ karşıtı »angajmanının« sorgulandığı, AB’nin mülteci
akını karşısında – deyim yerindeyse – kontrpiyede kaldığı, Rojavalıların bölge
hakimiyeti kazandığı ve Suudi Arabistan ile İsrail’in tüm çabalarına rağmen,
İran’ın bölgedeki etki alanının genişlediği bir anda askeri müdahale kararı
alarak, gerek emperyalist güçlerin, gerekse de Türkiye ve Suudi Arabistan gibi
işbirlikçi devletlerin tüm stratejilerini bir hamlede altüst etti.
Aslına bakılırsa Washington, Berlin, Brüksel ve bilumum
işbirlikçileri, Rusya’nın bombardımanları sonucunda şimdiye kadarki tüm
çabalarının başarısızlıkla sonuçlandığını kabullenmek zorunda kaldılar: Ne Esad
alaşağı edilebildi, ne »ılımlı« muhalifler etkin kılınabildiler, ne İran, ne de
Rusya ihtilaf dışı bırakılabildiler. Washington Stratejik ve Uluslararası
Araştırmalar Merkezi (CSIS) Rusya uzmanı Jeffrey Mankoff Ekim başında Alman
devletinin yayın organı olan Deutsche Welle’ye verdiği mülakatında, ABD
emperyalizmi açısından asıl soruna şöyle dikkat çekiyor: »Ruslar esas
itibariyle ABD’nin bölgesel balansları biçimlendiren anahtar güç olduğuna dair
anlayışı sorguluyor«.
ABD, Obama yönetimi tarafından geliştirilen İran Yakınlaşma
Politikası ve aynı anda yürütülen Suudi Arabistan Destek Politikalarıyla, İran
ve Suudi despotları arasında süren bölgesel egemenlik çatışmasını kendi
çıkarları temelinde kontrol edebileceğini hesaplıyordu. Zaten bu çerçevede
Suriye’de yürütülen vekalet savaşına kâh İran’a yakın, kâh Suudilere yakın
güçlere yardımcı olacak, ama savaşın »kontrol altında« sürdürülmesini
engellemeyecek askeri müdahalelerde bulunuyordu. Bu bağlamda şöyle bir örnek
verilebilir: ABD hava kuvvetleri II. Irak Savaşı esnasında »netice almak« için
günde 3 bini aşan hava saldırıları gerçekleştiriyorlardı. DAİŞ’e karşı ise
bugüne kadar gerçekleştirilen hava saldırıları günde 15 ila 20’yi
geçmemektedir. Yani ABD’nin bugüne kadar »netice alıcı« müdahalelerden uzak
durduğu söylenebilir.
Ancak Rusya’nın Suriye’deki ihtilafa, daha doğrusu İran ve Suudi
despotları arasındaki jeopolitik çatışmaya doğrudan İran’ın yanında müdahil
olması, ABD’nin bu politikalarını bir anda boşa düşürdü. Suriye’de 2 binden
fazla askeri »uzman«, SU-24 saldırı jetleri, SU-25 savaş uçakları ve çok sayıda
saldırı helikopteri konuşlandıran Rusya, Hazar Denizi Filosunun uzun menzilli
roketlerinin de yardımıyla sadece DAİŞ çetesini değil, diğer islamist terör
gruplarını da vurarak, Suriye ordusunun ve aynı zamanda Rojava’daki YPG ve YPJ
güçleri ile onlarla ittifak kuran Arap güçlerinin konumunu güçlendirdi.
Rusya’nın İran lehine müdahil olması şüphesiz bölgesel olarak sınırlı düşünülen
bir ihtilafın uluslararası bir ihtilafa dönüşmesi tehlikesini de artırmış oldu,
ama bu Rusya yönetiminin önceden hesapladığı ve lehlerine olacağını düşündüğü
bir durum. Çünkü bölgede değişen güç dengelerinin getirdiği kırılmaların yanı
sıra, hali hazırda uluslararası alanda bir savaşa yönelik adım atmayı göze
alabilecek bir güç yok. O açıdan Rusya, nükleer cephanesinin şemsiyesi altında
olduğu müddetçe Suriye’de ve muhtemelen yakında Irak’ta da »islamist terör
tehdidine« karşı planlarını engelleme olmadan uygulayabileceğini hesap ediyor.
Suriye müdahalesi, kuşatmayı yarma
stratejisidir
Rusya 1991’den bu yana ağırlığını hep tarihsel ve geleneksel bağların
bulunduğu bölgelere: Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkaslara veriyordu. 2008
Kafkasya Savaşı ve güncel Ukrayna krizinde uyguladığı politikalarla ABD
emperyalizminin Rusya’yı NATO üyesi ülkelerle kuşatma stratejisini boşa
çıkartmıştı. Ancak ABD ve AB’nin bilhassa Doğu Avrupa ve Ukrayna’daki
çabalarını devam ettirmeleri, Rusya üzerindeki »kuşatma« baskısını artırdı.
Bunun üzerine Rusya’nın, BM Güvenlik
Konseyi Daimi Üyesi olmanın da verdiği cesaretle, son 25 yıllık »bölgesel
etkinlik stratejisini« terk ederek, »dünya siyasetine müdahil olma yetisine
sahip aktör« rolünü oynamaya karar vererek, bu baskıdan kurtulma yolunu seçtiği
söylenebilir. Bu bağlamda Suriye’ye müdahale etmesini zorunlu kılan üçüncü
etkenin kuşatmayı yarma stratejisi olduğunu vurgulayabiliriz.
Rusya’nın Suriye müdahalesi elbette Soğuk Savaş dönemine geri
dönüş anlamını taşımıyor. Kaldı ki Rusya kapitalizmin sistem alternatifi falan
da değil. Ama Rusya’nın bu son stratejik hamlesi, dünya siyasetinde değişimlere
yol açacağından özel bir önem taşımaktadır. Çünkü Rusya, ABD ve AB
emperyalizmlerinin aksine birbirleriyle çelişen ittifaklara girmekten
çekinmemekte ve aynı zamanda da dışlandığı dünya siyasetinde belirleyici rol
oynama isteğinin altını ısrarla çizmektedir. Rusya örneğin İran’ın nükleer
programının çözümünde ABD ve AB ile işbirliğinde hareket etmiş, ama Ukrayna ve
Doğu Avrupa’da ABD ve AB’nin çıkarlarının tamamen zıttı politikalar izlemiştir.
Aynı şekilde hem BRICS ülkeleri ile olan işbirliğini derinleştirmekte, hem
Venezuela gibi »Batılı olmayan güçlerle« yeni ve derin ilişkiler kurmakta, hem
de Türkiye gibi NATO üyesi ülkeler veya AB ülkeleriyle büyük hacimli ekonomik
ilişkiler sürdürmektedir. Türkiye ile nükleer santral inşaatı ve doğal gaz
satımı gibi ciddi ekonomik ilişkilerini sürdürürken de, Suriye’de Türkiye’nin
politikalarını boşa çıkartabilmektedir.
O açıdan Rusya’nın Suriye’deki müdahalesini çoklu anlamda ele
almak gerekmektedir, yani hem bir savunma, hem de bir saldırı stratejisi
olarak. Bununla birlikte Rusya’nın Suriye müdahalesinin tam da emperyalist
hegemonyada ciddi kırılmaların yaşandığı ve »Batılı olmayan güçlerin«
etkinliklerinin arttığı bir döneme rast gelmesi bir tesadüf değildir, aksine bu
gelişmelerin hem bir sonucu, hem de bu gelişmeleri hızlandıran bir faktördür.
Son 10 yıla baktığımızda, emperyalist güçlerin hem işbirlikçilerine, hem de
stratejik rakip olarak nitelendirdikleri »Batılı olmayan güçlere« çeşitli
tavizler vermek zorunda kaldıklarını görebiliriz. Örneğin G7 zirvelerinde dünya
siyasetini şekillendirme imtiyazını, G20 zirvelerinde eşik ülkeleri ile
paylaşmak zorunda kalmışlardır. Veya: Çin devasa bir ekonomi gücü hâline gelir
ve toplam 2,8 trilyon Dolar ile dünya çapındaki döviz rezervlerinin yüzde
42’sini ellerinde tutan BRICS ülkeleri »New Development Bank« ile
saygınlıklarını çoktan yitirmiş olan Dünya Bankası ve IMF’ye alternatif bir
mali kurum yaratırlarken, emperyalist güçlerin etkinlikleri eski gücünü
yitirmekte, İsrail ve Türkiye gibi işbirlikçi devletlerin oligarşik
yönetimlerinin kontrol altında tutulması zorlaşmakta ve stratejik hedeflerde
geri adım atmak zorunda kalmaktadırlar. Sonuç itibariyle belirleyici olan
gerçek, Rusya’nın Suriye’deki müdahalesinin şimdiden emperyalist politikaların
hareket alanını daraltmakta olmasıdır. Bu, yeni bir durumdur.
Peki bu yeni durum bölge halkları ve işçi sınıfı açısından hangi
sonuçlara yol açacaktır? Öncelikle Rusya’nın askeri müdahalesinin özünde, aynı
emperyalist güçlerin müdahaleleri gibi BM Şartı’na aykırı düştüğünü
vurgulamalıyız. Sonuçları itibariyle insanlık dışı terör gruplarını vuruyor
olması, Rusya’nın da BM Şartı’nı çiğnemediği anlamına gelmez. Ancak, bu yeni
durum Rojava’daki demokratik deneyin Suriye için bir model seviyesine gelme ve
bu bağlamda Suriye’nin federatif biçimde toprak bütünlüğünün korunması
fırsatını yaratma potansiyelini taşımaktadır. Verili sınırlarında demokratik ve
federatif yapıda biçimlenecek bir »Yeni Suriye« her halükarda emperyalist
stratejiler ve bölge egemenlerinin çıkarları için engelleyici bir faktör olacak
ve emperyalist hegemonyadaki kırılmaları çoğaltacaktır. Böylesi bir yola
girilip girilmeyeceği son haddede Suriye’deki halkların kendi kararları
olacaktır. Bizlere düşen, ezilen ve sömürülenleri emperyalizm karşıtı adımlara
cesaretlendirmek, onlarla dayanışmak ve en önemlisi, kendi ev ödevlerimizi
yapmaktır: işçi sınıfının iktidarı için mücadeleyi örmek ve proletarya
enternasyonalizminin gereklerini ikirciksiz yerine getirmek!