9 Eki 2011

»Hasta la victoria siempre!«

Ölümünün 44. yılında Che’yi anarken...
Kızılyıldızlı bask şapkası kafasında, saçları rüzgârda dalgalanan, gözleri uzaklarda, gizemli bir adam. Herhalde bu fotoğrafı tanımayan yoktur dünyada. Kübalı fotoğrafçı Alberto Corda 5 Mart 1960’da Havana’nın Devrim Meydanı’nda Ernesto Rafael Guevara de la Serna’nın, dünyanın »Che« diye tanıyacağı devrimcinin fotoğrafını çekerken, muhtemelen bu fotoğrafın milyonlarca kez basılacağını, dünyanın dört bir yanında devrimci mücadelenin simgesi olacağını ve bir efsanenin doğacağını tahmin dahi edememişti – yıllar sonra, 2000’li yıllarda aynı fotoğrafın ticarî ürün reklamları için kullanılabileceğini de...
39 yaşında La Higuera’da (Bolivya) 9 Ekim 1967’de kurşuna dizilen »Commandante Che Guevara« daha yaşadığı günlerde efsaneleşmişti. Öldürüldükten sonra ise ikonlaştırıldı.
Aradan 44 yıl geçmesine rağmen öylesine sevilen, saygı duyulan, dünyanın sokaklarında, protesto gösterilerinde resimleri taşınan bu devrimciyi doğru dürüst tanıyan kaç kişi çıkar acaba? Kuşkusuz Che’yi, yaşamını ve mücadelesini anlatan yüklü bir külliyat var. Hoş genellikle çağdaşlarının anlattıklarını okuruz, ama gene de hayli bilgi vardır bu kitaplarda. Ve kuşkusuz O’nun Arjantinli bir doktor ve devrimci olduğunu, Fidel Castro ile birlikte bir avuç gerilla ile Sierra Maestro’ya çıkıp, Küba’yı diktatör Fulgencio Batista’dan kurtaracak olan devrim sürecini başlatanlardan biri olduğunu, paradan nefret etmesine rağmen Küba Merkez Bankası başkanı olarak görev yaptığını, devrim aşkını Afrika ve Latinamerika’ya taşımak için »rahat« iktidar koltuğunu reddettiğini, Fidel’in deyimiyle »olabilecek en tam ve en saydam insan« olduğunu ve »dizleri üzerinde yaşamaktansa, ayakları üzerinde ölmeyi« becerebilen ender insanlardan olduğunu öyle ya da böyle okumuş, öğrenmiş, bilen insan sayısı küçümsenemeyecek derecede yüksektir.
Çoğumuz için gerisi, »insan Che«nin nasıl olduğu, duyguları, hataları, yanılgıları pek önemli değildir. Bilinmese de olur, çünkü yarattığımız efsanenin sihri bozulur. Che, Rosa Luxemburg ve daha niceleri gibi içerisine hapsettiğimiz ikonda işimize daha çok yarar ve ikonlaştırılan Che, devrimci mücadelenin salt »kahramanlık«tan, »devrim romantizmi«nden ve »elde silah, dağda dolaşmaktan« bariz olduğunu telkin eder genellikle. Halbuki böylelikle Commandante Che Guevara’nın, insan Che’nin yaşamına, mücadelesine, Küba Devrimi’ne ne denli büyük kötülük yaptığımızı fark etmeyiz bile. Düşlerin sıcaklığı, rahat ettirir bizi.
Che olsaydı, ikonları bizzat kendi yıkardı
Devrim ve özgürlük mücadelelerinin tarihinden öğrenilecek en temel derslerden birisinin gerçekle yüzleşmek olduğuna inanırım. Arzu edilen ile gerçek uyuşmaz çünkü. Ve anmanın gereğini hakkıyla yerine getirmek istiyorsak eğer, duygusallığın ötesine geçmek, politik bir değerlendirme yapmak zorunlu olacaktır.
Ernesto Che Guevara’nın dürüst, ilkeli, tutarlı ve önkoşulsuz özverili bir devrimci olduğu ve O’nun kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin bir simgesi olarak görülmesi şüphe götürmez bir gerçek. Che’nin »zaman geldiğinde bir Latinamerika ülkesinin kurtuluşu için hiç bir şey talep etmeden canımı vermeye hazır olacağım«, »devrimden başka bir yaşam yoktur« veya »iki, üç daha fazla Vietnam yaratalım« gibi sözlerinin sıklıkla alıntılanması boşuna değil. Che, dünyanın neresinde bir haksızlık yapılıyorsa, bunu kendisine yapılmış gibi hisseden, özgürlük aşkının körelmesine izin vermeyen ender bir devrimciydi. Ve O’nun hakkında anlatılanlara göre, en başta kendisi öne çıkan devrimcilerin »ikonlaştırılmasına« karşı çıkıyordu. Yani bugün yaşasaydı, bizzat kendisi kendi ikonunu yıkardı.
Che’nin bu kişiliği gözlerimizi kamaştırsa da, yanılgılarının kendi teorilerine dayandığını görmemizi engellememelidir; nasıl bu yanılgıların devrimci kişiliğine gölge düşürmelerine izin vermememiz gerektiği gibi. Bu anlayışla Che’nin temel yaklaşımını ele almak gerekir. 1960 yılında kaleme aldığı »Gerilla Savaşı« başlıklı yazısında Che temel yaklaşımını şu üç noktada topluyor:
»Birincisi, halkın güçleri orudya karşı verilen savaşı kazanabilir. İkincisi, devrimin koşullarının olgunlaşmasını her zaman beklemeye gerek yoktur, kalkışma ateşi bunları kendisi yaratabilir. Üçüncüsü, azgelişmiş Latinamerika’da silahlı mücadelenin vuku bulacağı yer, taşra bölgeleri (köyler) olmalıdır.«
Che’nin bu tezleri, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadele tarihinde kimi zaman olduğu gibi ileri sürülen küçük bir grubun silahlı mücadelesinin, kitlelerin örgütlü mücadelesi yerine geçebileceği görüşüyle örtüşüyor. Toplumun ve sosyal koşulların analizini yapmadan, halka dayanmadan, salt »insanlığın kurtarıcısı« olduğunu iddia eden küçük bir grubun her yerde ve istenildiği zaman »devrimin koşullarını yaratabileceği« düşüncesi kanımca Che’nin en büyük yanılgısıydı.
Che ve günümüz mücadeleleri
Che’nin Küba’da verdiği mücadelenin en önemli öğretilerinden bir diğeri de, asıl devrimin iktidarı ele geçirdikten sonra başlamakta olduğudur. Toplumun devrimci dönüşümü için iktidarı ele geçirmek bir önkoşulsa, iktidarın devrimci sürekliliği için de toplumun devrimci dönüşümü temel koşuldur. Ve gene tarihe bakarak, bunun devrimciler için en zor görevlerden birisi olduğunu söylemek gerekir. Che, bu görevi yerine getirmek yerine, devrimi başka ülkelere taşımayı tercih etmiştir, ki bu da – olumsuzlama anlamında vurgulamıyorum – Che’nin ikinci büyük yanılgısı olmuştur.
Günümüze baktığımızda Arap ülkelerindeki kalkışmaların, iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin esaslı bir değişimi olmaksızın »halkın iktidarı«nın kurulamayacağını kanıtladığını görürüz. Evet, halk ayaklanmaları, spontane protestolar (ki burada Rosa Luxemburg’un vurgu yaptığı spontaneliğin gücü ortaya çıkar) Arap dünyasında despotların ilelebet iktidarda kalamayacağını göstermişlerdir. Ancak bilhassa Tunus ve Mısır, onyıllarca ülkeyi boyunduruğu altında tutan diktatörlerin uzaklaştırılmalarının, esaslı bir demokratik dönüşüm için yeterli olmadığını kanıtlayan örneklerdir.
Silahlı mücadelenin – doğru bulunsun, bulunmasın – halka dayanmadan, halkın örgütlü mücadelesine önayak olmadan ayakta kalamayacağını gösteren diğer bir örnek Kürt Özgürlük Mücadelesi’dir. Kendini doğrudan halkın denetimi altına sokmadan, hiyerarşileri olabildiğince yıkmadan, halkın çeşitli kesimlerinin özörgütlenmelerine olanak tanımadan ve yaşayan bir organizma misali halkın içerisinde yer alıp, filizlenmeyen hiç bir hareket, ne denli güçlü gerilla ordusuna sahip olursa olsun, meşruiyetini elde edemeyecek, tarihe salt şiddeti siyaset aracı olarak kullanan hareketlerden bir tanesi olarak geçecektir.
Sonuç olarak, Che’nin ölümünün 44. yılında geriye baktığımızda, resmi bir bütün olarak görme yükümlülüğü altında olduğumuzu bilmemiz gerekir. Herşeye rağmen, Che bir devrimci ve insan olarak bizlere örnek olmaya devam etmektedir. Küba Devrimi için verdiği mücadelesi, emperyalizmden kurtuluşun ancak enternasyonalist bir kavgayla olanaklı olduğuna inanmasına dayanmaktadır. Che, dünyada açlık çeken ve ezilen tek bir insan kalana kadar devrimci olmak zorunluluğuna inanmaktaydı. O’nu Che yapan, bu sarsılmaz inancıydı. Bize bıraktığı miras ise çok açık: Direniş, hep zafere kadar – Hasta la victoria siempre!