Yazı yazmanın zor olduğu günlerdeyiz. Hele hele Türkçe
yazıyorsanız, Türkiye’ye ve açlık grevlerine değinmeyen konuları
değerlendirmeye eliniz varmıyor. Dile kolay: 60. gün. Kalıcı rahatsızlıklar,
hatta ölüm kapıda.
Aslında açlık grevi hakkında söylenecek söz kalmadı. Ama
BDP, HDK, sosyalistler ve demokratlar olarak »iğneyi kendimize batırma« zamanı
geldi: Bu eyleme verdiğimiz yanıt yeterli mi? Türkiye’de, Avrupa’da yaşayan
bizler tutsakların taleplerinin önemini yeterince kavrayabildik mi? Şaka değil,
can bu! Şimdiye kadar yaptıklarımızla yetinebilir miyiz? Ve bu saatten sonra,
sadece hükümetin – o da lütfen – söyleyeceklerini mi bekleyeceğiz? Bence hayır!
Neden böyle düşündüğümü açıklamaya çalışayım.
Önce bir tespitte bulunmak gerekiyor: AKP hükümeti temsil
ettiği / desteğini aldığı sermaye fraksiyonlarının çıkarlarını kollayan,
Türkiye burjuvazisinin birikimini ender görülen bir enerjiyle teşvik eden bir
siyaset uyguluyor ve iktidarının güçlenerek devamını sağlayacağına inandığı
söylemi kullanıyor.
Başbakanın demagojisi verimli topraklarda yeşeriyor ve
dayandığı yüzde 50’lik oy potansiyelinden pay almaya yeltenecek (!) ciddî bir
rakibinin olmamasının verdiği rahatlıkla, bitmeyen seçim kampanyasına yeni
ivmeler katıyor.
Yağlı urganı sallandırması da boşuna değil. Erdoğan idam
cezasını dillendirerek, hem Kürt hareketini terbiye etmeye çalışıyor, hem de
çoğunluk toplumundaki militarizmin, ırkçılığın ve milliyetçiliğin ilkel
duygularını şahlandırıyor. Seslendiği kitlenin, Sünnî ve Türk olmanın yaratılan
zenginliklerden pay alma anahtarı olduğunu bildiğinden hareketle, AVMlerin,
özelleştirilmiş hastahane koridorlarının ve mütedeyyin yaşama uygun, havuzlu,
özel güvenlikli sitelerin parlaklığı ile gözlerini kamaştırıyor ve uyguladığı
neoliberal politikaların sonuçlarının görünürlüğünü engelliyor, yayılmacı
militarizme destek buluyor.
Çalışabilir 25 milyonluk nüfusun yaklaşık 11 milyonunun
enformel sektörde istihdam edildiği, vergi mükellefleri sayısının sadece 6,4
milyon (TUIK verilerine göre) olduğu, dolaysız vergilerin rekor seviyelere
ulaştığı, işçi haklarının budandığı, bölgeler arası eşitsizliğin had safhaya
vardığı, refah şövenizminin yaygınlaştığı, Kürt nüfusun yüzde 53’ünün (KONDA)
yoksulluk sınırında yaşadığı, emek hareketinin kendi haklarını dahi korumaktan
aciz kaldığı ve toplumsal muhalefetin tekil çıkar savunusunun ağırlığı altında
parçalandığı bir ülkede bu siyaset başarılı oluyor.
Erdoğan, iktidarının sarsılmayacağından emin. Ama gene de
hiddetleniyor. Sadece milliyetçi oyları toplamak için değil. Kürt hareketini
ehlileştiremediğinden hiddetleniyor.
Kanımca AKP iktidarının yumuşak karnı, deyim yerindeyse
»Aşil Topuğu« bu noktadır. Ve bu noktada geliştirilecek olan radikalliğin,
Türkiye’nin en temel sorununun çözümünün, barış, adalet, demokrasi ve özgürlüğe
giden yolun önünü açacağına inanıyorum.
Radikallik, bakanların veya valilerin kapısını
aşındırmakla, koster arızasının giderilmesini talep etmekle veya siyasî
davalarda hukuksal savunma yapılmasıyla değil, sokağın sesini yükselterek,
topyekün saldırıya, topyekün direniş göstererek sağlanabilecektir.
En önce tutsakların taleplerinin sulandırılması
engellenmelidir: Anımsayalım, tutsaklar 12 Eylül’de ne demişlerdi: »(...) Tecrit bir insanlık suçudur. Bu suçun
işlenmesine sessiz kalmayacağız. Bu temelde Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah
Öcalan'ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşulları bir an önce yaratılmalı ve
tecride son verilmelidir. İkincisi bir insanlık suçu olan Kürdistan halkının
anadili üzerindeki inkar, imha ve asimilasyon politikasına son verilmelidir.
Anadilde eğitim ve mahkemelerde savunma yapmanın önündeki her türlü yasak ve
engel kaldırılmalıdır. Bu iki talebimiz yerine getirilinceye kadar (...) biz
Kürt özgürlük tutsakları olarak öz irademizle 12 Eylül 2012 tarihinden itibaren
süresiz dönüşümsüz açlık grevine başlıyoruz. Tüm halkımızı, dostlarımızı,
ailelerimizi ve demokratik kamuoyunu duyarlı olmaya ve bu insanlık direnişimizi
sahiplenmeye, desteklemeye ve seslerini sesimize katmaya davet ediyoruz«.
Zaten bu davete geç icab ettik, bari sahiplenmenin hakkını
verelim, oyalamalara kanmayalım. Radikalleşme zamanının geldiğini kavrayalım. Kavrayalım
ki, sokaktan yükselen seslerin ölümleri durduracağını, egemenlere geri adım
attırabileceğini anımsayalım.
Bunu anımsadığımızda ise, ivedi görevin parlamentoda veya
işlemeyen hukuksal süreçlerde vakit kaybetmek değil, direnişi
kitleselleştirmek, süreklileştirmek olduğunu anlayabileceğiz.