4 Haz 2012

Sol Parti’de kırılgan uzlaşı


DIE LINKE Göttingen Kurultayı’nın sonuçları üzerine
Almanya gibi bir ülkede yaygın medyanın solda duran bir partinin kurultayına bu denli ilgi göstermesi ilk bakışta şaşırtıcı. Pazartesi günkü basına bakan yabancı birisi, tüm manşetlerde Sol Parti’yi okuyunca, ülkenin en güçlü partilerinden birisinden bahsedildiği zannına kapılabilir. Aslında 2 ve 3 Haziran 2012 tarihlerinde Göttingen’de yapılan DIE LINKE Parti Kurultayı hakkındaki haberler, aylarca süren »antisol kampanyanın« bir devamı. Ancak satır araları okunduğunda, yaygın medyadaki hayal kırıklığı göze batıyor.
Aylardan beri »solun sonu geldi«, »sol parçalanıyor« haberlerini yayan yaygın medyanın hevesi kursağında kaldı demek doğru olacak. Göttingen’de toplanan kurultay delegeleri, parti içindeki tüm ihtilaflara ve DIE LINKE’nin kuruluşundan bu yana devam etmekte olan en derin krizine rağmen, medyanın beklentilerine yanıt vermedi ve partinin siyaset arenasında yeniden nefes almasını sağlayacak bir rotada karar kıldı.
Gene de »birleşik sol parti projesinin« bölünme tehlikesini tamamiyle atlattığını söylemek için çok erken. Kurultayda seçilen yeni parti yönetimi, kırılgan bir uzlaşının ifadesidir. Ayrıca ihtilafların devam edip etmeyeceği, aktörlerin bundan sonra alacakları tutuma bağlı olacak. Buna rağmen kesin söylenebilecek bir sonuç varsa, o da partide »esas oğlanlar döneminin«, yani Gregor Gysi ve Oskar Lafontaine gibi »tek adamlar döneminin« bitmiş olduğudur. Diğer bir sonuç da, partinin »sosyaldemokratlaştırma« eğilimine verilen net »hayır« yanıtıdır.
Kanat kavgaları
Kurultay öncesinde ve kurultayın başladığı saatlerde baskın olan resim, partinin »reformcu« ve »sol« kanatları arasındaki uzlaşmaz konumlanıştı. Özellikle Doğu eyaletlerinde ve Berlin’de çoğunluğu ellerinde tutan reformcu kanat kurultay öncesinde sert Lafontaine karşıtlığı ve SPD’ye yakınlaşma eğiliminin temsilcisi Dietmar Bartsch’ın parti başkanı seçilmesi için gösterdiği çaba ile dikkat çekiyordu. Oskar Lafontaine’in adaylıktan çekilmesi ile başını »Sosyalist Sol« ve »Antikapitalist Sol« akımlarının çektiği kanat, Bartsch’ın adaylığını engellemek için yoğun bir kampanyaya girişmişti. Bu uzlaşmaz konumlanış nedeniyle, Bartsch’ı destekleyen yaygın medyada »sol bölünecek« kehanetleri yükseldi.
Kurultayın ilk saatlerinde akımların temsilcilerinin yaptıkları konuşmalarda ağırlık, eski parti yönetiminin kurultaya sunduğu karar tasarısı ve reformcu kanatın alternatif karar tasarısı üzerine yoğunlaştı. Reformcu kanat temsilcileri, »partimizin, diğer partiler, özellikle SPD ve Yeşiller ile arasına kesin çizgi koyması yanlıştır, aslolan halkın yararına çoğunlukları örgütleyebilecek ittifaklar gereklidir« diyerek, Lafontaine’in temsil ettiği çizginin »dogmatik« oluşunu eleştiriyordu.
Bu tartışmalar esnasında Gregor Gysi ile Oskar Lafontaine arasındaki ayrım da ortaya çıktı. Gysi, »meclis grubunda nefret hakim, parti birleşme süreci başarısız oldu, kavga etmek yerine ayrılmak daha doğru olur« diyerek üstü kapalı bölünme tehditinde bulunurken, Lafontaine, »bölünme lafı telaffuz bile edilmemeli, sol yeniden güçlü hâle getirilmeli« çağrısında bulundu. Karar tasarıları üzerine yapılan görüşmelerde öne çıkan, delegelerin çoğunluğunun, »ülkenin birleşik bir sol partiye ihtiyacı var, partiye, bütünleştirici ve kooperatif bir yönetim seçmeliyiz« biçiminde özetlenebilecek yaklaşımıydı.
Nitekim bu yaklaşım ve muhtemelen yapılan bazı görüşmelerin de etkisiyle, reformcu kanat alternatif karar tasarısını geri çekti. Kurultay delegelerinin partinin sol profilinin güçlenmesine yönelik tavırları fazlasıyla öne çıkmıştı. Yapılan konuşmalarda parti içindeki ihtilaflara ve hatalara vurgu yapılmasına rağmen, en sert eleştirileri yapanlar bile her defasında parti içi dayanışma ve ortak çalışma iradesinin gösterilmesine yönelik çağrılarda bulundular.
Yeni parti yönetimi
Kurultaya katılan 570 delege, Almanya solunun tarihinde ilk kez eski yönetim kurulunun başkanlık için önerisinin olmadığı bir seçimle karşı karşıyaydılar. Sadece parti yönetiminin üzerlerine anlaştığı adayların olmaması yanında, 8 aday arasında seçim yapmak durumunda kaldılar. Dietmar Bartsch’ın adaylığı nedeniyle parti örgütlerinde başlayan çekişmeler kurultay gününe kadar devam etmiş ve alternatif eşbaşkanlık önerileri gündeme gelmişti.
Bu eşbaşkanlık önerilerinden en ilginci ise, Doğu kökenli Katja Kipping ile Kuzeyren Vesfalya örgütü eşbaşkanı Katharina Schwabbedissen’den oluşan »üçüncü yol – kadın eşbaşkanlar« önerisiydi. Ancak gerek Kipping’in, gerekse de Schwabbedissen’in sendikal kökenden olmamaları ve parti tabanına danışmadan önplana çıkmaları tepki topladı. Sol kanadın eleştirileri sonucunda Schwabbedissen aday olmaktan vazgeçti ve Stuttgart’lı sendikacı Bernd Riexinger doğrudan Bartsch’ın karşıt adayı oldu.
Eşbaşkanların kadın-erkek eşitliğini sağlanmasının sembolü olması nedeniyle ilk seçim Kipping ile Bartsch’ın desteklediği Hamburg’lu Dora Heyenn arasında oldu. 553 geçerli oyun 371’i (yüzde 67,1) Kipping’e, 162’si de (yüzde 29,3) Heyenn’e verilince, Kipping açık ara farkla eşbaşkan seçildi. Karışık listede ise 555 geçerli oyun 297’si (yüzde 53,5) Riexinger’e, 251’i de (yüzde 45,2) Bartsch’a çıktı. Böylelikle hem kadın-erkek temsilini, hem de partinin geniş bir kesiminin temsili sağlanmış oldu.
Başkan vekilliği seçimlerinde sol kanatın temsilcisi Sarah Wagenknecht, reformculara yakın olan Caren Lay, barış hareketinden gelen Jan van Aken ve ekonomist Axel Troost yönetime seçildiler. Kipping ve Riexinger’in önerisiyle reformcu kanatın önde gelen temsilcilerinden olan Matthias Höhn partinin genel sekreterliğine getirildi. Toplam 44 kişilik parti yönetiminin yarısı kadınlardan oluşuyor. Dikkat çeken bir diğer husus, parti yönetiminde Ali Dailami ile sadece bir göçmenin temsil ediliyor olması. Her ne kadar genel sekreter ve genel sayman gibi kilit makamlar reformcu kanadın eline geçmiş olsa da, sol kanat parti yönetiminde çoğunluğu sağladı.
Bu açıdan bakıldığında Kipping ve Riexinger ile yeni bir dönemin başladığı söylenebilir. Herkese önkoşulsuz temel gelir talebinin en ateşli savunucularından olan Kipping, kavgacılıktan uzak tutumuyla parti içi ihtilafların daha soğukkanlı bir biçimde aşılması için katkı sunabilir. Riexinger ise, hem sendikacı kimliği hem de Lafontaine’e olan yakınlığı ile partinin sosyal hareketler ve sendikalar arasında kökleşmesi için gerekli olan radikal söylemi inandırıcı bir biçimde kullanabilir. Ancak bunun için her ikisinin de kısa zamanda parti içi akımlardan »bağımsızlaşması« gerekmekte. Partinin iç ihtilaflarını aşabilmesi ve yeniden siyaset yapabilmesinin sağlanması için eşbaşkanlara büyük görev düşüyor ve bunun için pek fazla zamanları yok.
Kurultay siyasî kültür farklılıklarını öne çıkardı
Kurultay, 16 Haziran 2012’de beşinci yılını kutlayacak olan Sol Parti’nin, birbirinden farklı iki siyasî kültürün yanyana varolduğu bir parti olduğunu kanıtladı. Brandenburg’da eyalet hükümetine SPD ile ortak olan, aralarında büyükşehir belediye başkanlarının da olduğu sayısız kent yönetimini elinde tutan ve neredeyse Doğu eyaletlerinin hepsinde ikinci parti durumunda olan DIE LINKE, Batı’da Hamburg, Niedersachsen, Hessen ve Saarland’ın haricinde eyalet parlamentolarında yer almıyor. Doğu’da yüzde 20’lere ulaşan parti, Batı’da yüzde 5’i yakalamakta zorluk çekiyor.
Doğu’da, bir zamanların devlet partisi olan Sosyalist Birlik Partisi kökenli üyelerin partiye bakışı ile Batı’da çoğunlukla muhalif sol akımlardan, sendikalardan ve eski SPD üyelerinden oluşan üyelerin parti anlayışları arasında büyük farklar bulunuyor. Doğu’da seçmenden aldıkları büyük destek ile eyalet ve yerel yönetimlere ortak olan parti örgütleri, kendilerini geniş kesimleri ve katmanları içeren bir nevî »halk partisi« olarak görürlerken ve diğer partiler ile ortaklık ararlarken, Batı’daki parti örgütleri çoğunlukla sol muhalefet olarak diğer partilerle aralarına kesin sınır konulması kanaatindeler.
Doğal olarak bu farklılıklar, partinin ülke genelinde izlemesi gereken rota konusunda da ihtilaflara neden oluyor. Reformcu kanat, ülkedeki asıl sorunların »sınıf çelişkileri üzerine kurulu olmadığını« ve bu nedenle »reformlarla dönüşümün sağlanıp, sosyal ve demokratik bir politikanın çoğunluk elde etmesinin olanaklı olduğunu« savunurken, sol kanat »diğer partilerin neoliberal cephe içerisinde birleştiğini ve partinin antikapitalist bir politika ile toplumsal muhalefeti örmesi gerektiğini« savunuyor.
Partinin yaklaşık 70 bin üyesi var ve parti içi akımlar parti üyelerinin sadece küçük bir kesimini temsil ediyorlar. Buna rağmen parti içi akımların üye sayısı, partinin tüm üye sayısı ile kıyaslandığında, milletvekilleri ve parti yönetimleri çoğunlukla parti içi akımların temsilcilerinden oluşuyor. Böyle olunca da gerek yönetimlerde, gerek milletvekilleri arasında, gerekse de parti aparatında akımlar arası egemenlik kavgaları öne çıkıyor ve stratejik bir merkezin oluşması zorlaşıyor. Egemenlik kavgasının yol açtığı rekabet ise partinin zaten zorluk çektiği yerel örgütlenme ağını zayıflatıyor.
Kurultayda da görüldüğü gibi, parti üyelerinin çoğunluğu akımlar arasındaki bu uzlaşmaz egemenlik kavgalarından rahatsız oluyorlar. Zaten kurultay sonuçları da, akımlara yönelik bir sinyal olarak algılanabilir. Kurultayın bunun ötesinde çoğulcu, demokratik, geniş, ama aynı zamanda kapitalizm karşıtı mücadeleci bir partiye duyulan özlemin hâlâ çekiciliğini kaybetmediğini de gösterdiği söylenebilir.
Uçurumun kenarından dönüldü, ama...
Göttingen Kurultayı, parti üyelerinin çoğunluğunun arzuladığı bir projenin gerçekleştirilebilmesi için yeni bir fırsat verdi. Ancak bu fırsatın kullanılmasına yarayacak olan zaman penceresi çok uzun bir süre açık kalmayacak. Çünkü kurultayda, önceden açılan güvensizlik yaraları yeterince kapatılamadı.
Parti, deyim yerindeyse uçurumun kenarından döndü, ama henüz marjinalleşme tehlikesi atlatılmış değil. Oluşturulan yeni parti yönetiminin, Erfurt Programı temelinde bir köprü olabilmesi şansı yok değil elbette. Ancak bunun için partinin yenilenmesi ve yeniden »icat« edilmesi gerekiyor. Eğer yeni yönetim solun dayanışmacı ve mücadeleci siyasî kültürünü kurabilir, büyük bir çoğunlukla kabul edilen parti programının siyasî söyleme temel oluşturmasını sağlayabilir, partiyi bütünüyle aslî görevlerine yönlendirebilir ve kapitalizmin krizine inandırıcı yanıtlar verilmesini sağlayabilirse, partinin içinde bulunduğu derin krizi aşmak için gerekli olan soluğu kazandırabilecektir.
Partinin yeni yönetimi son derece güç görevlerle karşı karşıya. Bir tarafta partili aktörlerin yeniden ortak mücadele yolunu seçmeleri için gerekli olan kararlılığı ve tutarlılığı sergilemek zorundalar. Diğer tarafta ise, partinin kapitalizmin merkez ülkelerinden olan Almanya’daki neoliberal cephe karşısında başta emekçi halk kitleleri olmak üzere, toplumun geniş kesimlerinin ihtiyaçlarına yanıt verebilen bir siyasî formasyon olduğunu kanıtlamak zorundalar. Bunun içinse partinin yerelde kökleşmesi, farklı toplumsal dinamiklerle birlikte egemen politikalara karşı ittifaklar oluşturması ve seçmen tarafından siyaset değişikliğine yol açma yetisine sahip alternatif olarak görülebilmesi için örgütlenme atağını gerçekleştirmek zorundalar.
Tüm bu zorundalıklar, kamuoyu görüşünü başarıyla manipüle eden ve güçlü medya tekellerinden oluşan yaygın medyanın saldırılarının artacağı bir dönemde üstesinden gelinmesi zor, ama olanaksız olmayan bir meydan okumadır. Ancak yeni parti yönetiminin bu meydan okumanın üstesinden gelebilmesi büyük oranda reformcu kanadın bundan sonra alacağı tavra bağlı. Eğer Bartsch’ın seçilmemesi nedeniyle »intikam« almaya çalışırlar ve daha önceki parti eşbaşkanları olan Gesine Lötzsch ile Klaus Ernst’e karşı yaptıkları gibi ayrıştırıcı bir politika izlerlerse, partinin bölünmesine gidecek olan yolu açmış olurlar.
Kurultay sonrasında yaygın medyada yer alan yorumlar, reformcu kanadı böylesi bir tavır için cesaretlendirici nitelikte. Başta Bartsch olmak üzere, reformcu kanadın temsilcilerinin kurultay sonrası verdikleri demeçler, yeni yönetimle yapıcı bir ilişki içerisine girecekleri yönünde. Görüldüğü kadarıyla reformcu kanat ta solun bölünmesinin hiç kimseye yaramayacağı kanaatinde. Şimdilik...
Yeni parti yönetiminin partiyi yeniden vitalize edip edemeyeceğini zaman gösterecek. Kipping ve Riexinger’in birleştirici söylemleri umut veriyor, ama sadece söylemin yeterli olamayacağını onlar da çok iyi biliyorlar. Göttingen Kurultayı parti içi sorunları kökünden çözemedi, ama çözümü için gerekli olan aracı oluşturdu. Bundan sonrası partili aktörlerin elinde. Ya neoliberal cepheye karşı toplumsal direnişi örecek, kararlı bir barış ve demokratikleşme savunucusu, emperyalist talana karşı emekçi halkların dayanışmasını öncelleyen, mücadeleci bir sol olma yolunda yürüyecekler, ya da derinleşen sınıf çelişkilerinin yaratacağı toplumsal hareketlerin ihtiyaç duydukları siyasî formasyonu kendilerinin oluşturmasını seyredecekler.
Öyle ya da böyle; su, yolunu bulacaktır...