Açlık grevleri nihayet bitirildi. Ama bu, Kürt
hareketinin, Türkiye sosyalistlerinin ve demokratların görevinin bittiği
anlamına gelmiyor. Hükümetin bundan sonraki süreci nasıl yöneteceğini nasılsa göreceğiz.
Görmemiz gereken asıl nokta ise, açlık grevleri süresinde tutsakların yanında
saf tutanların süreci nasıl değerlendirecekleridir. Özeleştiri mekanizması
çalıştırılmadan olağan gündeme dönmenin büyük bir hata olacağını anımsatmak
gerekiyor.
»İğneyi« kendime de batıracağımı belirtip, güncel bir
konuya, Türkiye’nin NATO’dan istediği »Patriot-Sistemleri«ne değinmek
istiyorum. Dışişleri bakanı Davutoğlu bunun »savunma
amaçlı bir tedbir« olduğunu, aynı zamanda NATO sınırı olan Türkiye-Suriye
sınırına konuşlandırılacak »NATO Responce Force« birlikleri sayesinde, »ülkemizin ve vatandaşlarımızın güvenliğini
teminat altına almak« istediklerini söylüyor.
Patriot-Sistemlerinin, daha önce olduğu gibi tesadüfen
veya kasıtlı olarak Türkiye topraklarına düşen top veya tüfek mermilerine karşı
hiç bir etkisi olmadığı ve sadece roketler ile savaş uçaklarına karşı
kullanıldığı düşünülürse, gerçek amacın Suriye üzerinde »uçuşa yasak hava
sahası« oluşturmak istendiği sonucuna varılabilir. Bu ise, Türkiye’nin Batı
Kürdistan’daki gelişmelerle bağlantılı olarak önceden beri istediği »Tampon
Bölge«nin ilk adımıdır.
Görüldüğü kadarıyla Türkiye kamuoyu, hükümetin »Suriye tehdit oluşturuyor« söylemini
inandırıcı buluyor. Çünkü aksi olsaydı, kapıda duran savaşa karşı kitlelerin sokaklara
dökülmesi gerekirdi. Peki, hükümet sahiden haklı mı? Suriye’deki despot Esad
rejimi Türkiye’nin güvenliğini mi tehdit ediyor? Yoksa hükümet, hazır elinde
tezkere varken, savaşa davet mi çıkartıyor?
Bu soruların yanıtlarını bulmak için TSK’nin bölgede
nasıl konuşlandırıldığına bakmak yararlı olacak: Suriye sınırındaki birlikler,
orgeneral Galip Mendi komutasında Malatya’daki 2. Ordu’ya bağlı. 2. Ordu’nun
100 bini bulan personeli şimdi 150 bine çıkartılmış durumda. 2. Ordu’ya üç
kolordu ve özel birlikler bağlı. Adana’daki 6. Kolordu, 5. Zırhlı Tugayı, 39.
Mekanize Tugayı ve 106. Topçu Tugayı ile sınıra yerleştirilmiş durumda.
Bunların arkasında 3. Piyade Tümeni, 16., 20, ve 172.
Mekanize Tugayları ve 107. Topçu Alayı ile Diyarbakır’daki 7. Kolordu duruyor.
Kayseri’deki 1. Komando Tugayı, Siirt’teki 3. Komando Tugayı ve Hakkari’deki
Dağ Komando Tugayı da 2. Ordu’ya bağlı. Tüm bunlara ayrıca Diyarbakır’daki 2.
Taktik Hava Filosu Komutanlığı’nı da eklemek gerekiyor. Bu komutanlığa F-16C/D
Fighting Falcon, F-4E Phantom II (»Pars« ve »Atmaca« filoları) savaş uçakları,
AS-532 Cougar helikopter birlikleri ve Anka, Heron, Harpy, I-Gnat ER gibi
çeşitli insansız hava araçları (İHA) bağlı. ABD’nin İncirlik üssü ise işin
cabası.
TSK, 2012 Haziran’ından sonra birliklerini daha hızlı bir
şekilde sınır bölgesine konuşlandırdı. M-60T Patton tankları ve obüs topları
Diyarbakır’dan getirildi. 24 Temmuz’da TSK’nin tek ABC-Silahları Savunma Kıtası
sınıra konuşlandırıldı, ki bu Suriye’nin kimyasal silah tehditinin (!) altını
çizmek için gerekliydi. 1 Ağustos’da Antep’teki 5. Tank Tugayı sınır köyleri
olan Demirışık ve Akçabalar’a, Eylül sonundan itibaren de 20. Tank Tugayının
tankları, obüs topları ve uçaksavar topları Urfa, Mardin ve Hatay’a konuşlandırıldı.
T-155 Fırtına tipi obüs toplarının vuruş mesafesi 40 km. Böylelikle TSK şimdiye
kadar toplam 250 tankı sınıra yerleştirmiş durumda.
Türkiye-Suriye sınırı 55 savaş uçağı, İHA’lar ve
Kürecik’teki beş NATO radarı ile sürekli gözlem altında. Ayrıca Türk savaş
gemileri de Gölcük’ten Doğu Akdeniz’e gönderildi. Bu birliklerin yanısıra özel
harekât ve komando bölüklerine sahip olan 2. Jandarma Kıtası da sınır
bölgesinde.
Şimdi mantıklı düşünürsek: BM Şartı’nı çiğneyerek,
bağımsız bir ülkenin iç savaşında taraf olan, silahlı islamist grupları
destekleyen, komşu ülkede rejim değişikliği için devletin bütün olanaklarını
seferber eden, savaş kışkırtıcılığı yapan, »güvenlik« kisvesi altında savunma
değil, müdahale için eğitilmiş birliklerini sınıra konuşlandıran, mezhep
çatışmalarını körükleyen, militarizmi ve milliyetçiliği propaganda eden AKP
hükümeti mi, yoksa, antidemokratikliğinden ve despot yapısından kuşku olmayan,
ama kendi sınırları içerisindeki iç savaşla başa çıkmakta zorlanan, Batı
dünyası tarafından izole edilen, ambargolara maruz kalan ve siyaseten geleceği
olmayan Esad rejimi mi NATO’nun ikinci büyük ordusu ile savaşmayı göze alıp,
Türkiye’nin güvenliğini tehdit ediyor?
Elimizi vicdanımıza koyarsak eğer, »asıl düşman kendi ülkemizde« diyen Karl Liebknecht’e hak vermemiz
gerekmez mi?