Yaklaşık on yılı aşkın bir süredir Avrupa’daki sağ popülist partiler sürekli yeni mevziler kazanıyorlar: Avusturya’nın FPÖ’sü, Danimarka’nın Halk Partisi, İtalyan Lega Nord, İsviçre’nin SVP’si, Hollanda’da azılı İslam düşmanı Geert Wilders’in Özgürlük Partisi, Fransa’nın Front National’i, Finlandiya’nın Gerçek Finleri ve Norveç’in, Ütoya Katliamı’nı gerçekleştiren Andreas B. Breivik’in de üye olduğu İlerleme Partisi bunlardan sadece bazıları. Partilerin destek bulamadığı ülkelerde ise, Almanya’da olduğu gibi Thilo Sarrazin benzeri sağ popülistler geniş destek bulabiliyor. Bu fenomenin yeni yanı, partilerin ve politikacılarının kendilerini neofaşist olarak görmemeleri, hatta söylemde neofaşizme karşı çıkmaları.
Son yıllardaki bu gelişmeler bir çok soruya yol açıyor: Sağ popülizm ve aşırı sağın gelişmesinde, egemen iktisadî ve politik elitlerin neoliberalizmi ne denli etkin? Egemen elitlerin söylemi, sağ popülist söylemle nerelerde uyuşuyor? Avrupa’da iç ve dış politikaların militaristleştirilmesinin sağcı ve ırkçı tandansların gelişmesine ne denli katkı sağlıyor? Sağ popülizm ile aşırı sağın refah toplumlarında kök salabilmelerinin nedenleri neler? İşte bu yazıda bunlara ve benzer sorulara yanıtlar aranmaya çalışılacaktır.
Artan halk desteği
Avrupa’nın sağ popülist partileri uzun zamandır artan bir halk desteğine sahipler. Araştırmalar, sağ popülist partilere oy veren seçmenlerin milliyetçi söylemlere, göçmenleri ve toplumsal azınlıkları dışlamaya ve otoriter yaklaşımlara açık olduklarını gösteriyor.
Sağ popülist partilerin geniş destek bulabilmelerinin ardında yatan nedenlerden birisi, Avrupa toplumlarında etabile ve geleneksel partilere karşı derin güvensizliğin artmış olmasıdır. Sağ popülist partilerin kendilerini »anti-parti« gibi göstermeleri ve sürekli »biz halkın iradesinin yerine getirilmesini istiyoruz« söylemi ile bir »hareketmiş« gibi davranmaları, etabile partilere güvenmeyen seçmenler için çekicilik arz etmekte.
Sağ popülistlerin en önemli siyaset aracı ise, »tabuları yıkıyoruz« söylemi ile ırkçı yaklaşımları olağanlaştırmaktır. Sloganvarî, demagojik, provoke edici, aşırı abartıcı ve duygusallaştırıcı bir dille, görünürde basit, ama radikal taleplerle, »sessiz çoğunluğa tercüman olunduğu« telkin edilmekte, toplumsal korkular deşilmekte, düşman resimleri çizilmekte ve komplo teorileriyle biyolojik karşılaştırmalar yapılmaktadır. Biyolojik üstünlük anlayışına ve kültüralizme dayanan sosyal ırkçılıkları, travmatize olmuş Avrupa toplumlarında rahatlıkla yankı bulabilmektedir.
Bu nedenle sağ popülist partiler, basit ve radikal çözüm önerileriyle »halkın gündelik yaşamında« ve toplum merkezinde yer aldıklarını iddia etmektedirler, ki pek haksız da sayılmazlar. Avrupa’daki sağ popülistler, ülke farklılıklarına rağmen, mobilizasyon güçlerini aynı kaynaktan sağlamaktadırlar: bu kaynaklar, özgün bölgesel ve ulusal farklılıklarla birlikte, belirli zaman pencerelerinde ateşlenen güncel sorunları, Avrupa toplumlarında var olan geleneksel dışlayıcı yaklaşımlarla tematize etmektir. Toplumsal kriz görüngüleri, popüler ve radikalize edici gelişmeler ve toplumlarda yaygınlaşan güvensizlikler de bunların arasındadır.
Sağ popülistlerin seçim başarılarının en önemli etkeni ise, »güçlü« ve kitleleri etkileyen bir önderin olmasıdır. Genelde, ki Almanya buna güzel bir örnektir, böylesi bir önderin olmadığı durumlarda sağ seçmen potansiyelinin mobilizasyonu neredeyse olanaksızdır. »Karizmatik önder«, sağ popülizmin kitleselleşmesinin anahtarıdır. İtalya’da Silvio Berlusconi, Avusturya’da Jörg Haider, Fransa’da Jean-Marie Le Pen veya Hollanda’da Geert Wilders bu anahtarın nasıl kullanıldığını gösteren iyi birer örnektirler.
Ayırımcılığın gücü
Sağ popülizm, merkezinde zayıflara karşı ayırımcılığın yattığı bir mobilizasyon stratejisidir. Programı genellikle, homojen olduğu iddia edilen yerli halk ile »yabancı unsurlar« arasındaki »uyuşmaz« farklılıkları öne çıkaran milliyetçi söylemlerden oluşmaktadır. Ancak, yerli halk – yabancı unsurlar ayırımı salt etnik farklılıklara dayanmamaktadır. »İnsan eşittir Avrupalı, beyaz, erkek, sağlıklı ve üretken« (duruma göre hıristiyan, katolik veya protestan da sayılabilir) biçiminde formüle edilen bir norm konstrüksiyonu ile, sadece göçmenler değil, yoksullar, farklı cinsel tercihlere sahip LBGT bireyleri, alışılagelmiş aile gelenekleri dışında yaşam kurgusu olanlar, farklı ten sahipleri de, etnik köken olarak »yerli halktan« sayılsalar bile, dışlanmakta, güncel gelişmelere göre ayırımcı söylemin hedefi olmaktadırlar. Çoğunluk toplumlarındaki, bilhassa kriz dönemlerinde derinleşen hınç duyguları ve korkular böylelikle bilinçli olarak körüklenmekte ve kutuplaşmalar için enstrümentalize edilebilmektedirler.
Sağ popülizm, programatik ve politik söyleminde demokratik seçimlerde elde ettikleri başarıları, otoriter bir toplumu inşa etmek için kullanacağını açıkça söylemekten çekinmemektedir. Bu söylem, bunalım dönemlerinde bilhassa orta sınıflarda yaygınlaşan »güçlü yönetim« arzusu ile birbirini desteklemektedir (Türkiyeli okur »sallandır beş – on adamı, bak ülke nasıl düzelir« söylemini anımsayacaktır). Bu nedenle sağ popülizm, refah şövenizmine hayli yatkın olan ortalama beyaz Avrupalıların otoriter lider özlemine de tercüman olabilmektedir.
Sağ popülizmi, neofaşizm ve aşırı sağdan ayıran en önemli fark, sistem karşıtı olmamasıdır. Neofaşist ve aşırı sağ hareketler, antikapitalist söylemi ideolojik-programatik hedefleri için kullanır ve »millî düzen« kurma amacını güderlerken, sağ popülistler neoliberal ekonomi politikalarının ve sistemin, yani kapitalizmin güçlendirilmesinden yanadırlar. Bununla birlikte neofaşizmin biyolojik ırkçılığını ve faşizan şiddeti eleştirerek, Avrupa toplumlarının »demokratik konsensusu« içinde yer aldıklarını telkin etmektedirler.
Bu telkin, sağ popülizmin liberal ve muhafazakâr partilerle seçim işbirliğine girmelerini ve birlikte hükümetler oluşturmalarını kolaylaştırmaktadır. Dahası, »tabu kırarak« elde ettikleri seçim başarıları, liberal ve muhafazakâr partileri de sağ popülist söyleme sarılmaya, sosyal ırkçı ve sosyal darvinist konseptleri gündelik siyasetlerinin parçası yapmaya itmektedir.
Günümüz Avrupa’sında, örneğin Avusturya, Danimarka veya Hollanda’da, sağ popülist partilerin kamuoyu tartışmalarının odağına yerleşmeleri ve hükümet ortağı olmaları artık olağan bir hâl olmuştur. Ülke örneklerinin çoğalması beklenmeyecek bir gelişme değil, çünkü henüz onyıl önce ırkçı hezeyanlar olarak nitelendirilen sosyal darvinist söylemler, bugün medya, etabile partiler ve tanınmış isimler tarafından »tartışılması meşru ve bilimsel verilere dayanan gerçekler« olarak kamuoyunda savunulabilmektedirler.
Yaygın medya ile liberal ve muhafazakâr partilerin dolaylı desteğini alan sağ popülizmin siyaset ve toplum konsepti, derin değişimlerin yol açtığı toplumsal korkuları ve sorunları, etnik veya milliyetçi (duruma göre, İtalya’da veya Belçika’da olduğu gibi bölgesel) bir bakış açısıyla ele almasına dayanmaktadır. Buradaki hedef sosyal sorunların, »millî« sorunlar (ya da bölgesel sorunlar) olarak algılanmasını sağlamaktır. Bu şekilde göçmenler, mülteciler, sosyal yardıma muhtaç bırakılan yoksullar, evsiz-barksızlar, işsizler, Romanlar, Siyahîler veya LBGT bireyleri, yapısal sorun ve krizlerin sorumluları olarak ilân edilmekte, günah keçisi hâline getirilmektedirler.
Özellikle müslüman göçmen ve mülteciler stigmatize edilerek, »sosyal kasaları gasp eden ve ülke güvenliği için tehdit oluşturan unsurlar« olarak lanse edilmektedirler. Kentlerde artan kriminalite, istihdam piyasasındaki sıkıntılar ve metropol semtlerinin yapısal sorunları etnizise edilmekte, toplumun istemediği göçün ve göçmenlerin varlığının »iç düzeni ve güvenliği tehdit ettiği« iddia edilmektedir (Güncel örnek Britanya’da meydana gelen çatışmalardır. Yaygın medyada, çatışmalar göçmenlerin ve yoksul-siyahî İngilterelilerin oturdukları mahallelerdeki »etnik sorunlara« bağlı olarak gösterilmekte, bu mahalle ve kentlerdeki sosyal sorunların ve işsizliğin Britanya hükümetlerinin neoliberal politikalarının bir sonucu olduğu gerçeğinin üstü örtülmektedir). Bu nedenle yabancılar ve mültecilerle ilgili yasaların sertleştirilmesi, »Law and order«-politikalarının uygulanması, müslüman nüfusun azalması sağlanarak, »Avrupa’nın islamî işgalden kurtarılması« ve »homojen Avrupa toplumlarının kültürel erozyonunun sona erdirilmesi« programatik talepler hâline getirilmiştir. Dikkat edilirse, sağ popülizmin bu programatik talepleri kolaylıkla liberal, muhafazakâr, hatta kimi sosyaldemokrat ve yeşil parti tarafından da tartışılmakta, yaygın medyanın da desteklemesiyle kamuoyu görüşü hâline getirilmektedir.
Neoliberalizm: Sağ popülizmin yaşam kaynağı
Avrupa sosyal devleti modelinin 1980’li yıllardan itibaren başlayan transformasyonu, aynı yıllarda başlatılan »kader birliği olarak ulus« ve »devlet ve işveren için feragatte bulunma meziyeti« anlayışının restorasyonu, 1990’lar ve özellikle 2000’li yıllarda gerçekleştirilen neoliberal dönüşüm, refaha alışan Avrupa toplumlarını derin bir travma içine sokmuştur. Sosyal güvenlik sistemlerini erozyona uğratan neoliberal hegemoni, başarılı bir strateji ile bir Yukarı-Orta-İttifakı’nı sağlayarak, toplumsal parçalanmışlığı derinleştirmiş ve bu şekilde de olası bir toplumsal direncin oluşmasını engelleyebilmiştir.
Avrupa ülkelerinin neoliberal dönüşümü üç politik proje sayesinde gerçekleştirilebildi: toplum, piyasa gereklerine uygun hâle getirildi, var olma ve sosyal güvence sistemleri büyük ölçüde özelleştirildi ve kamu mülkiyeti önemli düzeyde özel sermaye birikiminin hizmetine sokuldu. Gerek bu projelerin, gerekse de sistematik krizlerin faturaları ise halka çıkartıldı. Bununla birlikte demokratik meşruiyeti olmayan AB Zirveleri, komisyonlar veya IMF, Dünya Bankası, özerkleştirilen merkez bankaları ve NATO gibi ulusal ve uluslararası kurumlar üzerinden parlamenter demokrasinin içi boşaltıldı. »AB istiyor, AB’nin kararlarını uygulamakla yükümlüyüz« gerekçesi ile esnekleştirme, düzensizleştirme ve özelleştirme politikaları uygulandı, reel ekonomi ve ülke bütçeleri uluslararası malî piyasaların boyunduruğu altına sokuldu.
Aynı zamanda ülkelerin iç ve dış politikalarının militaristleştirilmesi de hızlandırıldı. NATO ve AB Zirveleri’nde müdahale savaşlarını temellendiren stratejiler karar altına alındı ve »teröre karşı mücadele« gerekçesiyle yaşamın her alanı yeni biçimlendirilen »güvenlik« politikalarıyla belirlenir oldu. Sistematik bir biçimde yeni düşman olarak »demokrasiyle bağdaşması olanaksız islam« resmi çizilmeye başlandı. Avrupa’da yaşayan müslüman göçmen ve mülteciler »potansiyel terörist« olarak gösterildi (Bunun ne denli paranoyak bir hâl aldığını 2011 Temmuz’unda meydana gelen bir olay gösteriyor: Bir otobüste yanında oturan Tunuslu bir müslümanın mırıldanarak dua etmesini, terörist saldırı olacak diye polise bildiren bir kadın, otobanın polis timleri tarafından saatlerce kapatılmasına neden olmuştu. Tunuslu müslümandan özür dileyen hiç kimse olmadı).
Korku toplumu böyle oluşturuldu. Kökleşen yoksulluk, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesi, orta sınıfların yoksulluk sınırına düşme tehlikesinin artması, hiddetli bakışların aşağılara, daha zayıf katmanlara yönelmesine neden oluyor. Liberal ve muhafazakâr hükümetler (zamanla sosyaldemokratlar ve yeşiller de) politikalarıyla bu gelişmeyi destekledi. 1980’li yıllardan beri mütemadiyen dışlama ve sınırlama hedefiyle yürütülen yabancılar ve mülteciler politikaları ile »ulusal değerleri sahiplenen kültür politikaları« Avrupa toplumlarındaki milliyetçi, şöven ve ırkçı tohumları dallandırıp budaklandırdı. Neoliberal dönüşüme paralel olarak yürütülen yabancı düşmanı ve ırkçı politikalar, 1970’li yılların görece liberter Avrupa toplumlarını milliyetçi, otoriter, bencil ve ırkçı bireyler topluluğu hâline dönüştürdü. Böylelikle ekonomik ve toplumsal sorunların gerçek nedenlerinin üstü örtüldü ve toplumsal direnç mekanizmaları önemli ölçüde kırılabildi.
Sağ popülist parti ve hareketler tam bu noktada güçlenebilecekleri potansiyeli yakaladılar. Sosyal sorunlar ve işsizlik, yoksulluk gibi yapısal çelişkiler ile küreselleşme ve geleneksel sosyal muhitlerin çözülmesiyle ortaya çıkan kimlik sorunları ve siyasî yönelim eksiklikleri, sağ popülizmin etnikleştirerek / bölgeselleştirerek siyasî söylemine aldığı konular oldu. Sağ popülizm bu alanları hedefli provakasyonlar ve politik-kültürel tabuları bilinçli olarak yıkarak söylemine taşıdı. »Halkın düşündüğünü söylüyoruz« diyerek, radikal taleplerle ve etabile partileri »halktan uzak elitler« diye lanse ederek, seçimlere katılımın düşmesi sayesinde seçim başarıları elde ettiler. Toplumdaki korkuları deşerek ve ihtilafları »millîleştirerek« başarılı bir ajitasyon stratejisi geliştirebildiler.
Kendilerini toplumun taşıyıcı gücü olarak gösteren neoliberal elitler ise, sağ popülizmin sosyal ırkçı propagandasına ideolojik-teorik destek vermekteler. Bu şekilde Avrupa toplumlarındaki hiyerarşilerin değişmezliğine ve daha iyi bir yaşam için verilecek mücadelenin gereksizliğine dair çıkarsamalar yapılmakta, sosyal ırkçı histeri antidemokratik uygulamalara, neoliberal dönüşüme ve Avrupa’nın militaristleştirilmesine dayanak hâline getirilmektedir. Hedef, sosyal ırkçılığa teslim olmuş Avrupa toplumlarını otoriter, baskıcı ve yaptırımcı politikaları ve Avrupa egemenlerinin küresel çıkarlarının savunulmasını besleyen en verimli topraklar hâline getirmeye çalışmaktır. Sağ popülizmin aslî görevi tam olarak budur.
Toplumsal ve ekonomik sorunları, yoksulluğun yaygınlaşmasının, kronik işsizliğin artmasının ve gelecek güvensizliğinin temel nedenlerinin göçmenler veya toplumsal azınlık grupları olmadığını, aksine uygulanan neoliberal politikaların ve sistemin bir sonucu olduğunu çoğunluk toplumuna en iyi anlatabilecek olan Avrupa toplumsal ve politik solunun zayıflığı, sağ popülizmin işini kolaylaştırmaktadır. Avrupa merkezci ve beyaz paradigma, maalesef Avrupa solunu da esir almıştır. Halbuki sorunun müslümanlar ve yoksullar olmadığını, aksine sürekli yoksulluk, ekolojik felaket, savaş, ırkçılık ve diğer göç nedenlerini üretenin kapitalizm olduğunu soldan iyi bilen yok. Kendisini sınırlamalar ve dışlama ile belirleyen burjuva toplumunun travmalarının tek panzehirinin demokratikleşme ve daha fazla özgürlükler olduğunu da. Avrupa solu, birikimine dayanarak nihayet ırkçılık ve şövenizm ile, toplumsal bölünmelerin, sosyal ve demokratik hak budanımının, demokrasinin içinin boşaltılmasının, savaş ve işgallerin, yani kısacası neoliberal ve emperyalist politikalarla doğrudan bağlantılı olduğunu kavramak zorundadır. Aksi takdirde neoliberalizm ile emperyalizmin piyonu hâline gelecek, Avrupa toplumlarını bütünüyle sağ popülizmin kucağına itecektir.
AVRUPA’DAKİ SAĞ POPÜLİST PARTİLER:
Ülkelere göre:
Almanya: Deutsche Volksunion (DVU); Die Republikaner; Nationaldemokratische Partei Deutschlands (NPD); ayrıca eyaletler bazında örgütlenen »Pro-Deutschland«, »Pro-Köln«, »Pro-Frankfurt« gibi hareketler.
Avusturya: Freiheitliche Partei Österreichs (FPÖ); Bündnis Zukunft Österreich (BZÖ).
Belçika: Front National; Vlaams Belang.
Britanya: British National Front (NF); British National Party.
Bulgaristan: Ataka; GERB.
Çek Cumhuriyeti: Národni strana.
Danimarka: Dansk Folkeparti; Fremskridtspartiet.
Estland: Eesti Iseseisvuspartei.
Finlandiya: Perussuomalaiset.
Fransa: Front National.
Hollanda: Lijst Pim Foruyn; Partij voor de Vrijheid.
İtalya: Alleanza Nazionale (AN); Azione Sociale; Lega Nord; Movimento Sociale Fiamma Tricolore; Movimento Sociale Italiano (MSI).
İsveç: Ny Demokrati; Sverigedemokraterna.
İsviçre: Schweizerische Volkspartei (SVP)
Letland: Tevzemei un Brivibai / LNNK
Litvanya: Tvarka ir Teisingumas (Liebralai Demokratai).
Lüksemburg: Alternative Demokratische Reformpartei.
Macaristan: Magyar Igazsag es Elet Partija (MIEP); Jobbik Magyarorszagert.
Norveç: Fremskrittpartiet.
Polonya: Liga Polskich Rodzin (LPR); Narodowe Odrozenie Polski (NOP); Samoobrona Rzeczpospolitej Polskiej.
Portekiz: Centro Democratico e Social – Partido Popular (CDS-PP); Partido Nacional Renovador (PNR).
Romanya: Noua Dreapta, Partidul Romania Mare (PRM).
Slovakya: Slovenska narodna strana (SNS).
Slovenya: Slovenska nacionalna stranka (SNS).
Yunanistan: Laikos Orthodoxos Synagermos (LAOS).