Ya da »Türk Sosyalizmi«nin içler acısı hâli üzerine bir polemik
Dünya çapında sosyal forum süreçlerinin bir kriz içerisinde olduğu, bilhassa Avrupalı sosyal hareketlerin »başka bir dünya olanaklı«dan, »başka bir dünya sosyalizmdir« noktasına gelişinin hayli sancılı geçtiği ve yıkım yaratan küresel ekonomik ve malî krizin tek tek ülkelerdeki sosyal hareketleri »kendi sınırları içerisindeki« gelişmelere yoğunlaştırdığı bilinen bir gerçekti. Bununla birlikte, aynı Malmö’de görüldüğü gibi, kıtanın çeperinde düzenlenen bir foruma katılımın az olacağı da tahmin ediliyordu.
Nitekim İstanbul’da gerçekleşen 2010 Avrupa Sosyal Forumu, neredeyse yarısı yurtdışından olmak üzere 2.500 – 3.000 kişinin katılımıyla bitirildi. Şahsen ASF’nun Türkiye’de yapılmasının önemli bir fırsat olduğunu düşünüyor ve özellikle Türkiye’deki sosyal hareketlerin, emek hareketlerinin, sol – sosyalist örgütlerin ve elbette Kürt hareketinin farklı kurumlarının ASF’nu hem uluslararası dayanışmayı sağlamak, hem de Avrupalı hareketlerin İstanbul’da olmasından faydalanarak, Türkiye’nin en temel sorunlarını uluslararası demokratik kamuoyuna taşıyarak, egemen politika üzerinde baskı oluşturmaya çalışacaklarını tahmin ediyordum. Ama gerçekler hiç te öyle değildi. Büyük bir hayal kırıklığı içinde Almanya’ya döner dönmez bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.
Öncelikle ASF’nun İstanbul’da yapılmaması için çeşitli gerekçeler ileri süren Avrupalı kimi örgütün olduğunu, Türkiye’de böylesi bir forumu örgütlemenin karşısına çıkan maddî-manevî engellerin hazırlıkların önüne ciddî sorunlar çıkardığını ve coğrafî konumun gerçekten de – bilhassa Doğu Avrupa’dan – katılımı azaltacağını bir çok aktivist gibi ben de biliyordum. Hazırlık toplantılarında bu tür kaygılar dile getirilmiş, maddî sorunların üstesinden gelinmesi için çeşitli olanaklar araştırılmış, hatta forumun ertelenmesi dahi dile getirilmişti. Sosyal forumlar uzmanlık alanım olmamasına rağmen, ertelenmenin doğru olmayacağını düşünüyordum.
Açıkcası kadrolu çalıştığım Rosa Luxemburg Vakfı’nda ASF’ndan sorumlu arkadaşlarım ve ASF süreci içerisinde sorumluluk alan DIE LINKE’li yoldaşlarım görüşlerime başvurduklarında, kaygılarını anladığımı, Türkiye’de saatlerin biraz farklı işlediğini, ama Türkiye’deki arkadaşların kitlesel bir forumu örgütleyebilecek konumda olduklarını, onları desteklemek gerektiğini söylüyordum. Ne de olsa henüz geçen yıl ilk kez Diyarbakır’da gerçekleştirilen ve yaklaşık onbin kişinin katıldığı Mesopotamya Sosyal Forumu’nun deneyimleri hâlâ akıllardaydı ve Diyarbakır, İstanbul’da da benzer bir katılımın olacağına işaret ediyordu. Ayrıca Haziran sonunda Detroit’da gerçekleştirilen ABD Sosyal Forumu da onbeş bin kişinin katılımıyla sona ermişti. Bu nedenle, geçen forumlarda olduğu gibi yerel yönetimlerin desteği olmasa da, hareketli geçecek bir forumun gerçekleşmemesi için hiç bir nedenin olmadığı inancındaydım.
Organizasyonda zaafiyet mi, siyasî umursamazlık mı?
ASF boyunca yaşanılan aksaklıklar, katılımcıların geniş bir kesiminde eleştirilere neden oldu. ASF’nun İstanbul’da yapılmasına karşı çıkanlar, sanki haklı çıkartılıyordu. Ancak forumu yapıcı bir eleştiriyle değerlendirenler de yoktu değil. Kendi eleştirime geçmeden, Avrupa’daki eleştirileri ortalama olarak veren iki alıntı yapmak doğru olacak. İlki, Rosa Luxemburg Vakfı’ndan Judith Dellheim’ın eleştirisi:
»(...) Değerlendirilmesi gereken hayli fazla nokta var. Ancak bunu yaparken, dayanışmacı eleştiri getirmek son derece önemli, çünkü 2008/2009’da üzerine anlaşılan iki amaç, sonuçları ağır olmak üzere yerine getirilemedi: 1. Malmö’deki ASF’nun ardından ›sosyal forum düşüncesine‹ yeni çekicilik kazandırmak ve ›Avrupa’yı dayanışmacı bir biçimde soldan değiştirme‹ hedefini somutlandırmak; 2. Yer olarak İstanbul’u seçerek, hem Türkiye’deki sola etkin politik destek vermek, hem de [ASF’nun kendisine] karmaşık ›Kürt Sorununa‹ ve insanî varolma sorunlarına adil çözüm getirmeye yardımcı olacak biçimde AB’nin küresel bir dayanışmacı aktör olabileceği adımları tartışmak için uygun bir fırsat vermek. Başarılı olunamamasının ardında, birbiri ile bağlantılı olan iki temel neden var: Malmö’de varılan uzlaşılar uygulanmaya sokulmadı ve Türkiye’nin çelişkili sol spektrumunda yanlış aktörler seçildi. Daha sivriltilerek söylersek: Avrupa Sosyal Forumları, sadece kendi ülkenizde nasıl politik etkinlik kazanırızı düşünerek, Avrupa bağlamında örgütlenilmezse, 3.000’e yakın katılıma şaşırmamak gerekir. Ve sosyal forum, dayanışmacı bir biçimde iletişimin, işbirliği ve mutabakatın ›açık alanı‹ olarak başkaları ile paylaşmak yerine, sadece başkalarına akıl vermek için işgal edilirse. Anlaşılan ASF-sürecinin son sekiz yılında sol aktörlerin öğrenmeye hazır olma ve öğrenme yetileri artmak yerine azalmış.« (a.b.ç.)
Diğer eleştiri, Viyana Üniversitesi öğretim görevlisi Ulrich Brand’tan: »İstanbul’daki örgütlenme sorunları hayli açık ortadaydı ve Türkiye’deki hazırlık süreci içerisinde bazı anlaşmazlıkların olduğuna işaret ediyordu. [Bu anlaşmazlıklar] ASF’nun İstanbul’da yapılmasını sağlayan ve Avrupa ile ilişkileri çok iyi olan Troçkist grupların protagonistlerinin arasında dahi söz konusuydu. Solcu Türk sendikalarının önceden vaad ettikleri organizasyon ve politik destek hayli zayıftı. Süreç, bir çok kesimi içine alabilecek genişlikte değildi. Türkiyeli bir çevre aktivisti ASF hakkındaki bilgiyi sadece Ukranya’daki bir kadın arkadaşından alabildiğini söylüyordu. Türkiye’deki düşük mobilizasyon muhtemelen sol politikaların sosyal hareketlerde değil de, açık bir biçimde büyük rekabetin söz konusu olduğu sendikalar ve politik partiler içerisinde geliştiği görülüyor. Halbuki ASF süreci, partiler ve sendikalar dışı sol politika alanları için katalitazör rolünü oynayabilirdi. Bu söz konusu olmadı. Ancak ›açık alan« Avrupa düzeyinde de rekabet altında ve bu nedenle daralmakta.« (a.b.ç.)
Bu satırlar, Avrupa’daki sol-sosyalist kesimlerin Türkiye’yi ve »Türk sosyalizmi«ni tanımadığını zannedenlerin ne kadar yanıldığını kanıtlamaktadırlar. ASF aktivistleri Türkiye’ye »balık-salata-rakı« için değil, Judith’in dediği gibi hem Türkiye soluna etkin destek vermek, hem de kendilerinin çözümsüzlük içindeki Kürt Sorunu’nun barışçıl çözümü için neler yapabileceklerini tartışmak için, bilinçli bir tercihle gelmişlerdi. Öyle zannediyorum ki, zaman içerisinde Avrupa solu içerisindeki kendilerine yakın akımlara dahi kendilerini olmadıkları konumda göstermek için çabalayanlar, kendi kalelerine kaç gol attıklarını fark edeceklerdir.
Gelelim benim eleştirilerime. Herşeyden önce bir noktanın altını çizmek gerektiği düşüncesindeyim: ASF’na öyle ya da böyle çevirmenlik konusunda destek veren amatör olsun, profesyonel olsun, tüm meslektaşlarımın özverisini hatırlatmak, çevirmenlerin koordinasyonundan sorumlu Türkân Uzun yoldaş şahsında hepsine çabalarından dolayı teşekkür etmek istiyorum. Mesleğim olduğundan, katkıda bulunan çevirmen arkadaşların emeğinin ne anlama geldiğini biliyorum. Bu emekleri ASF için büyük bir kazanç oldu. Bu elbette çeşitli görevleri üstlenen sayısız arkadaş için de geçerlidir.
Bunu özellikle vurguladıktan sonra İstanbul’un neden böylesine hayal kırıcı olduğunu değerlendirelim. Kanımca hayal kırıklığının temel nedeni, organizasyondaki zaafiyetler veya forumu örgütleyenlerin »beceriksizliği« değil, genelde Türkiye’deki sosyal hareketlerin, sendika konfederasyonlarının, özelde de »Türk sosyalizmi«nin siyasî umursamazlığı, basiretsizliğidir. Kapanış yürüyüşüne sadece yedi bin kişinin katılmış olması, örneğin çeşitli sosyalist örgütlerin orada bulunmaması veya koskoca (!) Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun küçük bir delegasyonla orada temsil etmesi başka nasıl açıklanabilir? Allahtan 56 günden beri direnişte olan mücadeleci UPS işçilerinin oluşturduğu TÜMTİS korteji ve diğer bazı delegasyonlar vardı!
Gözüm, her fırsatta asıp kükreyen, sosyalizmin »tek doğrusunun tapusu« elindeymiş gibi davranan, »emek cephesini« oluşturma konusunda her şeyi bilen, hatta Kürt hareketine »sınıf olmadan asla!« diye akıl veren, »geniş kitleleri kucaklayacak« olan »yeni«, »eski«, »en iyi solu« kurma yolunda ilerlediklerini iddia eden, »kitlesel sınıf partisi inşasının« doğrularını bilen, bugün ve burada insanların yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için yapılan dönüşümcü reform önerilerine devrimci adımlar olmadığı için burun kıvıran, o en devrimci, en sosyalist, en marksist »Türk sosyalizmi«ni aradı.
Diğer tarafta Türkiye’deki sol-sosyalist yayınlarda, internet sayfalarında da ASF hakkında küçük haberler dışında – bir de elbette her akımın kendi ASF etkinliğini aktaran yazılarının haricinde – pek fazla bir şeye rastlamak olanaklı değildi. Herhalde ASF’ndan günü gününe haber yapanlar bianet.org ile emekdunyasi.net adlı sitelerdi, çünkü İstanbul’da olduğum günlerde bu siteleri izliyordum. Olabilir, görmediğim, okumadığım siteler ve yayınlar da günlük haber yapmışlardır, ama ASF’na sol-sosyalist medyada yeterince »haber değeri« verilmediğini düşünüyorum.
Peki, neden? Ne kadar küçümsenirse küçümsensin, eninde sonunda Avrupalı sosyal hareketlerin temsilcileri, ki aralarında radikal solun temsilcileri de hayli kabarıktı, İstanbul’a gelmişler ve Türkiye’deki gelişmeleri her zaman dünya kamuoyuna duyurmak için çırpındığımız bir fırsat ortaya çıkmıştı. Zaten »Avrupa solu yeterince Türkiye’deki sorunlarla ilgilenmiyor« diye hep hayıflanılmaz mıydı? Hazır gelmişlerken, bu fırsat niye değerlendirilmedi? Avrupa solunun, sosyal hareketlerinin ve hâlen var olan demokratik kamuoyunun dikkatini çekmek için ASF günleri neden kullanılmadı?
3 Temmuz Cumartesi yapılan kapanış yürüyüşünde en önde giden arabanın megafonundan »Avrupa solu İstanbul’da, Avrupalı sosyal hareketler burada« diye anons yapılırken, yanından geçtiğim orta yaşlı bir adam şöyle diyordu: »Avrupalılar burda da, bizimkiler nerde?«. Benzer soruyu sohbet ettiğim bir çok Avrupalı da dile getiriyordu. Belli ki çoğunun beklentisi yüksekti. Örneğin 2009 ve 2010 1 Mayıs kutlamalarına katılan Hollandalı bir aktivist, 1 Mayıs’ta onbinleri sokağa döken Türkiye’deki hareketlerin ASF yürüyüşüne katılmamalarına bir anlam veremiyordu. Forum boyunca çalışma arkadaşlarıma, partili yoldaşlarıma »bakın, herkes çalışıyor diye gelememişlerdir, göreceksiniz, yürüyüşe kaç kişi katılacak« diyerek kendi kendimi de aldattığımı Cumartesi günü kavradım. Düşünebiliyor musunuz saat 18.00’de ASF yürüyüşü başlıyor, Taksim’e gelindiğinde saat 19.00’da tramvay durağında başka bir eylem yapılıyor ve Avrupalılar soruyor »madem böyle bir eylem vardı da, bunları niye birleştirmedik« diye. Saat 20.30’da DIE LINKE üyesi milletvekilleri ile başka bir toplantıya gitmek için alandan ayrıldığımızda, rengarenk flamalarla farklı farklı eylemler devam ediyor, üstüne üstlük meydanın tam ortasında kurulu olan bir sahneden de hareketli pop parçaları çalınıyordu. Ve halk hiç birisini umursamıyordu.
Sadece bu bile Türkiye’deki sosyal hareketlerin, emek hareketi temsilcilerinin ve »Türk sosyalizmi«nin basiretsizliğini anlatmaya yeterli. Ama gene de asıl sorunun, daha doğrusu yaptığım bu suçlamanın asıl nedenlerini açmaya çalışayım.
Umursamazlıklar ülkesi
Önce bir sayıyı tekrar anımsatayım: ASF’na katılım 2.500 – 3.000 civarında. Yarısı Avrupalı. Geri kalanının da önemli bir kesimi Mezopotamya Sosyal Forumu temsilcileri ve Kürt kurumlarından katılanlar. Yani taş çatlasa Türkiye’den, daha doğru bir deyimle »Fırat’ın Batısından« ASF’na katılanların sayısı 1.000 – 1.500 kişi. Hadi 2.000 diyelim. Olmadı, yürüyüşe katılanları da sayalım, veya toplam 7.000 kişi diyelim. Hatta abartalım, toplam 10.000 kişi katıldı diyelim. Ve ardından ASF’na sadece Türkiye’den çağrı yapan örgüt, sendika, parti, hareket, kişi, girişimlerin listesine bakalım, liste ne kadar uzun ve aralarında kimler var diye – bunu öğrenebilmek için Haziran 2009 tarihli Türkiye Sosyal Forumu Bülteni’ne bakmak yeterli olacaktır. Yayımlanan listede, bazıları sonradan geriye çekilen şu kurum ve kuruluşlar yazılıydı:
»Avrupa Sosyal Forumu 2010 Hazırlıklarını Destekleyen Kurumlar (Haziran 2009 itibariyle)
78'liler Girişimi; Amargi; Anadoluda Yaşam; Tüketim Kooperatifi; Antikapitalist; Atılım; Ayışığı Sanat Merkezi; Babels Babil Platformu; Barış Anaları; Barış Meclisi; Beksav; Çiftçi Sendikaları; Demokratik Özgür Alevi Hareketi; Devrimci Alevi Komitesi; Devrimci Proletarya; DİSK; Diş Hekimleri Birliği; DTP; Dünya Kadın Yürüyüsü –Türkiye; Eczacılar Birliği; EHP; EKD; Ekoloji Kollektifi; Emekçi Kadınlar Derneği; EMEP; ESP; Evrensel Kültür Merkezi; Filistin Halkıyla Dayanısma Derneği; Gençlik Federasyonu; Gençsen; Göçder; Gökkuşağı Kadın Derneği; Gülsuyu-Gülensu Derneği; Halk Cephesi; Hava-İş; İdil Kültür Merkezi; İmece – Toplumun Şehircilik Hareketi; İnsan Hakları Derneği (İHD); ISMMMO; İstanbul Diş Hekimleri Odası; İstanbul Odtü Mezunlar Derneği; İstanbul Veteriner Hekimler Odasi; KESK; Konut Hakkı Kordinasyonu; Lambdaistanbul; Lgbtt Dayanışma Derneği; Marksist Bakış; Mezopotamya Kültür Merkezi; Okmeydanı Haklar ve Özgürlükler Derneği; ÖDP; Özgürlükçü Sol Hareket; Petrol-İş; Sınıf Mücadelesi; Sodev; Sosyal Haklar Derneği; Sosyalist Feminist Kollektif; Sosyalist Gençlik Derneği; Sosyalist Parti; TAKSAV; Tarem; Tarlabaşı Dönüşüm Projesi Derneği; Tayad; Tek Gıda-İş; TMMOB; TTB; TUAD; Tunceli Dernekleri Federasyonu; Tüketiciyi Koruma Derneği; Türk-İş; Türkiye Homenet(Ev-Eksenli Çalısan Kadınlar Dayanısma Ağı); Türkiye İnsan Hakları Vakfı; Türkiye Sakatlar Derneği; Yakayder ve Yeşiller«
Ve düşünmeye devam edelim: Türkiye, başta kanın yeniden oluk oluk akmaya yüz tuttuğu Kürt Sorunu olmak üzere, onlarca kangren olan sorunla boğuşan bir coğrafya değil mi? Sosyal sorunlar, açlık – sefalet, işsizlik ve güvencesiz çalışma, ekolojik sorunlar, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, baskı, politikaya güvensizlik, sindirilmişlik, linç kültürü, milliyetçilik, hatta açık ırkçılık, işten atılan işçilerin direnişleri, işkence, askerî vesayet, neoliberal politikaların daniskası, militarizm.... aklıma geldiği gibi yazdığım bunca sorun gündemde değil mi?
Ve soralım: aralarında partilerin ve konfederasyonların da bulunduğu seksene yakın, irili ufaklı, kiminin belki de onbinlerce üyesi olduğu örgütün desteklediği bir politik etkinlik böylesine cılız mı olmalıydı? Hem de İstanbul’da – 18 milyonluk, sorunların ve çelişkilerin böylesine yaşandığı bir kentin göbeğinde? Hem de savaşın, milliyetçiliğin, ırkçılığın böylesine tırmandığı, krizin böylesine derinleştiği bir dönemde? Hazır bunca örgütün bizlere »destek için« İstanbul’a geldiği günlerde? Gündem yaratmak, politikaya müdahil olmak, alanı kürsü haline getirmek, sınıf mücadelesini canlı canlı yaşatmak, dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için bundan daha iyi bir fırsat olabilir miydi?
Kuşkusuz eleştiriler hepsi için geçerli değil, ama doğrusu bunca örgütün desteklediği bir forumdan, olandan çok çok daha fazlasını beklemek, hiç te abartılı değildir. Ama bianet.org sitesinde bir değerlendirmesi yayınlanan Organizasyon Komitesi’nden Hüseyin Yeşil’in »başarılı bir forum oldu« yorumu, bırakın abartılı olmayı, en ufak ifadeyle foruma katılanları ahmak sanmaktır (http://bianet.org/bianet/toplum/123209-6-avrupa-sosyal-forumuna-iceriden-bir-degerlendirme).
Kanımca en gerçekçi tespiti Hakan Tahmaz yaptı: »[Miting] solun kendisini ne kadar dünyaya kapattığının göstergesi[ydi]. (...) Yunanistan'daki 4. Foruma buradaki katılım kadar biz gitmiştik. İki yıl önceki Malmö ASF’si de dağınıktı ama Avrupa'daki muhalif hareketleri daha başarılı şekilde bir araya getirdi. Aslında Avrupa Sosyal Forumu, Yunanistan'dan sonra baş gösteren tıkanmayı aşamadı.« Tahmaz’ın kast ettiği sol da, »Türk sosyalizmi«dir. »Türk sosyalizmi«nin, umursamazlıklar ülkesinin basiretsizlik abidesi olduğu artık gün gibi ortaya çıkmıştır.
Sonuç yerine
Yazılarımı okuyanlar bilir; bir ülkedeki sosyalist hareketi tanımlarken, o ülkenin adını kullanırım, etnik tanımlamayı değil. Hatta Günlük Gazetesi ve koxuz.org sitesinde köşe paylaştığım Tayfun Şen’in yazılarında zaman zaman »Türk sosyalizmi« tanımını kullanması, başlangıçta beni biraz rahatsız ediyordu. Öyle ya, Almanya’da bana »Türk müsün, Alman mı?« sorusunu soranlara, »sosyalistim, vatanım yeryüzü, milletim insanlık« yanıtını veriyor, bir sosyalistin kendisini Türklük, Kürtlük, Almanlık veya İngilizlikle tanımlayabileceğini düşünemiyordum.
Amma velakin yanılmışım ve Tayfun yerden göğe kadar haklı. »Türk sosyalizmi«, »Türk sosyalizmi« tanımından başka bir tanımı hak etmiyor, ki salt bu durumu bile insanın içini acıtıyor. »Türk sosyalizmi« kendi içine kapanık, dünyadan bir haber, dükkân sevdalısı, kendini dev aynasında gören, ama toplumda hiç bir etkisi olmayan ve 20. Yüzyıl’ın karanlık yıllarında kalmış bir harabe. Diyeceksiniz ki »insafsız bir eleştiri«. Evet öyle, ama daha bitmedi.
»Türk sosyalizmi«, onyıllardır ne zaman ve nerede seçildiği bilinemeyen, sorumluluk almayan, hesap vermeyen ve meşruiyeti meçhul abilerin, dayıların, ustaların otoritesi – daha doğrusu vesayeti altında, dogmatik, sığ tartışmalarla talî sorunları, esastan ayıramayan; hiç bir zaman toplumsal çoğunluğu kazanma kaygısında olmayan, eline geçirdiği her alanı ve her mevkiiyi egoist bir ısrarla paylaşmaktan çekinen, ittifak yetisinden mahrum, doğrunun tapusunu elinde tuttuğuna inanarak kendi kendini aldatan ve aslî görevlerinden kaçmak için kılı kırk yaran kemikleşmiş bir yapı haline gelmiş. Hani bilinen bir hikâyedir: Kurbağa kuyu dibinde doğmuş. Yaşamı boyunca kuyunun dibinden bakarak, yukarıda gördüğü açıklığı evrenin bütünü zannedermiş... Bu »Türk sosyalizmi«ne cuk oturan bir metafordur aslında. Ve eğer bugün »Fırat’ın Batısında«, Fırat’ın iki yakasını bir araya getirmek için olması gerekenler yapılamıyorsa, bilinmelidir ki bunun günahı ve vebali en başta »Türk sosyalizmi«nindir.
Peki, hiç mi olumlu bir şey söylenemez? Elbette! Bir sol için en ivedi görevi yerine getirmek, »Demokratik Cumhuriyet« anlayışı ile barış, eşitlik, özgürlük ve demokrasi için özveriyle çabalayanları anmamak olur mu? Ya da, yapabildiği kadar doğru bulduğu yolda ilerleyen, kolektif çalışmayı ve paylaşımı gündelik yaşamının her alanında dolu dolu yaşatan, halkın ve yaşamın içinde, bugün ve burada olanaklı olan ile, daha iyi, daha barışçıl, özgürlükçü, eşit ve demokratik bir gelecek hedefini birbirinden kopmayacak şekilde bağlayabilen, gelişmelere küresel gözle bakabilen onca genç insanı? Doğrusu umudum onlardadır.
Açıkçası ülke ve toplum gerçeklerini görebilen, kendisiyle ve toplumla barışık, farklılıkları demokratik ve gönüllü birlikteliğin olmazsa olmaz harcı olarak algılayan, barışçıl ve demokratik bir geleceği kurmak için ortaklaşma sorumluluğunu üstlenen farklı kesimlere yönelik umutlarımı yitirmedim henüz. Bu kesimlerin egemen güçler tarafından körüklenen milliyetçi-şövenist-ırkçı spirali tersine çevirebilecek, toplumsal parçalanmanın yaralarını sarabilecek ve barış-adalet-demokrasi hedefiyle geniş bir toplumsal muhalefet ittifakını yaratabilecek potansiyale sahip olduklarına inanıyorum hâlâ. »Beyazlığı« gün be gün daha çok sırıtan »Türk sosyalizmi« ise alışılagelmiş parti, örgüt, sendika anlayışıyla ne bu potansiyale sahiptir, ne de kendisini yenileyebilme enerjisine. ASF açıkça göstermiştir: »Türk sosyalizmi« çoktan tarih olmuştur, ama O hâlâ bunun farkında değildir.
Bence Türkiye’de ülkenin demokratikleştirilmesi, sorunların çözülmesi ve barışçıl bir geleceğin kurulabilmesi için, en geniş kesimlerin içinde yer bulacağı, vesayet rejimine topyekûn muhalif, iktidarı hedefleyen, yurttaşlığı tek dil, tek etnisite ile sınırlamayan ve böylelikle sınıf mücadelesinin, sosyalizm kavgasının önünü açabilecek bir toplumsal hareketi örmek ve bunun siyasî aracını yaratmak, günümüzün en esaslı, en ivedi görevidir. »Sınıf» adına hareket eden bir yönetici azınlığın değil, halkın eseri, her an ve her adımda halk kitlelerinin içinden çıkıp, onların doğrudan tesiri altında olan, saydam ve radikal demokrat bir hareketin oluşmasına katkıda bulunmak, bence en marksist, en devrimci, en solcu tavırdır. Ve bu anlamda gelecek her yerde bu basireti gösteren solun olacaktır.