1 Şubat 1995’de Strassburg’da imzalanan ve 1998’den
itibaren yürürlüğe giren »Avrupa Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve
Antlaşması« Avrupa’daki ulusal azınlıkların bireysel ve kolektif hakları ile
bunların kamu yaşamında uygulanmasının esaslarını belirliyor. Antlaşmayı
imzalayan ülkelerdeki uygulamalar da doğrudan Avrupa Konseyi Bakanlar
Komitesi’nin kontrolü altında.
Antlaşma, Avrupa Konseyi’nin 47 üye ülkesinden 39’u
tarafından ulusal parlamentolarca onaylanmış durumda. Çerçeve Antlaşması’nı
kabul etmeyen 8 ülkeden birisi Türkiye. Türkiye karar vericilerinin antlaşmayı
neden imzalamadıkları, ancak Kürt Sorunu bağlamındaki inkâr ve imha siyaseti
ile açıklanabilir.
»Avrupa’nın ulusal
azınlıkların korunması için hukuksal bağlayıcılığı olan ilk çok yanlı
enstrümanı« olarak tanımlanan antlaşma, ulusal azınlık bireylerinin
bir araya gelme, özgür fikir beyanında bulunma, düşünce, vicdan ve din
özgürlükleri, kendi dillerini kullanma, anadilde eğitim ve sınırlar ötesi
işbirliği hakları gibi hak ve özgürlüklerini düzenliyor.
Antlaşmayı imzalayan ülkelerden birisi de Almanya. 15 yıl
önce federal parlamento onayı ile atılan imza, ancak bugünlerde tam olarak
uygulamaya sokulabildi. Schleswig-Holstein eyaletinin anayasasında (5. Madde)
yapılan bir değişiklikle, Çerçeve Antlaşması bağlamında anayasa tarafından
tanınan »ulusal azınlık« sayısı dörde çıktı.
Buna göre ülkenin kuzeyinde yaşayan Danimarkalılar,
Frisler, Brandenburg ve Saksonya eyaletinde yaşayan slav kökenli Sorblar ve en
son Almanya’nın her yanında rastlayabileceğimiz Sinti ve Roman halkı
Almanya’nın ulusal azınlıkları olarak kabul edilmiş durumdalar.
Sinti ve Roman halkının ulusal azınlık olarak kabul
edilmesi tartışmaları 22 yıl öncesine dayanıyor. 22 yıl boyunca süren
tartışmalar, ancak bu yıl eyalet parlamentosunun anayasa değişikliğini kabul
etmesiyle sonuçlandı. Burada şüphesiz ilginç olan, değişikliğin eyalet parlamentosundaki
bütün partiler tarafından oy birliği ile kabul edilmesiydi.
Schleswig-Holstein eyaletinde yaşayan Sinti ve Roman
bireylerinin sayısı sadece 5 bin. Almanya genelinde ise 70 bin. Gerçi Sinti ve
Roman halkı, Danimarka ve Almanya’nın 1955 yılında yaptıkları bir anlaşma
sonucu Almanya’daki Danimarkalılara tanınan barajsız seçim hakkını alamadı,
ancak ulusal azınlıklara tanınan bütün hak ve özgürlüklerden faydalanabilecek.
Kaldı ki, anayasa değişikşiliği olmaksızın da bazı hak ve özgürlükler yıllardan
beri tanınmıştı. Örneğin Schleswig-Holstein hükümetleri yıllardan beri Sinti ve
Roman çocuklarının hem anadillerinde, hem de Almanca eğitim görmelerini teşvik
ediyor, okullar açıyor ve anadillerinde sosyal danışmanlık almalarını sağlıyor.
Eyaletin Azınlıklar Sorumlusu Renate Schnack, Sinti ve
Roman halkına yönelik tedbirlerin aynı zamanda diğer ülkelerden gelen Sinti ve
Roman mültecileri ile bağlantılı sorunların da çözümü açısından belirleyici
olacağını belirtiyor.
Almanya’nın göçmenler ve siyasî mülteciler politikaları,
ırkçı yasaları, kurumsallaşmış ayırımcılık mekanizmaları, Alman halkının büyük
bir çoğunluğunda kökleşmiş ırkçılık ve refah şövenizmi konusunda söylenecek çok
şey var. Bu satırların yazarı bu konularda yıllardan beri – deyim yerindeyse –
söylemediğini bırakmadı. Ama tüm sorunları, engellemeleri, otoritarizm
yatkınlığı ve sınıfsal özellikleriyle hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı
ilkesinin işler kılındığı burjuva demokrasilerinin belirli sorunları çözebilme
yetkinliği de teslim edilmeli.
Evet, yapılan anayasa değişikliği henüz diğer eyaletlerde
gerçekleştirilmedi; Çerçeve Antlaşması’nın uygulamaya sokulması yıllar aldı ve
göçmenlerin, mültecilerin tüm diğer sorunları çözülmedi, ki çözülmesi yönünde
bir siyasî iradenin olduğundan bile bahsedilemez. Gene de, sayıları ne kadar az
olursa olsun, kendilerini ulusal azınlık olarak tanımlayan halkların ve/veya
halk gruplarının kimliklerinin tanınması, ulusal azınlık olarak hak ve
özgürlüklere kavuşmuş olmaları, kapitalizm koşulları içerisinde de kimi
sorunların çözülebileceğine bir örnektir.
Ancak bu örnek aynı zamanda sorunların çözümü için
anayasaların ve parlamentoların tek başlarına yeterli olamayacaklarını, aksine
geniş toplumsal ittifaklar olmadan ve demokrasinin demokratikleştirilmesi için
mücadele verilmeden, hiç bir hakkın tanınmayacağını da göstermektedir.