Paris
katliamı cihatçı terör örgütlerinin vahşetini bir kez daha gözler önüne serdi.
Korku salmayı hedefleyen cihatçı terörün bu hedefine ulaştığını tespit
edebiliriz. Paris katliamı aynı zamanda böylesi eylemleri demokratik kurumları
işlevsizleştirmek, özgürlükleri rafa kaldıran güvenlik politikalarını uygulamak
ve militarist dış politikaya gerekçe bulmak isteyen burjuva hükümetlerine de
yeni cephane vermiştir. Nitekim Avrupa’da yeniden hortlatılan terör histerisi
ve yaratılan panik ortamı AB hükümetlerinin silahları kuşanmalarına yetti.
Terör
histerisinde her zaman olduğu gibi burjuva medyası meşum bir rol oynuyor.
Hükümetlerin ve güvenlik bürokrasisinin filtrelenmiş bilgileri eleştirisiz
haber kaynağı olarak kullanılırken, terörü ortaya çıkartan asıl nedenlerin üstü
bilinçli olarak örtülüyor. Böylelikle ve hükümetlerden anayasal haklar ile BM
Şartı’nı rafa kaldıracak »sert« tedbirler alınmasını talep eden yorumlarla
kamuoyu algısı manipüle ediliyor.
Örneğin
G20 zirvesinin yetersiz kaldığı ve »dünya liderlerinin« ivedilikle »teröre
karşı savaş açmaları« gerektiği vurgulanıyor. Yani ilân edilmemiş, ama fiilen
yürütülen Üçüncü Dünya Savaşının, bağımsız ülkelere yönelik müdahalelerin,
işgallerin, sömürünün, cihatçı terörün ortaya çıkmasının asıl sorumlularından
ve despotik yönetimlerden »çözüm« bekleniyor. Bu, keçiyi bahçıvan veya azılı
kundakçıyı itfaiye şefi yapmak kadar anlamlıdır.
Hafta
başında basına haber olan bir araştırma, sadece 2014’de dünya çapında toplam
32.658 insanın terör nedeniyle yaşamını yitirdiğini tespit etmiş. Londra’daki
»İktisat ve Barış Enstitüsünün« araştırmasına göre, terör kurbanlarının
sayısında 2013’e nazaran yüzde 80 artış söz konusu. »Terör Endeksi« 32.658
insanın yüzde 78’inin Afganistan, Irak, Nijerya, Pakistan ve Suriye’de yaşamını
yitirdiğini tespit ediyor. 2014’de sadece Irak’ta on bin kişi terör nedeniyle
yaşamını yitirmiş. Avrupa’ya akın eden mülteci kitlelerinin büyük çoğunluğunun
bu ülkelerden geliyor olması demek ki bir tesadüf değil.
Buna
rağmen AB hükümetleri savaş retoriğini sertleştiriyor ve savaş kışkırtıcılığına
devam ediyorlar. Elbette bu, burjuva hükümetlerinin ve NATO gibi militarist
kurumların karakteristik özelliğidir. Burjuva basınının karakteristik özelliği
ise, manipülatif habercilikle burjuva sınıf tahakkümünü güçlendirmek ve »vatan
cephesini« savaşa hazırlamaktır.
Gelinen
aşamada iki ciddi tehlike söz konusudur: Birincisi vekâlet savaşlarının daha
fazla yayılması ve bilhassa kapitalizmin merkez ülkelerinde emperyalist
savaşlara geniş toplumsal rıza sağlanmasıdır. İkincisi ise, DAİŞ örneğinde
olduğu gibi, dinin ve mezhepçiliğin ulus devletin kurucu ideolojisi hâline
getirilmesidir. Eğer din ve mezhepçiliğin ulus devletin kurucu ideolojisi
hâline getirilmesi yaygınlaşırsa, ki bunun emareleri görülmektedir, o zaman
geçen yüzyılda yaşanan soykırımları gölgede bırakacak bir sürecin önü
açılacaktır. Bu bağlamda Paris katliamı unutmaya fazlasıyla meyilli olduğumuz
bir gerçeğin altını çizmektedir: »Ya sosyalizm, ya barbarlık!«.