Sosyal, feminist, adil ve ekolojik demokrasi konseptleri
(Demokratik Modernite dergisinden)
»Demokratik Modernite« dergisi Latin Amerika’daki sistem
karşıtı hareketler konusunda bir yazı istediğinde, yazıp yazmama konusunda
tereddüt ettim. Tereddüt ettim, çünkü Latin Amerika konusunda benden çok daha
ehil kalemler var – Örneğin raflar dolusu çalışmaları kaleme almış bir uzman
olan Metin Yeğin gibi isimler var.
Ama beni asıl tereddüt ettiren, Latin Amerika’daki anarşist, feminist,
ekolojist, sosyalist ve antikapitalist hareketler üzerine, var olan hareketleri
ve hedeflerini sıralamaktan öte gidemeyen, genellikle de Avrupa merkezci bakış
açısının sınırları içerisine tıkılı kalan benzerlerinin tekrarı olan bir
yazının çıkmasıydı.
Kuşkusuz Anadolu-Mezopotamya coğrafyasındaki emekçilerin
ve ezilen halkların Latin Amerika’daki çeşitli hareketler ve mücadelelerden
öğrenecekleri, daha doğrusu ilham alabilecekleri çok deneyim var. Kanımca hangi
Latin Amerika ülkesinde, hangi oluşum, nasıl ve neden örgütlendiğinden ziyade,
gelecek tasavvurları ile hangi tartışmaları yaptıklarına, hangi tahayyüller
çerçevesinde hangi konseptleri geliştirdiklerine, bunları nasıl uyguladıklarına
bakmak çok daha öğretici olacak.
Şüphesiz Bolivya’dan, Ekvador ve Venezüela’ya, Topraksız
Köylü Hareketi MST’den Zapatistalara ve Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi
FMLN’e kadar hükümete girmiş veya muhalefetteki hareketlerin deneyimleri
birebir Anadolu-Mezopotamya coğrafyasına uygulanamaz. Zaten tartışmalara katkı
olarak kurgulanan bu yazının niyeti de, kopya çekmeyi önermek değil. Yazının
amacı, bilhassa indigen hareketlerin geleceği şekillendirmek için
geliştirdikleri konseptlerden bir iki kesit sunmak, ilham kaynağı olabilecek
noktaların altını çizmektir.
Bu çerçevede, Türkiye’de »Yeni Anayasa« ve Kürdistan’da
»Demokratik Özerklik« tartışmaları ışığında dikkate alınması gereken ve indigen
hareketlerin mücadeleleri sonucunda Latin Amerika’da, bilhassa Bolivya ve
Ekvador’da, anayasa bilimine girmiş iki terime değinmek gerekiyor: Plurinasyonalite
ve Buen vivir.
Bu konseptlere değinmeden önce, Latin Amerika’daki sistem
karşıtı hareketlerle ilgili bir kaç noktayı öne çıkartmak, konseptlerin özüne
bakışımızı yoğunlaştırmak için önemli olacak. Bir kere bu konseptlerin asıl
taşıyıcılarının, sosyaldemokrat ve sosyalist reform partileri veya
ulusalcı-popülist akımlar ile hükümetlerin değil, tüm farklılıklarına ve tek
tek hareketlerin aynı çatı altında birleştirdikleri çeşitliliğe rağmen sistem
karşıtı hareketler olduğunun bilinmesi gerekiyor.
Latin Amerika’daki sistem karşıtı hareketlerin ortak
özelliği, sadece neoliberalizmi reddetmekle ve kapitalist üretim ilişkileri
içerisinde kısmî iyileştirmelerle yetinmemeleri, aynı zamanda kapitalizm
karşıtı ve antiemperyalist olmalarıdır.
Bu hareketler genellikle elektriğin, suyun, sağlığın,
eğitim ve öğrenimin özelleştirilmesine karşı yürütülen mücadeleler içerisinde
oluşmuşlardır. Bölgesel özellikler göstermekle birlikte, çoğunlukla
marjinalleştirilmiş kesimlerden, enformel sektör çalışanlarına, orta katmanlara
ve bölgesel KOBİ sahiplerine kadar geniş ittifaklar hâlinde ortaya
çıkmaktadırlar. Latin Amerika’da özelleştirmelere karşı sosyal mücadeleleri
inceleyen Anne Tittor bu hareketlerin »katılımcılığa (sosyal yurttaşlık) ve
(sosyal olan) demokrasiye olan yönelimlerini« özellikle vurguluyor. [1]
Sahiden de bu hareketlere yakından bakıldığında,
genellikle yerelde oluştuklarını, farklı kesimleri birleştirdiklerini, kolektif
eylem yetisine sahip olduklarını ve radikalleşerek özelleştirmelere karşı ülke
çapına genişleyen bir direniş potansiyeli oluşturduklarını görmek olanaklı.
Sendikaları da içerilerine alan sistem karşıtı hareketler, var olan partilerin
dışında oluşmuş ve partilerin, özellikle iktidara gelen reformcu sol partilerin
ciddîye almaları gereken veto gücü hâline gelmişlerdir.
Sistem karşıtı hareketlerin Bolivya, El Salvador, Peru
veya Uruguay gibi ülkelerde kısmî, ama somut ve önemli başarılar elde ettikleri
görülmektedir. Neoliberal yönetimlerin alaşağı edilmesinde ve ittifaklar
oluşturarak, sol hükümetlerin işbaşına gelmesinde önemli rol oynamışlardır.
Örneğin Bolivya’da özelleştirme karşıtı olarak oluşan
hareket, genişleyerek hem indigen bir sosyalist olan Evo Morales’i iktidara
taşıdı, hem de doğalgaz kaynaklarının toplumsallaştırılmasının önünü açtı. Aynı
şekilde Brezilya’nın Topraksızlar Hareketi, Ekvador’daki indigen çatı örgütü
CONAIE, Paraguay’daki Campesino Birlikleri veya Arjantin’deki Fabrika İşgal
hareketi doğrudan mülkiyet ilişkilerini mücadelelerinin merkezine
oturtmaktadırlar. Partilerden bağımsız olarak gerçekleştirilen geniş toprak ve
fabrika işgalleri veya kitleselleşen toprak reformu talepleri, üretim
araçlarının üretilenlerin eline geçmesini hedeflemektedir.
IMF’in Arjantin’in borçlarını, yeni ayaklanmalardan
çekinerek silmesi, Chávez’in başkanlığını bizzat halkın darbeye karşı çıkarak
koruması ve akabinde sokağın Chávez’i radikalleştirmesi veya uluslararası
enerji tekellerinin Bolivya’da dize gelmesi, en başta Latin Amerika’daki sistem
karşıtı hareketlerin verdiği antikapitalist mücadele sayesinde gerçekleşmiştir.
Sokak ile reformları uygulamaya hazır olan parlamento çoğunluğu / hükümet
arasındaki karşılıklı etkileşmenin, bu başarının önemli bir ayağı olduğunu da
unutmamak gerekiyor herhalde.
Ama öyle ya da böyle, hangi Latin Amerika ülkesinde
olursa olsun, sokağa dayanan, katılımcı, geniş ittifaklar kurabilen, bugün ve
burada halkın çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için reformları
zorlayan bu radikal demokrat hareketlerin geliştirilmesine ön ayak oldukları bu
iki konsept, fazlasıyla dikkate alınmayı hak etmektedirler.
Çoğul ulus – Demokrasiyi demokratikleşme aracı olarak
plurinasyonalite
Plurinasyonalite Bolivya ve Ekvador anayasalarında yer
alan bir terimdir ve tek ülke sınırları içerisinde yaşayan farklı »ulusların« yanyana
var oluşunun bütünsel bir biçimde toplumsal örgütlenmesi anlamını taşır.
Bolivya’da nüfusun belirgin çoğunluğunu ve Ekvador’da üçte birini oluşturan
indigenler, yani yerli halklar, »etnik azınlıklar« olarak tanımlanmayı kabul
etmediklerinden ve binlerce yıldır yaşadıkları coğrafyada, kendi özgün
kültürleri ve öz yönetim biçimleriyle var olmalarının siyasî ifadesi olarak
kendilerini »uluslar« olarak nitelendirmektedirler. Yerli halkları »uluslar«
olarak gören plurinasyonalite konsepti, özünde ayrılmayı, yani kendi ulus
devletini kurmayı içermemektedir. Plurinasyonalite buna rağmen bütün devletsel
süreçleri ve kurumlarını, siyaset yapma yollarını ve iktisat biçimi ile
toplumsal yaşamın yeniden yapılandırılmasını öngörmektedir. Plurinasyonaliteyi
kabul eden bir toplumda, salt kendi
geleneklerini yaşatma hakkına sahip »etnik azınlık« tanımı yoktur. Aksine o
ülke sınırları içerisinde yaşayan nüfusun tarihsel çeşitliliği, bütün toplum ve
devlet kurumlarının, diskursların ve pratiklerin içeriğini belirlemektedir.
Bir örnek vermek gerekirse: Örneğin Ekvador’da Kichwa yerlilerinin
yaşadığı bölgelerde sadece Kichwa çocukları anadillerinde ve İspanyolca eğitim
görmemekte, aynı zamanda kent ve kasabalarda yaşayan, anadili İspanyolca olan öğrenciler
de Kichwa dilinde ve İspanyolca eğitim görüyorlar. Okulda verilen derslerin
bütünü ise çokkültürlü içerikte. Kichwa dili, İspanyolca’nın yanısıra ülkenin
ikinci resmî dilidir.
Plurinasyonalite anayasalarda yer almasına ve Kichwa
örneğinde olduğu gibi eğitim alanında uygulamaya sokulmuş olmasına rağmen, bu
konseptin tam olarak ne Bolivya’da, ne de Ekvador’da radikal anlamda yaşama
geçirilebildiğinden henüz bahsedilemez. Gene de, Potekizli sosyolog Boaventura
de Sousa Santos’un »bu projenin ütopik
karakteri, plurinasyonalite konseptinin adil bir topluma giden dönüşümün siyasî
tartışmalarında, kopartılamayacak derecede kökleşmesini sağlamıştır« [2]
tespitine katılmamak olanaksız.
Sosyalizme indigen gözlerle bakmak
Latin Amerika’da reformcu sol hükümetleri iktidara
taşıyan sistem karşıtı hareketlerin geliştirdiği plurinasyonaliteyi
anlayabilmek için (bence aynısı Abdullah Öcalan’ın »Demokratik Konfederalizm –
Demokratik Özerklik« konsepti için de geçerli) ilk önce yapmamız gerekenin,
Avrupa merkezci gözlüğü çıkartmak olduğu kanısındayım. Çünkü ancak bu şekilde,
Latin Amerikalı sistem karşıtı hareketlerin sadece kapitalizmle değil, aynı
zamanda da sömürgecilik sonuçlarıyla da mücadele ettiklerini, modern ulus
devlet anlayışını aştıklarını, eşitlik ilkesi ile farklılıkların kabullenilmesi
ilkesini birleştirip, ekolojiyle tamamladıklarını ve ulus devleti, uluslar
kolektifi aracıyla özerk uluslar
devletine dönüştürmeyi amaçladıklarını anlayabiliriz. Bu açıdan Bolivya ve
Ekvador anayasalarının, tek dil-tek kültür-tek ordu-tek ulus algılı merkezî
devleti »otonomist devlete« (özerk uluslar devletine) yönlendiren, dönüşümcü
anayasa metinleri olarak nitelendirebiliriz.
Çünkü plurinasyonalite, de Sousa Santos’un vurguladığı
gibi, sadece »teritoryal örgütlenme
biçimi değil«dir. »Teritorya salt bir
idarî birim değil, aksine jeopolitik alandır. (...) Plurinasyonalite, liberal
ve cumhuriyetçi akıldaki versiyonlardan uzaklaşarak, ulus-yurttaş-birlikte
yaşama algısını pozitiften başlayarak değiştiren bir konsepttir«. [3]
Bolivya’nın yeni anayasası, bazen içiçe geçen coğrafyalara (teritoryalara)
dayanan dört farklı özerklik alanı yaratarak, de Sousa Santos’u doğruluyor.
Bunlar departman, bölge ve belediye düzeyindeki özerklikler ile yerli halkın
yaşadığı yerlerdeki indigen özerkliklerdir.
Bolivya ve Ekvador’daki toplumsal ihtilaflara bakarak,
plurinasyonalite konseptinin işleri karmaşıklaştırdığı söylenebilir. Ancak
karmaşıklığın derecesi, ihtilaf konularına kimin gözüyle bakıldığına bağlıdır.
Örneğin alışageldiğimiz sosyalizm tasavvuru, Avrupa merkezci bakış açısıyla –
genelleme yaparsak – iktisadî ve sosyal adaleti öncellerken, indigen bakış
açısı daha ileri giderek, farklı bilgi biçimlerinin adaleti olan »bilişsel
adaleti«, türler arası adalet anlamına gelen »ontolojik adaleti« ve sömürgeci
geçmişten kaynaklanan ayırımcılığa karşı »tarihsel adaleti« iktisadî ve sosyal
adalet ile eşit düzeyde öncellemektedir. Tam da burada indigen halkların
ilericiliğinin, salt geleceğe bakmakla yetinmediğini, aynı zamanda tarihsel
anımsamayı yüzleşme ve unutmama aracı yaparak, geleceği şekillendirmede
kullanılan bir kaynağa dönüştürdüğünü görmekteyiz.
Plurinasyonalitenin bir diğer özelliği de, temsilî
demokrasi ile yetinmemesidir. Örneğin Bolivya anayasasında üç demokrasi tanımı
yer almaktadır: temsilî, katılımcı ve komünal demokrasi. Bu noktada sistem
karşıtı hareketlerin, temsilî demokrasinin yapısal sınırlarını aşma iradesi
belirleyici olmuştur. Sınırları aşma iradesi kendisini »burjuva demokrasisinin
demokratikleştirilmesi« şiarı ile ifade etmektedir.
Burjuva demokrasisinin demokratikleştirilmesi ise her
anlamda kapitalizm karşıtı bir anlayış üzerinde temellenmektedir. Gerek
Bolivya’da, gerekse de Ekvador’da yanıt aranan soru, demokrasinin her düzeyde
bireysel ve kolektif katılımın sağlanması ve farklı demokrasi biçimleri
üzerinden nasıl zenginleştirilebileceğidir. Sorunun karmaşıklaştığı nokta da
burada yatmakta.
Çünkü bireysel ve kolektif katılım koşulları henüz tam
olarak oluşturulamadı. Brezilya’daki »katılımcı bütçe« pratikleri bunun güzel
bir örneğidir: Yoksulların bütçe oluşturma tartışmalarına katılmaları,
çocuklarını evde yalnız bırakma ve 12 – 14 saatlik iş gününün ardından, kişisel
gereksinim işlerine vakit ayıramadan toplantılara katılma durumunda olmaları
nedeniyle neredeyse olanaksızlaşmıştı. Özellikle hem evde, hem de ev dışında
çalışan kadınlar açısından çözülemez bir sorun oluşturmaktaydı. Profesyonel
(seçilmiş) yöneticilerin bilgileri paylaşmaması ve tartışmalarda giderek
belediye memurlarının belirleyici olması, halkta resignasyona ve geri çekilmeye
yol açmıştı.
1990 Porto Allegre sürecinin deneyimleri yeni arayışlara
ve denemelere neden oldu. Şu anda Bolivya ve Ekvador’da katılımın yerelden ülke
düzeyine güvence altına alınabilmesi için, kolektif ve doğrudan veya delegasyon
sistemi, komün, yerel yönetim, indigen ve köylü örgütleri, sendika ve hareket
temsilcileri üzerinden dolaylı kolektif katılım yolları denenmektedir. Bu
denemelere ve kurulan geniş ittifaklara rağmen, sınıf farklılıklarından ve
sınıf çıkarlarından kaynaklanan ihtilaflar ülke düzeyinde katılımcı
demokrasinin gerçekleştirilmesini zorlaştırmaktadır.
Gene de bu denemeler ve plurinasyonalitenin uygulamaya
sokulması çabaları ışığında, Latin Amerika’daki demokratikleşme süreçlerinin,
alışılagelmiş (ve neoliberal dönüşüm içerisinde giderek otoriterleşen) burjuva
demokrasilerinin ötesine geçtiğini teslim etmek durumundayız. Çünkü bu süreçler
aynı zamanda ekonominin demokratik kontrol altına alınması çabasını da
içermekte, »tekçi« ulus devleti reddetmekte ve sosyal-feminist-adil ve ekolojik
demokrasi anlayışını öne çıkartmaktadır. Plurinasyonalite bununla birlikte,
sistem karşıtı hareketlere dayanarak Venezuela’da (Bolivarcı Devrim),
Ekvador’da (Yurttaş Devrimi) ve Bolivya’da (Komünal Devrim) kendilerini
devrimci olarak tanımlayan hükümetlerin temsilî demokrasi aracılığıyla iktidara
gelmesiyle, devrim ve demokrasiyi bütünselleştiren yeni tip bir devrim
anlayışını da ortaya çıkarmıştır.
Plurinasyonalitenin geri döndürülemez bir biçimde kök
saldığını söylemek için henüz çok erken. ABD’nin Latin Amerika’daki gelişmeleri
»güvenlik tehditi« olarak nitelendirmesi ve politikalarını bu niteleme üzerine
kurması, »arka bahçesinde« olanları engellemeye çalışmaya devam edeceğine ve
bunun da demokratikleşme süreçlerini zorlayacağına işaret ediyor. Ama,
tekrarla, gene de plurinasyonalitenin »başka bir dünya« arayışına yönelik
tartışmalardan, denemelerden ve kapitalizmi aşma çabalarından »kopartılamayacak derecede kökleşmiş«
olduğunu görmek gerekiyor.
İyi yaşamın tanımı: »Buen Vivir«
Latin Amerika’da neoliberal yıkım siyasetine karşı
geliştirilen çeşitli yanıtları içerisinde toplayan ve Avrupa’da da hararetli
tarışmalara yol açan diğer konsept ise, Türkçe’ye iyi yaşam olarak
çevrilebilecek »Buen Vivir« ya da »Vivir Bien« konseptidir.
Batı’nın refah tanımına indirgenemeyecek olan konsept,
Ekvador Anayasa Kurucular Kurulu başkanı Alberto Acosta’nın dediği gibi, »sadece maddî emtialar değil, bilgi ve
deneyim, toplumsal ve kültürel tanınma, topluma ve doğaya karşı etik ve hatta
manevî/ruhanî davranış normları, insanî değerler ve gelecek tasavvurları gibi
değerler sillesinin iyi yaşam için belirleyici faktörler olduğundan« [4]
hareket ediyor. Bu anlayış farklı ülkelerde ve farklı toplumsal aktörler
arasında farklı rol oynamasına rağmen, »Buen Vivir« konseptinin ortak bir temel
kaygı üzerine kurulu olduğunu gösteriyor.
Bolivya dışişleri bakanı David Choquehuanca »Buen
Vivir«i, »halklarımızın yaşam tarzını
yeniden gerçekleştirmek, kaynaklarımıza ve kimliklerimize sahip çıkmak, doğa
anne ile karşılıklı saygı ve tam harmoni üçerisindeki bir yaşam kültürünü
yeniden kazanmak« olarak tanımlıyor ve Buen Vivir’in, »başkalarının sömürülmesini veya çalışmadan kazanmayı öngörmeyen (...)
hiç kimsenin dışlanmadan, herkesin toplumsal süreçlere katılmasına çaba
gösterildiği bir değerler ve ilkeler konsepti olarak« kapitalist krizler
döneminde diğer halklara da bir alternatif olarak önerildiğini vurguluyor. [5]
»Buen Vivir« tanımı aktif sistem karşıtı hareketlerin ve
güçlenen indigen halkların katılımı sayesinde, önce Ekvador (2008), sonra da
Bolivya (2009) anayasalarına alındı. »Buen Vivir«, Ekvador’daki Kichwa halkının
»sumak kawsay« ve Bolivya’daki Aymara
halkının »suma qamaña« olarak
tanımladıkları iyi yaşamın İspanyolca çevirisi.
İndigen halkların kullandığı bir tanımlamanın modern ulus
devlet anayasalarına alınması, bildiğim kadarıyla bir ilk. Örneğin Bolivya
anayasasının devletin ilkerinin, değerlerinin ve hedeflerinin tanımlandığı 8.
Maddesi’nde, Bolivya’nın »çoğulcu toplum
ilkelerini takip ve teşvik ettiği« belirtilirken, indigen halkların çeşitli
tanımlamalarına eşit haklı tanımlamalar olarak atıfta bulunuyor ve »Buen
Vivir«e birlik, eşitlik, içerme (inklusion), onur, özgürlük, dayanışma,
karşılıklılık, saygı, katılımda sosyal ve cinsiyet eşitliği içerisinde adalet,
genel refah, sorumluluk ve sosyal adalet gibi klasik değerlerle eşit muamele
gösteriyor. [6] Dahası, anayasanın 306. Maddesi’nde Bolivya’nın »devletin elde edilen fazlalıkların farklı
sosyal tedbirlerle eşit dağılımına yükümlü olduğu dayanışma ve karşılıklılık
ilkesine bağlı bir iktisat modelini« hedeflediği belirtiliyor.
Ekvador anayasası ise, beslenme hakkı, sağlıklı çevre,
içme suyu, iletişim, eğitim-öğrenim, konut ve sağlık hakları gibi çeşitli
hakları içeren »iyi yaşam hakkı« [›derechos del buen vivir‹) tanımını
kullanıyor. Bu haklar, aynı kişilerin ve öncelikli muamele görecek grupların,
komünlerin, halkların ve ulusların hakları,
katılım ve özgürlük hakkı ile doğanın korunması ve doğanın hakları gibi
haklar ile eşit değerde anayasada yer alıyorlar.
Ekvador anayasası aynı zamanda »iyi yaşam hakkını«, bir
tarafta sosyal içerme ve eşitlik ile biyolojik çeşitliliğin korunması ve doğal
kaynakların koruyucu bir biçimde kullanılmasını düzenleyen »iyi yaşam rejimi«
(›régimen del Buen Vivir‹), diğer tarafta da 275. Madde’de »sumak kawsay’ın, iyi yaşamın gerçekleştirilmesini güvence altına
alacak iktisadî, siyasî, sosyokültürel ve ekolojik sistemlerin örgütlü,
sürdürülebilir ve dinamik bütünlüğü« olarak tanımlanan »gelişme rejimi«
(›régimen de desarrollo‹) ile anayasal bağlantı içinde tutuyor.
Yaşam kalitesinin iyileştirilmesini, adil, demokratik ve
dayanışmacı bir iktisadî sistemi, katılımın ve toplumsal kontrolün teşvik
edilmesini, doğanın korunması ve yenilenmesini anayasal hedef olarak tanımlayan
Ekvador anayasası, bu anayasal hedefler ile kişilerin, komünlerin, halkların ve
ulusların haklarını, çok kültürlülük, çeşitliliğe saygı ve harmonik birlikte
yaşam çerçevesindeki sorumlulukla bağlıyor.
Bolivya ve Ekvador anayasalarındaki belirgin fark ise,
Bolivya anayasası »iyi yaşamı« etik ve ahlâkî ilkeler konsepti olarak
tanımlanırken, »iyi yaşam« Ekvador anayasasında iki anlamda rol oynuyor: bir
tarafta çeşitli hakların üst başlığı olarak, diğer tarafta da bu hakların –
sadece devlet tarafından değil, aynı zamanda toplum tarafından da – nasıl
örgütleneceğinin ve yaşama geçirileceğinin tanımlanması olarak!
Ekvador anayasasında yer alan »sumak kawsay« tanımının
bir önemli özelliği de, 72. Madde’de doğayı bir hukuk öznesi / hakkı olan bir
özne olarak kabul etmesidir. »Doğanın hakları« hem indigen bilgiye verilen
önemi, hem de doğaya, varlığına, tüm yapılarına ve yaşam ile evrim süreçlerine
saygıyı vurguluyor.
»Buen Vivir« konsepti, gerek Bolivya, gerekse de
Ekvador’da kapitalist gelişme teorilerini sorguluyor, refahın tek dayanağının
kâr, tüketim ve iktisadî büyüme olduğu iddialarını reddediyor. Refahın sadece
piyasa üzerinden sağlanacağını iddia eden ve yaşam kalitesini tüketim ile
mülkiyete indirgeyen kapitalizme karşı çıkan »Buen Vivir«, bir plurinasyonal
sosyalizm, daha doğrusu ekososyalizm yolunda küçümsenmemesi gereken alternatif
bir konsept olarak tarihe yazılmayı hak ediyor.
Pek, ya realite?
Latin Amerika’daki gelişmeler, sistem karşıtı hareketler
ve Bolivya’da, Ekvador’da, Venezüela’da iktidara gelen reformcu sol hükümetler,
meşruiyetini seçimlerle yenileten bir »devrim« anlayışı üzerine kurulu 21. Yüzyıl Sosyalizmi arayışlarını
popüler hâle getiriyor. Bu kıtada halklar plurinasyonalite ve »Buen Vivir«
konseptleri ile, kapitalist büyüme ve tüketim tarzlarını aşmaya, merkezî
devletin müdahale ve tedbirleri, ademî merkeziyetçi piyasalar ve kooperatifler
/ kooperatif benzeri oluşumlar ile krizlere yanıt vermeye çalışıyorlar.
Ancak teorinin gri, gerçek yaşamın ise rengârenk olduğu,
Latin Amerika’da da kanıtlanıyor. Tüm ilerlemelere, iyileştirmelere ve
değişimlere rağmen, hâlen esaslı bir dönüşümden, anaysal hedef olan »iyi yaşam
ekonomisinden« bahsetmek mümkün değil.
Örnek verilecek olursa: Ekvador hükümeti kabul ettiği
anaysal ilkelerden uzaklaşıyor. Demokratikleşme süreci devam ettirilmiyor.
Başkan Correa, siyasetine yönelik her türlü eleştiriyi, »vatan hainliği« olarak
tanımlıyor ve sosyal hareketleri »terörizm« suçlamasıyla koğuşturtuyor. 2008 –
2010 yılları arasında sendika üyelerine, öğrencilere ve indigen örgütlere karşı
17 »anti-terör-davasının« açılmış olması, Correa’nın kendi iktidarının
oluşmasına olanak sağlayan sistem karşıtı hareketlerden uzaklaştığına işaret
ediyor. [7]
Bolivya’da da iyileştirmeler radikal söylemin gerisinde
kalıyor. Anayasada yer alan »Buen Vivir« hükümet pratiğinde giderek daha az rol
oynuyor. Morales hükümetinin sosyal ve indigen hareketlerle olan ilişkisi
giderek otoriterleşiyor. Her ne kadar indigen kurumlar, köylü ve kadın
örgütleri hükümet politikalarında etkin olsalar da, aşağıdan yukarıya
demokratikleşme sürüncemede kalıyor. Aksine parti, hükümet ve farklı
hareketlerin ileri gelenlerinin bürokratikleşmesi, demokratikleşme süreçleri
önünde engel teşkil ediyor.
Venezüela’daki Bolivarcı Devrim’de de tökezlemeler
görülüyor. Ülkenin petrol ihracatına olan bağımlılığı ve büyük ölçüde tüketim
maddeleri ithalatı yapmak zorunda olması, ülke ekonomisinin yapısal
sorunlarının çözümünü zorlaştırıyor. Chavez hükümeti de alışılagelmiş merkezî
devlet perspektifini terk etmekte zayıf davranıyor. Petrol ihracatına dayalı
olan ekonomi ve doğal kaynaklar üzerindeki devlet tekeli, bir tarafta
bürokratikleşmeyi aşırı derecede teşvik ederken, diğer tarafta da iktidara
yakın durmak zorunda olan serbest girişimcilerin ve sermaye sahiplerinin
yönlendirdiği yolsuzluğun artmasına neden oluyor. Hükümet aşağıdan yukarıya
toplumsal girişimleri örgütlemekte giderek daha isteksiz davranıyor. 2005’den
sonra kurulmuş olan 180 binden fazla kooperatiften, bugün geriye sadece birkaç
yüz tanesinin kalmış olması, toplumun da resignasyona düşmüş olduğunu
gösteriyor.
Sonuç yerine
Hiç kuşku yok ki, Latin Amerika deneyimleri, neoliberal
yıkım politikalarına karşı uygulanabilir ve sürdürülebilir alternatifler
olduğunu, kapitalizmin insanlık tarihinin son sözü olamayacağını ve beyaz
Avrupa medeniyetinin hedeflenecek yegâne gelecek olmadığını yeterince
kanıtlayabilmişlerdir. İnsanı ve doğayı merkezine alan sosyal, iktisadî ve
kültürel politikalar, olanaklı olmakla birlikte, modern ulus devlet sınırları
içerisinde yaşayan insanların gerici ulusçuluk anlayışını yıkarak, adil,
barışçıl, eşit, özgür ve doğayla uyumlu bir refah içerisinde bir yaşam
kurabileceklerini, bugün ve burada çalışma ve yaşam koşullarının
iyileştirilebileceğini göstermektedirler.
Tüm bunlar geniş toplumsal direnç, baldırı çıplakların
aktif mücadeleleri sonucunda ve radikal bir siyasî proje çerçevesinde olanaklı
olmuşlardır. Halkların, bilhassa yoksulların, ezilenlerin, emekçilerin ve
kadınların vereceği etkin mücadele ile egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin
alt-üst olabileceği ve değişimi, dönüşümü hükümet programı olarak deklare eden
»devrimci« güçlerin iktidara gelebileceği, hatta »devrimi« demokratik
seçimlerle her defasında yeniden meşrulaştırabilecekleri kanıtlanmıştır.
Amma velakin, reformcu sol ve/veya devrimci hükümetlerin,
her ne kadar siyaset değişiminde etkin rol oynasalar da, gerçek kurtuluşun
yegâne ve merkezî aktörü olamayacakları ve salt anaysa metinleri ile kurtuluşun
güvence altına alınamayacağı da kanıtlanmıştır. Toplumsal muhalefet, kendi
iktidarını kursa bile, etkin ve mücadeleci toplumsal muhalefet olarak kalmak
zorundadır. Her düzeyde hiyerarşi ve irili-ufaklı iktidarlar ancak demokratik
toplumsal kontrol sayesinde alaşağı edilebileceklerdir.
Kanımca Latin Amerika deneyimlerinin dünyanın diğer
bölgeleri, bilhassa ortak teritoryamız olan Anadolu-Mezopotamya coğrafyası için
ortaya çıkardığı en önemli öğreti, demokrasinin hiç bir zaman tam olgunlaşmış
bir yapı olamayacağı, aksine kendisini her gün yenileyen, farklı demokrasi
biçimleriyle zenginleştiren, meşruiyetini kaybetmemek ve bürokrasi batağına
saplanmamak için bu meşruiyeti en radikal bir biçimde aşağıdan yukarıya
olanaklı olan en geniş temel üzerine kuran, yaşamın her alanında demokratik
toplumsal kontrol mekanizmalarını işler kılan ve insan ile doğayı merkezine
koyan bir demokratikleşme süreci
olacağıdır. Ve bu sürecin tek garantörünün, hükümetler ne kadar devrimci, ne
kadar demokrat olursa olsun, iktidarlar karşısında konumlanan geniş toplumsal
direnç mekanizmaları olduğudur.
Anadolu-Mezopotamya coğrafyası, kadim halkları, tarihsel
deneyimleri, yoksul ve emekçi halkları, kadın-erkek-trans*-LGB-bireyleri ve
farklı inanç gruplarıyla böylesi bir demokratikleşme süreci için verimli
topraklar olarak var olmaya devam etmektedir. Bu verimli topraklarda gerçek
demokratikleşme sürecinin filizlenmesini ve gelişmesini sağlamak için asıl
önemli olan ise, toplumsal direnç mekanizmalarının organik unsurları olması
gereken hareketlerin, »milletim
insanlık, vatanım yeryüzü« anlamında gösterecekleri basirettir.
Kassel, 21 Kasım 2012
-------
[1] Bkz.: Anne Tittor / Dieter Boris / Stefan Schmalz
(Derl.): »Lateinamerika: Verfall neoliberaler Hegemonie?« (Latin Amerika:
Neoliberal hegemoninin çöküşü mü?), Hamburg 2005, VSA-Verlag, S. 40 – 68.
[2] Bkz.: Miriam Lang (Derl.): »Demokratie,
Partizipation, Sozialismus – Lateinamerikanische Wege der Transformation«
(Demokrasi, katılım, sosyalizm – Dönüşümün Latin Amerika yöntemleri), RLS
Manuskripte 96, Berlin 2012, Karl Dietz Verlag, ISBN: 978-3-320-02282-2, S. 17
– 27.
[3] a.g.e.
[4] Bkz.: umwelt aktuell dergisi, Sayı 4-2010, Alberto
Acosta: »Eine Verfassung für das ›gute Leben‹« (»İyi yaşam« için bir anayasa),
S. 6 – 7.
[5] Bkz.: 10 Kasım 2012 tarihli »taz« gazetesinde
Wolf-Dieter Vogel’in David Choquehuanca ile yaptığı röportaj: »Wiederaneignung
unserer Ressourcen und Identitaet« (Kaynaklarımıza ve kimliklerimize sahip
çıkmak).
[6] Bolivya anayasası için bkz.:
libresdelsur.org.ar/archivo/IMG/pdf/NUEVA.pdf (İspanyolca).
[7] Bkz.: Le Monde Diplomatique, Ekim 2012, (Almanca
nüsha), Raul Zelik: »Sozialdemokratie unter radikalen Vorzeichen?« (Radikal
belirtili sosyaldemokrasi mi?).