Türkiye’de sürdürülen anayasa tartışmalarını izlerken, özellikle başta Taraf gazetesi olmak üzere »bu anayasa değişikliği ile askerî vesayet kalkacak« görüşünü yaygınlaştırmak isteyenlerin argümanlarını okurken, ister istemez »insan aklına böylesine hakaret reva mı?« sorusu kafama takılıyor. Argümanları sıralayanların entellektüel birikimine baktığımda ise, yeni moda deyimle »dumura uğruyorum«.
Düşüncemi açıklamak için biraz geniş bir yay çizmem gerek. Kısıtlı bilgimle bile herhangi bir ülkedeki – tabii ki burjuva demokrasilerini kast ediyorum – »Anayasa«nın bir toplumsal sözleşme olduğunu, bu sözleşmenin de toplumun geniş kesimleri tarafından içselleştirildiği durumda hukuku belirler hâle geldiğini öğrendim. Ayrıca tarihe baktığımızda, her anayasanın, belirli devinimler sonrasında ve genellikle bolca kan dökülmesinin ardından bir nevi toplumsal uzlaşı ile yürürlüğe sokulduğunu görebiliriz.
Örnek olarak Almanya’da yürürlükte olan anayasayı, daha doğrusu Bonn Temel Yasası’nı (Grundgesetz) ele alalım: Aslında bugün bile »anayasa« adını taşımayan bu temel metin, Almanya Federal Cumhuriyeti’nin kurulma aşamasında ABD işgal güçleri komutanının dayatması ile, aralarında komünistler de olmak üzere, dönemin Almanya’sındaki toplumsal güçlerin önemli bir kesiminin katılımı ile kaleme alınmıştı. 23 Mayıs 1949’da Parlamenter Konsey’in Bonn’da yapılan son toplantısında karar altına alınan Temel Yasa, aslında geçici bir anayasa rolünü üstlenmişti. Çünkü Sovyetler Birliği işgali altındaki Doğu Almanya’nın kısa sürede Birleşik Almanya’ya katılacağı düşünülüyordu. Ama bilindiği gibi tarih farklı işledi ve Temel Yasa ancak 1990 sonrasında birleşik Almanya’nın anayasası hâline gelebildi.
İki dünya savaşı, Holocoust ve milyonlarca ölümün yarattığı travmanın sonucunda kaleme alınan Temel Yasa, burjuva demokrasileri içerisinde, ABD anayasasından sonra en ilerici anayasa metni olarak kabul edilir. Temel hak ve özgürlükleri, bütün yasaları belirler biçimde garanti altına alan Temel Yasa, aynı zamanda örneğin merkezî önemdeki sanayi teşekküllerinin toplumsallaştırılmasını da olanaklı kılmakta ve Federal Ordu’nun görevini mutlak savunma olarak kısıtlamaktadır.
Ancak böylesi ilerici bir anayasa, nasıl ABD anayasası Guantanamo’yu olanaklı kıldıysa, anayasal bir yükümlülük olan Almanya sosyal devlet anlayışının yıkılmasını, temel hak olan »sığınma hakkının« lağv edilmesini ve Federal Ordu’nun BM Hukuku’na aykırı olarak saldırı savaşları ve işgallerine katılmasını engelleyememiştir. Çünkü anayasanın ruhuna sahip çıkan toplumsal bir muhalefet ortaya çıkmamıştı. Aksine Temel Yasa’da yapılan antidemokratik bütün değişimler, neoliberal politikaların sonucunda yaratılan korku toplumu tarafından çoğunlukla onaylanmıştı.
Şimdi tekrar başa dönersek; Türkiye’de yürürlükte olan T.C. Anayasa’sı temel hak ve özgürlükleri, yasaları belirler biçimde garanti almak yerine, »hak ve özgürlüklerin kullanımı yasa ile belirlenir« diyerek kısıtlamıyor mu? Bu anayasa herşeyden önce bir cunta anayasası değil mi? Anayasanın ruhu, özünde bir ceza yasasını andırmıyor mu? Anayasa, toplumun geniş kesimlerini içeren bir mutabakat ve uzlaşı sonrasında kabul edilen bir toplumsal sözleşme yerine, daha çok egemenler tarafından silah zoruyla dikte edilen bir metin değil mi? Eğer öyleyse, bir bütün olarak antidemokratik bir metnin, sadece kısmî değişiklikleri anayasanın ruhunu değiştirmeyecek kozmetik rütuştan ibaret olmayacak mı?
Hadi bunları bir yana bırakalım, başta Seçim ve Siyasî Partiler Yasaları olmak üzere, yürürlükteki bütün yasaların antidemokratikliği, »evet« ve »hayırcılar« tarafından teyid edilmesine rağmen, yürürlükteki anayasaya aykırı olmadıkları söz konusu değil mi? Ve tüm bunlardan, ah o ne kadar »demokratik« AKP hükümetinin veya BDP dışındaki muhalefetin herhangi bir rahatsızlığı söz konusu mu? ABD ve Almanya anayasalarından yüzyıl farkıyla geride kalan bir T.C. Anayasa’sının demokratikleşme, barış ve adalet önüne koyacağı engeller salt bir »evet« veya »hayır« ile aşılabilir mi? Kürtlerin, bir insanın doğuştan elinde olması gereken haklara yönelik taleplerini ve uğradıkları haksızlıları saymıyorum bile. Böylesi bir durumda, ilerici ve demokrat kesimlerin destekleyeceği bir halk hareketinin geliştirdiği bir boykot kampanyası, reel değişimi zorlayacak en radikal, en demokratik eylem değil mi?
Ve son bir soru; Taraf gazetesindeki ünlü isimlerin oluşturduğu o büyük entellektüel birikim tüm bunları bilmiyor mu?
Bu sorunun iki yanıtı var: Ya bu entellektüel birikim, içi boş, dünya ve tarihten birhaber bir fildişi entelijensiyası, ya da bilinçli olarak görüngüsü değişmekte olan vesayet rejiminin nomenklaturası olmaya aday bir yapı. İşin kötüsü, her iki durum da Fırat’ın Batısındaki entellektüel birikimin ne denli içler acısı durumda olduğunu kanıtlıyor.
Not: İlgilenenler Pyotr Dimitriyewiç Boborkin’in 19. Yüzyıl’da tanımladığı »entelijensiya« ile »nomenklatura«nın ne anlama geldiğini, eski yoldaşım ve Taraf yazarı Nabi Yağcı’dan öğrenebilirler.