Ölümünün 44. yılında Che’yi anarken...
Kızılyıldızlı bask şapkası kafasında, saçları rüzgârda
dalgalanan, gözleri uzaklarda, gizemli bir adam. Herhalde bu fotoğrafı
tanımayan yoktur dünyada. Kübalı fotoğrafçı Alberto Corda 5 Mart 1960’da Havana’nın Devrim Meydanı’nda Ernesto Rafael Guevara de la Serna’nın,
dünyanın »Che« diye tanıyacağı
devrimcinin fotoğrafını çekerken, muhtemelen bu fotoğrafın milyonlarca kez
basılacağını, dünyanın dört bir yanında devrimci mücadelenin simgesi olacağını
ve bir efsanenin doğacağını tahmin dahi edememişti – yıllar sonra, 2000’li
yıllarda aynı fotoğrafın ticarî ürün reklamları için kullanılabileceğini de...
39 yaşında La Higuera’da (Bolivya) 9 Ekim 1967’de kurşuna
dizilen »Commandante Che Guevara«
daha yaşadığı günlerde efsaneleşmişti. Öldürüldükten sonra ise ikonlaştırıldı.
Aradan 44 yıl geçmesine rağmen öylesine sevilen, saygı
duyulan, dünyanın sokaklarında, protesto gösterilerinde resimleri taşınan bu
devrimciyi doğru dürüst tanıyan kaç kişi çıkar acaba? Kuşkusuz Che’yi, yaşamını
ve mücadelesini anlatan yüklü bir külliyat var. Hoş genellikle çağdaşlarının
anlattıklarını okuruz, ama gene de hayli bilgi vardır bu kitaplarda. Ve
kuşkusuz O’nun Arjantinli bir doktor ve devrimci olduğunu, Fidel Castro ile birlikte bir avuç gerilla ile Sierra Maestro’ya
çıkıp, Küba’yı diktatör Fulgencio Batista’dan kurtaracak olan devrim sürecini
başlatanlardan biri olduğunu, paradan nefret etmesine rağmen Küba Merkez
Bankası başkanı olarak görev yaptığını, devrim aşkını Afrika ve Latinamerika’ya
taşımak için »rahat« iktidar koltuğunu reddettiğini, Fidel’in deyimiyle »olabilecek en tam ve en saydam insan«
olduğunu ve »dizleri üzerinde
yaşamaktansa, ayakları üzerinde ölmeyi« becerebilen ender insanlardan
olduğunu öyle ya da böyle okumuş, öğrenmiş, bilen insan sayısı küçümsenemeyecek
derecede yüksektir.
Çoğumuz için gerisi, »insan Che«nin nasıl olduğu,
duyguları, hataları, yanılgıları pek önemli değildir. Bilinmese de olur, çünkü
yarattığımız efsanenin sihri bozulur. Che, Rosa
Luxemburg ve daha niceleri gibi içerisine hapsettiğimiz ikonda işimize daha
çok yarar ve ikonlaştırılan Che, devrimci mücadelenin salt »kahramanlık«tan,
»devrim romantizmi«nden ve »elde silah, dağda dolaşmaktan« bariz olduğunu telkin
eder genellikle. Halbuki böylelikle Commandante Che Guevara’nın, insan Che’nin
yaşamına, mücadelesine, Küba Devrimi’ne ne denli büyük kötülük yaptığımızı fark
etmeyiz bile. Düşlerin sıcaklığı, rahat ettirir bizi.
Che olsaydı, ikonları bizzat kendi yıkardı
Devrim ve özgürlük mücadelelerinin tarihinden öğrenilecek
en temel derslerden birisinin gerçekle yüzleşmek olduğuna inanırım. Arzu edilen
ile gerçek uyuşmaz çünkü. Ve anmanın gereğini hakkıyla yerine getirmek
istiyorsak eğer, duygusallığın ötesine geçmek, politik bir değerlendirme yapmak
zorunlu olacaktır.
Ernesto Che Guevara’nın dürüst, ilkeli, tutarlı ve
önkoşulsuz özverili bir devrimci olduğu ve O’nun kurtuluş ve özgürlük
mücadelesinin bir simgesi olarak görülmesi şüphe götürmez bir gerçek. Che’nin »zaman geldiğinde bir Latinamerika ülkesinin
kurtuluşu için hiç bir şey talep etmeden canımı vermeye hazır olacağım«, »devrimden başka bir yaşam yoktur« veya »iki, üç daha fazla Vietnam yaratalım«
gibi sözlerinin sıklıkla alıntılanması boşuna değil. Che, dünyanın neresinde
bir haksızlık yapılıyorsa, bunu kendisine yapılmış gibi hisseden, özgürlük
aşkının körelmesine izin vermeyen ender bir devrimciydi. Ve O’nun hakkında
anlatılanlara göre, en başta kendisi öne çıkan devrimcilerin
»ikonlaştırılmasına« karşı çıkıyordu. Yani bugün yaşasaydı, bizzat kendisi
kendi ikonunu yıkardı.
Che’nin bu kişiliği gözlerimizi kamaştırsa da,
yanılgılarının kendi teorilerine dayandığını görmemizi engellememelidir; nasıl
bu yanılgıların devrimci kişiliğine gölge düşürmelerine izin vermememiz gerektiği
gibi. Bu anlayışla Che’nin temel yaklaşımını ele almak gerekir. 1960 yılında
kaleme aldığı »Gerilla Savaşı«
başlıklı yazısında Che temel yaklaşımını şu üç noktada topluyor:
»Birincisi, halkın
güçleri orudya karşı verilen savaşı kazanabilir. İkincisi, devrimin
koşullarının olgunlaşmasını her zaman beklemeye gerek yoktur, kalkışma ateşi
bunları kendisi yaratabilir. Üçüncüsü, azgelişmiş Latinamerika’da silahlı
mücadelenin vuku bulacağı yer, taşra bölgeleri (köyler) olmalıdır.«
Che’nin bu tezleri, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadele
tarihinde kimi zaman olduğu gibi ileri sürülen küçük bir grubun silahlı
mücadelesinin, kitlelerin örgütlü mücadelesi yerine geçebileceği görüşüyle
örtüşüyor. Toplumun ve sosyal koşulların analizini yapmadan, halka dayanmadan,
salt »insanlığın kurtarıcısı«
olduğunu iddia eden küçük bir grubun her yerde ve istenildiği zaman »devrimin koşullarını yaratabileceği«
düşüncesi kanımca Che’nin en büyük yanılgısıydı.
Che ve günümüz mücadeleleri
Che’nin Küba’da verdiği mücadelenin en önemli
öğretilerinden bir diğeri de, asıl devrimin iktidarı ele geçirdikten sonra
başlamakta olduğudur. Toplumun devrimci dönüşümü için iktidarı ele geçirmek bir
önkoşulsa, iktidarın devrimci sürekliliği için de toplumun devrimci dönüşümü
temel koşuldur. Ve gene tarihe bakarak, bunun devrimciler için en zor görevlerden
birisi olduğunu söylemek gerekir. Che, bu görevi yerine getirmek yerine,
devrimi başka ülkelere taşımayı tercih etmiştir, ki bu da – olumsuzlama
anlamında vurgulamıyorum – Che’nin ikinci büyük yanılgısı olmuştur.
Günümüze baktığımızda Arap ülkelerindeki kalkışmaların,
iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin esaslı bir değişimi olmaksızın »halkın
iktidarı«nın kurulamayacağını kanıtladığını görürüz. Evet, halk ayaklanmaları,
spontane protestolar (ki burada Rosa Luxemburg’un vurgu yaptığı spontaneliğin
gücü ortaya çıkar) Arap dünyasında despotların ilelebet iktidarda
kalamayacağını göstermişlerdir. Ancak bilhassa Tunus ve Mısır, onyıllarca
ülkeyi boyunduruğu altında tutan diktatörlerin uzaklaştırılmalarının, esaslı
bir demokratik dönüşüm için yeterli olmadığını kanıtlayan örneklerdir.
Silahlı mücadelenin – doğru bulunsun, bulunmasın – halka
dayanmadan, halkın örgütlü mücadelesine önayak olmadan ayakta kalamayacağını
gösteren diğer bir örnek Kürt Özgürlük Mücadelesi’dir. Kendini doğrudan halkın
denetimi altına sokmadan, hiyerarşileri olabildiğince yıkmadan, halkın çeşitli
kesimlerinin özörgütlenmelerine olanak tanımadan ve yaşayan bir organizma
misali halkın içerisinde yer alıp, filizlenmeyen hiç bir hareket, ne denli
güçlü gerilla ordusuna sahip olursa olsun, meşruiyetini elde edemeyecek, tarihe
salt şiddeti siyaset aracı olarak kullanan hareketlerden bir tanesi olarak
geçecektir.
Sonuç olarak, Che’nin ölümünün 44. yılında geriye
baktığımızda, resmi bir bütün olarak görme yükümlülüğü altında olduğumuzu
bilmemiz gerekir. Herşeye rağmen, Che bir devrimci ve insan olarak bizlere
örnek olmaya devam etmektedir. Küba Devrimi için verdiği mücadelesi,
emperyalizmden kurtuluşun ancak enternasyonalist bir kavgayla olanaklı olduğuna
inanmasına dayanmaktadır. Che, dünyada açlık çeken ve ezilen tek bir insan
kalana kadar devrimci olmak zorunluluğuna inanmaktaydı. O’nu Che yapan, bu
sarsılmaz inancıydı. Bize bıraktığı miras ise çok açık: Direniş, hep zafere
kadar – Hasta la victoria siempre!