1989/90 karşı devrimiyle sosyalizmin dünya
çapında aldığı yenilginin 26. yılında insanlığın neleri kaybettiği ve daha
neleri kaybetmek üzere olduğu daha da belirginleşiyor. Reel sosyalizm tüm
hatalarına, bürokratikliğine ve zayıflıklarına rağmen, emperyalist güçleri
sınırlamış, dahası, özellikle Avrupa’da sistem alternatifi olma vasfıyla ve
güçlü sendikal hareketin de katkısıyla egemen sınıfları – Ren kapitalizmi gibi
– »sosyal devlet« uzlaşısına zorlamıştı.
Bugün ise kapitalist-emperyalist sistem
dizginsizleşerek tüm dünyayı boyunduruğu altına alma çabasıyla barbarlığın
imparatorluğu kurmak istiyor. Dünya çapında 60 milyondan fazla mülteci,
kitlesel yoksulluğun, sefaletin, açlığın, militarizmin, milliyetçiliğin ve
savaşların sonucu olarak, 21. Yüzyıl’ın trajedisini ifade ediyor. Kısaca
kapitalist sömürü ve emperyalist yayılmacılığın insanlık için var oluş sorunu
olduğu daha bariz görünüyor.
Gerek kapitalizmin merkez ülkelerinde,
gerekse de Türkiye gibi çeper ülkelerde çoğunluk toplumları sömürüye, baskıya,
insanlık dışı uygulamalara ve savaşlara rağmen sessiz kalıyorlar. Korkunun
hakimiyeti çoğunluk toplumlarını ırkçılığın, milliyetçi-şovenist ve mezhepçi
anlayışların esareti altına sokuyor. Egemen sınıflar krizlerin yüklerini
çalışan sınıflara ve yoksullara daha çok yüklüyor, dünyayı kendi çıkarlarına
göre şekillendiriyorlar.
Aynı zamanda olası direnişleri başından
boğmak için, her yerde gerici devlet yapılanmalarını, otoriter güvenlik
rejimlerini inşa ediyorlar. Neoliberal dönüşüm ve militaristleşme
politikalarının engelsiz uygulanabilmesi için yeterli olamayan burjuva
demokrasilerinin »demokratik konsensüsü« feshediliyor ve burjuva devleti tüm
aparatıyla sermaye ve uluslararası tekellerin hizmetinde gericileştiriliyor,
otoriterleştiriliyor.
Yarattıkları ve teşvik ettikleri terör,
körükledikleri etnik-dinsel-cinsel-mezhepsel düşmanlıklar, refah şovenizmi ve
ezilenler ile sömürülenleri uyuşturan milliyetçi demagoji, sosyal ve demokratik
hakların yok edilmesi, parlamentoların işlevsizleştirilmesi, doğa ve kent
talanının genişletilmesi ve otoritarizmin hakim kılınması için birer egemenlik
aracı olarak kullanılıyorlar. Böylelikle Avrupa’da farklı ülkelere yönelik
askeri müdahale ve işgallere, Türkiye gibi ülkelerde ise kirli savaş
uygulamalarına, kitlesel kırımlara toplumsal rıza sağlayabiliyorlar.
Türkiye örneğinde kalalım: bu durum toplumsal
muhalefet güçlerine hangi görevleri yüklüyor? Acaba şimdiye kadar olduğu gibi,
parlamenter çalışmalara, vicdanlara ve mahkemelere seslenmeye güvenmek yeterli
mi – basının tek tipleştirildiği, yasama-yargı-yürütmenin tek elde toplandığı
ve faşizmin toplumsal tabanının yaratılmakta olduğu bir ülkede? Halk
kitlelerinin, ezilenlerin ve sömürülenlerin kendi eserleri olmayan bir barış,
demokrasi, eşitlik ve özgürlük kalıcı olabilir mi? Egemenler, direnişle
karşılaşmadan, attıkları adımlardan vazgeçerler, demokratik kurallara uyarlar
mı? Kanımızca günümüz Türkiye’sinde her bilinçli muhalifin yanıtlaması gereken
en ivedi sorular bunlardır. Gericilikten kurtuluşun, barış, demokrasi ve
eşitliğin yolu, verilecek yanıtta gizlidir.