30 Kas 2012

Anayasal azınlık



1 Şubat 1995’de Strassburg’da imzalanan ve 1998’den itibaren yürürlüğe giren »Avrupa Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Antlaşması« Avrupa’daki ulusal azınlıkların bireysel ve kolektif hakları ile bunların kamu yaşamında uygulanmasının esaslarını belirliyor. Antlaşmayı imzalayan ülkelerdeki uygulamalar da doğrudan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin kontrolü altında.

Antlaşma, Avrupa Konseyi’nin 47 üye ülkesinden 39’u tarafından ulusal parlamentolarca onaylanmış durumda. Çerçeve Antlaşması’nı kabul etmeyen 8 ülkeden birisi Türkiye. Türkiye karar vericilerinin antlaşmayı neden imzalamadıkları, ancak Kürt Sorunu bağlamındaki inkâr ve imha siyaseti ile açıklanabilir.
»Avrupa’nın ulusal azınlıkların korunması için hukuksal bağlayıcılığı olan ilk çok yanlı enstrümanı« olarak tanımlanan antlaşma, ulusal azınlık bireylerinin bir araya gelme, özgür fikir beyanında bulunma, düşünce, vicdan ve din özgürlükleri, kendi dillerini kullanma, anadilde eğitim ve sınırlar ötesi işbirliği hakları gibi hak ve özgürlüklerini düzenliyor.
Antlaşmayı imzalayan ülkelerden birisi de Almanya. 15 yıl önce federal parlamento onayı ile atılan imza, ancak bugünlerde tam olarak uygulamaya sokulabildi. Schleswig-Holstein eyaletinin anayasasında (5. Madde) yapılan bir değişiklikle, Çerçeve Antlaşması bağlamında anayasa tarafından tanınan »ulusal azınlık« sayısı dörde çıktı.
Buna göre ülkenin kuzeyinde yaşayan Danimarkalılar, Frisler, Brandenburg ve Saksonya eyaletinde yaşayan slav kökenli Sorblar ve en son Almanya’nın her yanında rastlayabileceğimiz Sinti ve Roman halkı Almanya’nın ulusal azınlıkları olarak kabul edilmiş durumdalar.
Sinti ve Roman halkının ulusal azınlık olarak kabul edilmesi tartışmaları 22 yıl öncesine dayanıyor. 22 yıl boyunca süren tartışmalar, ancak bu yıl eyalet parlamentosunun anayasa değişikliğini kabul etmesiyle sonuçlandı. Burada şüphesiz ilginç olan, değişikliğin eyalet parlamentosundaki bütün partiler tarafından oy birliği ile kabul edilmesiydi.
Schleswig-Holstein eyaletinde yaşayan Sinti ve Roman bireylerinin sayısı sadece 5 bin. Almanya genelinde ise 70 bin. Gerçi Sinti ve Roman halkı, Danimarka ve Almanya’nın 1955 yılında yaptıkları bir anlaşma sonucu Almanya’daki Danimarkalılara tanınan barajsız seçim hakkını alamadı, ancak ulusal azınlıklara tanınan bütün hak ve özgürlüklerden faydalanabilecek. Kaldı ki, anayasa değişikşiliği olmaksızın da bazı hak ve özgürlükler yıllardan beri tanınmıştı. Örneğin Schleswig-Holstein hükümetleri yıllardan beri Sinti ve Roman çocuklarının hem anadillerinde, hem de Almanca eğitim görmelerini teşvik ediyor, okullar açıyor ve anadillerinde sosyal danışmanlık almalarını sağlıyor.
Eyaletin Azınlıklar Sorumlusu Renate Schnack, Sinti ve Roman halkına yönelik tedbirlerin aynı zamanda diğer ülkelerden gelen Sinti ve Roman mültecileri ile bağlantılı sorunların da çözümü açısından belirleyici olacağını belirtiyor.
Almanya’nın göçmenler ve siyasî mülteciler politikaları, ırkçı yasaları, kurumsallaşmış ayırımcılık mekanizmaları, Alman halkının büyük bir çoğunluğunda kökleşmiş ırkçılık ve refah şövenizmi konusunda söylenecek çok şey var. Bu satırların yazarı bu konularda yıllardan beri – deyim yerindeyse – söylemediğini bırakmadı. Ama tüm sorunları, engellemeleri, otoritarizm yatkınlığı ve sınıfsal özellikleriyle hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin işler kılındığı burjuva demokrasilerinin belirli sorunları çözebilme yetkinliği de teslim edilmeli.
Evet, yapılan anayasa değişikliği henüz diğer eyaletlerde gerçekleştirilmedi; Çerçeve Antlaşması’nın uygulamaya sokulması yıllar aldı ve göçmenlerin, mültecilerin tüm diğer sorunları çözülmedi, ki çözülmesi yönünde bir siyasî iradenin olduğundan bile bahsedilemez. Gene de, sayıları ne kadar az olursa olsun, kendilerini ulusal azınlık olarak tanımlayan halkların ve/veya halk gruplarının kimliklerinin tanınması, ulusal azınlık olarak hak ve özgürlüklere kavuşmuş olmaları, kapitalizm koşulları içerisinde de kimi sorunların çözülebileceğine bir örnektir.
Ancak bu örnek aynı zamanda sorunların çözümü için anayasaların ve parlamentoların tek başlarına yeterli olamayacaklarını, aksine geniş toplumsal ittifaklar olmadan ve demokrasinin demokratikleştirilmesi için mücadele verilmeden, hiç bir hakkın tanınmayacağını da göstermektedir.