25 Kas 2012

Plurinasyonalite ve »Buen vivir«



Sosyal, feminist, adil ve ekolojik demokrasi konseptleri
(Demokratik Modernite dergisinden)
»Demokratik Modernite« dergisi Latin Amerika’daki sistem karşıtı hareketler konusunda bir yazı istediğinde, yazıp yazmama konusunda tereddüt ettim. Tereddüt ettim, çünkü Latin Amerika konusunda benden çok daha ehil kalemler var – Örneğin raflar dolusu çalışmaları kaleme almış bir uzman olan Metin Yeğin gibi isimler var. Ama beni asıl tereddüt ettiren, Latin Amerika’daki anarşist, feminist, ekolojist, sosyalist ve antikapitalist hareketler üzerine, var olan hareketleri ve hedeflerini sıralamaktan öte gidemeyen, genellikle de Avrupa merkezci bakış açısının sınırları içerisine tıkılı kalan benzerlerinin tekrarı olan bir yazının çıkmasıydı.

Kuşkusuz Anadolu-Mezopotamya coğrafyasındaki emekçilerin ve ezilen halkların Latin Amerika’daki çeşitli hareketler ve mücadelelerden öğrenecekleri, daha doğrusu ilham alabilecekleri çok deneyim var. Kanımca hangi Latin Amerika ülkesinde, hangi oluşum, nasıl ve neden örgütlendiğinden ziyade, gelecek tasavvurları ile hangi tartışmaları yaptıklarına, hangi tahayyüller çerçevesinde hangi konseptleri geliştirdiklerine, bunları nasıl uyguladıklarına bakmak çok daha öğretici olacak.
Şüphesiz Bolivya’dan, Ekvador ve Venezüela’ya, Topraksız Köylü Hareketi MST’den Zapatistalara ve Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi FMLN’e kadar hükümete girmiş veya muhalefetteki hareketlerin deneyimleri birebir Anadolu-Mezopotamya coğrafyasına uygulanamaz. Zaten tartışmalara katkı olarak kurgulanan bu yazının niyeti de, kopya çekmeyi önermek değil. Yazının amacı, bilhassa indigen hareketlerin geleceği şekillendirmek için geliştirdikleri konseptlerden bir iki kesit sunmak, ilham kaynağı olabilecek noktaların altını çizmektir.
Bu çerçevede, Türkiye’de »Yeni Anayasa« ve Kürdistan’da »Demokratik Özerklik« tartışmaları ışığında dikkate alınması gereken ve indigen hareketlerin mücadeleleri sonucunda Latin Amerika’da, bilhassa Bolivya ve Ekvador’da, anayasa bilimine girmiş iki terime değinmek gerekiyor: Plurinasyonalite ve Buen vivir.
Bu konseptlere değinmeden önce, Latin Amerika’daki sistem karşıtı hareketlerle ilgili bir kaç noktayı öne çıkartmak, konseptlerin özüne bakışımızı yoğunlaştırmak için önemli olacak. Bir kere bu konseptlerin asıl taşıyıcılarının, sosyaldemokrat ve sosyalist reform partileri veya ulusalcı-popülist akımlar ile hükümetlerin değil, tüm farklılıklarına ve tek tek hareketlerin aynı çatı altında birleştirdikleri çeşitliliğe rağmen sistem karşıtı hareketler olduğunun bilinmesi gerekiyor.
Latin Amerika’daki sistem karşıtı hareketlerin ortak özelliği, sadece neoliberalizmi reddetmekle ve kapitalist üretim ilişkileri içerisinde kısmî iyileştirmelerle yetinmemeleri, aynı zamanda kapitalizm karşıtı ve antiemperyalist olmalarıdır.
Bu hareketler genellikle elektriğin, suyun, sağlığın, eğitim ve öğrenimin özelleştirilmesine karşı yürütülen mücadeleler içerisinde oluşmuşlardır. Bölgesel özellikler göstermekle birlikte, çoğunlukla marjinalleştirilmiş kesimlerden, enformel sektör çalışanlarına, orta katmanlara ve bölgesel KOBİ sahiplerine kadar geniş ittifaklar hâlinde ortaya çıkmaktadırlar. Latin Amerika’da özelleştirmelere karşı sosyal mücadeleleri inceleyen Anne Tittor bu hareketlerin »katılımcılığa (sosyal yurttaşlık) ve (sosyal olan) demokrasiye olan yönelimlerini« özellikle vurguluyor. [1]
Sahiden de bu hareketlere yakından bakıldığında, genellikle yerelde oluştuklarını, farklı kesimleri birleştirdiklerini, kolektif eylem yetisine sahip olduklarını ve radikalleşerek özelleştirmelere karşı ülke çapına genişleyen bir direniş potansiyeli oluşturduklarını görmek olanaklı. Sendikaları da içerilerine alan sistem karşıtı hareketler, var olan partilerin dışında oluşmuş ve partilerin, özellikle iktidara gelen reformcu sol partilerin ciddîye almaları gereken veto gücü hâline gelmişlerdir.
Sistem karşıtı hareketlerin Bolivya, El Salvador, Peru veya Uruguay gibi ülkelerde kısmî, ama somut ve önemli başarılar elde ettikleri görülmektedir. Neoliberal yönetimlerin alaşağı edilmesinde ve ittifaklar oluşturarak, sol hükümetlerin işbaşına gelmesinde önemli rol oynamışlardır.
Örneğin Bolivya’da özelleştirme karşıtı olarak oluşan hareket, genişleyerek hem indigen bir sosyalist olan Evo Morales’i iktidara taşıdı, hem de doğalgaz kaynaklarının toplumsallaştırılmasının önünü açtı. Aynı şekilde Brezilya’nın Topraksızlar Hareketi, Ekvador’daki indigen çatı örgütü CONAIE, Paraguay’daki Campesino Birlikleri veya Arjantin’deki Fabrika İşgal hareketi doğrudan mülkiyet ilişkilerini mücadelelerinin merkezine oturtmaktadırlar. Partilerden bağımsız olarak gerçekleştirilen geniş toprak ve fabrika işgalleri veya kitleselleşen toprak reformu talepleri, üretim araçlarının üretilenlerin eline geçmesini hedeflemektedir.
IMF’in Arjantin’in borçlarını, yeni ayaklanmalardan çekinerek silmesi, Chávez’in başkanlığını bizzat halkın darbeye karşı çıkarak koruması ve akabinde sokağın Chávez’i radikalleştirmesi veya uluslararası enerji tekellerinin Bolivya’da dize gelmesi, en başta Latin Amerika’daki sistem karşıtı hareketlerin verdiği antikapitalist mücadele sayesinde gerçekleşmiştir. Sokak ile reformları uygulamaya hazır olan parlamento çoğunluğu / hükümet arasındaki karşılıklı etkileşmenin, bu başarının önemli bir ayağı olduğunu da unutmamak gerekiyor herhalde.
Ama öyle ya da böyle, hangi Latin Amerika ülkesinde olursa olsun, sokağa dayanan, katılımcı, geniş ittifaklar kurabilen, bugün ve burada halkın çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için reformları zorlayan bu radikal demokrat hareketlerin geliştirilmesine ön ayak oldukları bu iki konsept, fazlasıyla dikkate alınmayı hak etmektedirler.
Çoğul ulus – Demokrasiyi demokratikleşme aracı olarak plurinasyonalite
Plurinasyonalite Bolivya ve Ekvador anayasalarında yer alan bir terimdir ve tek ülke sınırları içerisinde yaşayan farklı »ulusların« yanyana var oluşunun bütünsel bir biçimde toplumsal örgütlenmesi anlamını taşır. Bolivya’da nüfusun belirgin çoğunluğunu ve Ekvador’da üçte birini oluşturan indigenler, yani yerli halklar, »etnik azınlıklar« olarak tanımlanmayı kabul etmediklerinden ve binlerce yıldır yaşadıkları coğrafyada, kendi özgün kültürleri ve öz yönetim biçimleriyle var olmalarının siyasî ifadesi olarak kendilerini »uluslar« olarak nitelendirmektedirler. Yerli halkları »uluslar« olarak gören plurinasyonalite konsepti, özünde ayrılmayı, yani kendi ulus devletini kurmayı içermemektedir. Plurinasyonalite buna rağmen bütün devletsel süreçleri ve kurumlarını, siyaset yapma yollarını ve iktisat biçimi ile toplumsal yaşamın yeniden yapılandırılmasını öngörmektedir. Plurinasyonaliteyi kabul eden bir toplumda, salt  kendi geleneklerini yaşatma hakkına sahip »etnik azınlık« tanımı yoktur. Aksine o ülke sınırları içerisinde yaşayan nüfusun tarihsel çeşitliliği, bütün toplum ve devlet kurumlarının, diskursların ve pratiklerin içeriğini belirlemektedir.
Bir örnek vermek gerekirse: Örneğin Ekvador’da Kichwa yerlilerinin yaşadığı bölgelerde sadece Kichwa çocukları anadillerinde ve İspanyolca eğitim görmemekte, aynı zamanda kent ve kasabalarda yaşayan, anadili İspanyolca olan öğrenciler de Kichwa dilinde ve İspanyolca eğitim görüyorlar. Okulda verilen derslerin bütünü ise çokkültürlü içerikte. Kichwa dili, İspanyolca’nın yanısıra ülkenin ikinci resmî dilidir.
Plurinasyonalite anayasalarda yer almasına ve Kichwa örneğinde olduğu gibi eğitim alanında uygulamaya sokulmuş olmasına rağmen, bu konseptin tam olarak ne Bolivya’da, ne de Ekvador’da radikal anlamda yaşama geçirilebildiğinden henüz bahsedilemez. Gene de, Potekizli sosyolog Boaventura de Sousa Santos’un »bu projenin ütopik karakteri, plurinasyonalite konseptinin adil bir topluma giden dönüşümün siyasî tartışmalarında, kopartılamayacak derecede kökleşmesini sağlamıştır« [2] tespitine katılmamak olanaksız.
Sosyalizme indigen gözlerle bakmak
Latin Amerika’da reformcu sol hükümetleri iktidara taşıyan sistem karşıtı hareketlerin geliştirdiği plurinasyonaliteyi anlayabilmek için (bence aynısı Abdullah Öcalan’ın »Demokratik Konfederalizm – Demokratik Özerklik« konsepti için de geçerli) ilk önce yapmamız gerekenin, Avrupa merkezci gözlüğü çıkartmak olduğu kanısındayım. Çünkü ancak bu şekilde, Latin Amerikalı sistem karşıtı hareketlerin sadece kapitalizmle değil, aynı zamanda da sömürgecilik sonuçlarıyla da mücadele ettiklerini, modern ulus devlet anlayışını aştıklarını, eşitlik ilkesi ile farklılıkların kabullenilmesi ilkesini birleştirip, ekolojiyle tamamladıklarını ve ulus devleti, uluslar kolektifi aracıyla özerk uluslar devletine dönüştürmeyi amaçladıklarını anlayabiliriz. Bu açıdan Bolivya ve Ekvador anayasalarının, tek dil-tek kültür-tek ordu-tek ulus algılı merkezî devleti »otonomist devlete« (özerk uluslar devletine) yönlendiren, dönüşümcü anayasa metinleri olarak nitelendirebiliriz.
Çünkü plurinasyonalite, de Sousa Santos’un vurguladığı gibi, sadece »teritoryal örgütlenme biçimi değil«dir. »Teritorya salt bir idarî birim değil, aksine jeopolitik alandır. (...) Plurinasyonalite, liberal ve cumhuriyetçi akıldaki versiyonlardan uzaklaşarak, ulus-yurttaş-birlikte yaşama algısını pozitiften başlayarak değiştiren bir konsepttir«. [3] Bolivya’nın yeni anayasası, bazen içiçe geçen coğrafyalara (teritoryalara) dayanan dört farklı özerklik alanı yaratarak, de Sousa Santos’u doğruluyor. Bunlar departman, bölge ve belediye düzeyindeki özerklikler ile yerli halkın yaşadığı yerlerdeki indigen özerkliklerdir.
Bolivya ve Ekvador’daki toplumsal ihtilaflara bakarak, plurinasyonalite konseptinin işleri karmaşıklaştırdığı söylenebilir. Ancak karmaşıklığın derecesi, ihtilaf konularına kimin gözüyle bakıldığına bağlıdır. Örneğin alışageldiğimiz sosyalizm tasavvuru, Avrupa merkezci bakış açısıyla – genelleme yaparsak – iktisadî ve sosyal adaleti öncellerken, indigen bakış açısı daha ileri giderek, farklı bilgi biçimlerinin adaleti olan »bilişsel adaleti«, türler arası adalet anlamına gelen »ontolojik adaleti« ve sömürgeci geçmişten kaynaklanan ayırımcılığa karşı »tarihsel adaleti« iktisadî ve sosyal adalet ile eşit düzeyde öncellemektedir. Tam da burada indigen halkların ilericiliğinin, salt geleceğe bakmakla yetinmediğini, aynı zamanda tarihsel anımsamayı yüzleşme ve unutmama aracı yaparak, geleceği şekillendirmede kullanılan bir kaynağa dönüştürdüğünü görmekteyiz.
Plurinasyonalitenin bir diğer özelliği de, temsilî demokrasi ile yetinmemesidir. Örneğin Bolivya anayasasında üç demokrasi tanımı yer almaktadır: temsilî, katılımcı ve komünal demokrasi. Bu noktada sistem karşıtı hareketlerin, temsilî demokrasinin yapısal sınırlarını aşma iradesi belirleyici olmuştur. Sınırları aşma iradesi kendisini »burjuva demokrasisinin demokratikleştirilmesi« şiarı ile ifade etmektedir.
Burjuva demokrasisinin demokratikleştirilmesi ise her anlamda kapitalizm karşıtı bir anlayış üzerinde temellenmektedir. Gerek Bolivya’da, gerekse de Ekvador’da yanıt aranan soru, demokrasinin her düzeyde bireysel ve kolektif katılımın sağlanması ve farklı demokrasi biçimleri üzerinden nasıl zenginleştirilebileceğidir. Sorunun karmaşıklaştığı nokta da burada yatmakta.
Çünkü bireysel ve kolektif katılım koşulları henüz tam olarak oluşturulamadı. Brezilya’daki »katılımcı bütçe« pratikleri bunun güzel bir örneğidir: Yoksulların bütçe oluşturma tartışmalarına katılmaları, çocuklarını evde yalnız bırakma ve 12 – 14 saatlik iş gününün ardından, kişisel gereksinim işlerine vakit ayıramadan toplantılara katılma durumunda olmaları nedeniyle neredeyse olanaksızlaşmıştı. Özellikle hem evde, hem de ev dışında çalışan kadınlar açısından çözülemez bir sorun oluşturmaktaydı. Profesyonel (seçilmiş) yöneticilerin bilgileri paylaşmaması ve tartışmalarda giderek belediye memurlarının belirleyici olması, halkta resignasyona ve geri çekilmeye yol açmıştı.
1990 Porto Allegre sürecinin deneyimleri yeni arayışlara ve denemelere neden oldu. Şu anda Bolivya ve Ekvador’da katılımın yerelden ülke düzeyine güvence altına alınabilmesi için, kolektif ve doğrudan veya delegasyon sistemi, komün, yerel yönetim, indigen ve köylü örgütleri, sendika ve hareket temsilcileri üzerinden dolaylı kolektif katılım yolları denenmektedir. Bu denemelere ve kurulan geniş ittifaklara rağmen, sınıf farklılıklarından ve sınıf çıkarlarından kaynaklanan ihtilaflar ülke düzeyinde katılımcı demokrasinin gerçekleştirilmesini zorlaştırmaktadır.
Gene de bu denemeler ve plurinasyonalitenin uygulamaya sokulması çabaları ışığında, Latin Amerika’daki demokratikleşme süreçlerinin, alışılagelmiş (ve neoliberal dönüşüm içerisinde giderek otoriterleşen) burjuva demokrasilerinin ötesine geçtiğini teslim etmek durumundayız. Çünkü bu süreçler aynı zamanda ekonominin demokratik kontrol altına alınması çabasını da içermekte, »tekçi« ulus devleti reddetmekte ve sosyal-feminist-adil ve ekolojik demokrasi anlayışını öne çıkartmaktadır. Plurinasyonalite bununla birlikte, sistem karşıtı hareketlere dayanarak Venezuela’da (Bolivarcı Devrim), Ekvador’da (Yurttaş Devrimi) ve Bolivya’da (Komünal Devrim) kendilerini devrimci olarak tanımlayan hükümetlerin temsilî demokrasi aracılığıyla iktidara gelmesiyle, devrim ve demokrasiyi bütünselleştiren yeni tip bir devrim anlayışını da ortaya çıkarmıştır.
Plurinasyonalitenin geri döndürülemez bir biçimde kök saldığını söylemek için henüz çok erken. ABD’nin Latin Amerika’daki gelişmeleri »güvenlik tehditi« olarak nitelendirmesi ve politikalarını bu niteleme üzerine kurması, »arka bahçesinde« olanları engellemeye çalışmaya devam edeceğine ve bunun da demokratikleşme süreçlerini zorlayacağına işaret ediyor. Ama, tekrarla, gene de plurinasyonalitenin »başka bir dünya« arayışına yönelik tartışmalardan, denemelerden ve kapitalizmi aşma çabalarından »kopartılamayacak derecede kökleşmiş« olduğunu görmek gerekiyor.
İyi yaşamın tanımı: »Buen Vivir«
Latin Amerika’da neoliberal yıkım siyasetine karşı geliştirilen çeşitli yanıtları içerisinde toplayan ve Avrupa’da da hararetli tarışmalara yol açan diğer konsept ise, Türkçe’ye iyi yaşam olarak çevrilebilecek »Buen Vivir« ya da »Vivir Bien« konseptidir.
Batı’nın refah tanımına indirgenemeyecek olan konsept, Ekvador Anayasa Kurucular Kurulu başkanı Alberto Acosta’nın dediği gibi, »sadece maddî emtialar değil, bilgi ve deneyim, toplumsal ve kültürel tanınma, topluma ve doğaya karşı etik ve hatta manevî/ruhanî davranış normları, insanî değerler ve gelecek tasavvurları gibi değerler sillesinin iyi yaşam için belirleyici faktörler olduğundan« [4] hareket ediyor. Bu anlayış farklı ülkelerde ve farklı toplumsal aktörler arasında farklı rol oynamasına rağmen, »Buen Vivir« konseptinin ortak bir temel kaygı üzerine kurulu olduğunu gösteriyor.
Bolivya dışişleri bakanı David Choquehuanca »Buen Vivir«i, »halklarımızın yaşam tarzını yeniden gerçekleştirmek, kaynaklarımıza ve kimliklerimize sahip çıkmak, doğa anne ile karşılıklı saygı ve tam harmoni üçerisindeki bir yaşam kültürünü yeniden kazanmak« olarak tanımlıyor ve Buen Vivir’in, »başkalarının sömürülmesini veya çalışmadan kazanmayı öngörmeyen (...) hiç kimsenin dışlanmadan, herkesin toplumsal süreçlere katılmasına çaba gösterildiği bir değerler ve ilkeler konsepti olarak« kapitalist krizler döneminde diğer halklara da bir alternatif olarak önerildiğini vurguluyor. [5]
»Buen Vivir« tanımı aktif sistem karşıtı hareketlerin ve güçlenen indigen halkların katılımı sayesinde, önce Ekvador (2008), sonra da Bolivya (2009) anayasalarına alındı. »Buen Vivir«, Ekvador’daki Kichwa halkının »sumak kawsay« ve Bolivya’daki Aymara halkının »suma qamaña« olarak tanımladıkları iyi yaşamın İspanyolca çevirisi.
İndigen halkların kullandığı bir tanımlamanın modern ulus devlet anayasalarına alınması, bildiğim kadarıyla bir ilk. Örneğin Bolivya anayasasının devletin ilkerinin, değerlerinin ve hedeflerinin tanımlandığı 8. Maddesi’nde, Bolivya’nın »çoğulcu toplum ilkelerini takip ve teşvik ettiği« belirtilirken, indigen halkların çeşitli tanımlamalarına eşit haklı tanımlamalar olarak atıfta bulunuyor ve »Buen Vivir«e birlik, eşitlik, içerme (inklusion), onur, özgürlük, dayanışma, karşılıklılık, saygı, katılımda sosyal ve cinsiyet eşitliği içerisinde adalet, genel refah, sorumluluk ve sosyal adalet gibi klasik değerlerle eşit muamele gösteriyor. [6] Dahası, anayasanın 306. Maddesi’nde Bolivya’nın »devletin elde edilen fazlalıkların farklı sosyal tedbirlerle eşit dağılımına yükümlü olduğu dayanışma ve karşılıklılık ilkesine bağlı bir iktisat modelini« hedeflediği belirtiliyor.
Ekvador anayasası ise, beslenme hakkı, sağlıklı çevre, içme suyu, iletişim, eğitim-öğrenim, konut ve sağlık hakları gibi çeşitli hakları içeren »iyi yaşam hakkı« [›derechos del buen vivir‹) tanımını kullanıyor. Bu haklar, aynı kişilerin ve öncelikli muamele görecek grupların, komünlerin, halkların ve ulusların hakları,  katılım ve özgürlük hakkı ile doğanın korunması ve doğanın hakları gibi haklar ile eşit değerde anayasada yer alıyorlar.
Ekvador anayasası aynı zamanda »iyi yaşam hakkını«, bir tarafta sosyal içerme ve eşitlik ile biyolojik çeşitliliğin korunması ve doğal kaynakların koruyucu bir biçimde kullanılmasını düzenleyen »iyi yaşam rejimi« (›régimen del Buen Vivir‹), diğer tarafta da 275. Madde’de »sumak kawsay’ın, iyi yaşamın gerçekleştirilmesini güvence altına alacak iktisadî, siyasî, sosyokültürel ve ekolojik sistemlerin örgütlü, sürdürülebilir ve dinamik bütünlüğü« olarak tanımlanan »gelişme rejimi« (›régimen de desarrollo‹) ile anayasal bağlantı içinde tutuyor.
Yaşam kalitesinin iyileştirilmesini, adil, demokratik ve dayanışmacı bir iktisadî sistemi, katılımın ve toplumsal kontrolün teşvik edilmesini, doğanın korunması ve yenilenmesini anayasal hedef olarak tanımlayan Ekvador anayasası, bu anayasal hedefler ile kişilerin, komünlerin, halkların ve ulusların haklarını, çok kültürlülük, çeşitliliğe saygı ve harmonik birlikte yaşam çerçevesindeki sorumlulukla bağlıyor.
Bolivya ve Ekvador anayasalarındaki belirgin fark ise, Bolivya anayasası »iyi yaşamı« etik ve ahlâkî ilkeler konsepti olarak tanımlanırken, »iyi yaşam« Ekvador anayasasında iki anlamda rol oynuyor: bir tarafta çeşitli hakların üst başlığı olarak, diğer tarafta da bu hakların – sadece devlet tarafından değil, aynı zamanda toplum tarafından da – nasıl örgütleneceğinin ve yaşama geçirileceğinin tanımlanması olarak!
Ekvador anayasasında yer alan »sumak kawsay« tanımının bir önemli özelliği de, 72. Madde’de doğayı bir hukuk öznesi / hakkı olan bir özne olarak kabul etmesidir. »Doğanın hakları« hem indigen bilgiye verilen önemi, hem de doğaya, varlığına, tüm yapılarına ve yaşam ile evrim süreçlerine saygıyı vurguluyor.
»Buen Vivir« konsepti, gerek Bolivya, gerekse de Ekvador’da kapitalist gelişme teorilerini sorguluyor, refahın tek dayanağının kâr, tüketim ve iktisadî büyüme olduğu iddialarını reddediyor. Refahın sadece piyasa üzerinden sağlanacağını iddia eden ve yaşam kalitesini tüketim ile mülkiyete indirgeyen kapitalizme karşı çıkan »Buen Vivir«, bir plurinasyonal sosyalizm, daha doğrusu ekososyalizm yolunda küçümsenmemesi gereken alternatif bir konsept olarak tarihe yazılmayı hak ediyor.
Pek, ya realite?
Latin Amerika’daki gelişmeler, sistem karşıtı hareketler ve Bolivya’da, Ekvador’da, Venezüela’da iktidara gelen reformcu sol hükümetler, meşruiyetini seçimlerle yenileten bir »devrim« anlayışı üzerine kurulu 21. Yüzyıl Sosyalizmi arayışlarını popüler hâle getiriyor. Bu kıtada halklar plurinasyonalite ve »Buen Vivir« konseptleri ile, kapitalist büyüme ve tüketim tarzlarını aşmaya, merkezî devletin müdahale ve tedbirleri, ademî merkeziyetçi piyasalar ve kooperatifler / kooperatif benzeri oluşumlar ile krizlere yanıt vermeye çalışıyorlar.
Ancak teorinin gri, gerçek yaşamın ise rengârenk olduğu, Latin Amerika’da da kanıtlanıyor. Tüm ilerlemelere, iyileştirmelere ve değişimlere rağmen, hâlen esaslı bir dönüşümden, anaysal hedef olan »iyi yaşam ekonomisinden« bahsetmek mümkün değil.
Örnek verilecek olursa: Ekvador hükümeti kabul ettiği anaysal ilkelerden uzaklaşıyor. Demokratikleşme süreci devam ettirilmiyor. Başkan Correa, siyasetine yönelik her türlü eleştiriyi, »vatan hainliği« olarak tanımlıyor ve sosyal hareketleri »terörizm« suçlamasıyla koğuşturtuyor. 2008 – 2010 yılları arasında sendika üyelerine, öğrencilere ve indigen örgütlere karşı 17 »anti-terör-davasının« açılmış olması, Correa’nın kendi iktidarının oluşmasına olanak sağlayan sistem karşıtı hareketlerden uzaklaştığına işaret ediyor. [7]
Bolivya’da da iyileştirmeler radikal söylemin gerisinde kalıyor. Anayasada yer alan »Buen Vivir« hükümet pratiğinde giderek daha az rol oynuyor. Morales hükümetinin sosyal ve indigen hareketlerle olan ilişkisi giderek otoriterleşiyor. Her ne kadar indigen kurumlar, köylü ve kadın örgütleri hükümet politikalarında etkin olsalar da, aşağıdan yukarıya demokratikleşme sürüncemede kalıyor. Aksine parti, hükümet ve farklı hareketlerin ileri gelenlerinin bürokratikleşmesi, demokratikleşme süreçleri önünde engel teşkil ediyor.
Venezüela’daki Bolivarcı Devrim’de de tökezlemeler görülüyor. Ülkenin petrol ihracatına olan bağımlılığı ve büyük ölçüde tüketim maddeleri ithalatı yapmak zorunda olması, ülke ekonomisinin yapısal sorunlarının çözümünü zorlaştırıyor. Chavez hükümeti de alışılagelmiş merkezî devlet perspektifini terk etmekte zayıf davranıyor. Petrol ihracatına dayalı olan ekonomi ve doğal kaynaklar üzerindeki devlet tekeli, bir tarafta bürokratikleşmeyi aşırı derecede teşvik ederken, diğer tarafta da iktidara yakın durmak zorunda olan serbest girişimcilerin ve sermaye sahiplerinin yönlendirdiği yolsuzluğun artmasına neden oluyor. Hükümet aşağıdan yukarıya toplumsal girişimleri örgütlemekte giderek daha isteksiz davranıyor. 2005’den sonra kurulmuş olan 180 binden fazla kooperatiften, bugün geriye sadece birkaç yüz tanesinin kalmış olması, toplumun da resignasyona düşmüş olduğunu gösteriyor.
Sonuç yerine
Hiç kuşku yok ki, Latin Amerika deneyimleri, neoliberal yıkım politikalarına karşı uygulanabilir ve sürdürülebilir alternatifler olduğunu, kapitalizmin insanlık tarihinin son sözü olamayacağını ve beyaz Avrupa medeniyetinin hedeflenecek yegâne gelecek olmadığını yeterince kanıtlayabilmişlerdir. İnsanı ve doğayı merkezine alan sosyal, iktisadî ve kültürel politikalar, olanaklı olmakla birlikte, modern ulus devlet sınırları içerisinde yaşayan insanların gerici ulusçuluk anlayışını yıkarak, adil, barışçıl, eşit, özgür ve doğayla uyumlu bir refah içerisinde bir yaşam kurabileceklerini, bugün ve burada çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilebileceğini göstermektedirler.
Tüm bunlar geniş toplumsal direnç, baldırı çıplakların aktif mücadeleleri sonucunda ve radikal bir siyasî proje çerçevesinde olanaklı olmuşlardır. Halkların, bilhassa yoksulların, ezilenlerin, emekçilerin ve kadınların vereceği etkin mücadele ile egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin alt-üst olabileceği ve değişimi, dönüşümü hükümet programı olarak deklare eden »devrimci« güçlerin iktidara gelebileceği, hatta »devrimi« demokratik seçimlerle her defasında yeniden meşrulaştırabilecekleri kanıtlanmıştır.
Amma velakin, reformcu sol ve/veya devrimci hükümetlerin, her ne kadar siyaset değişiminde etkin rol oynasalar da, gerçek kurtuluşun yegâne ve merkezî aktörü olamayacakları ve salt anaysa metinleri ile kurtuluşun güvence altına alınamayacağı da kanıtlanmıştır. Toplumsal muhalefet, kendi iktidarını kursa bile, etkin ve mücadeleci toplumsal muhalefet olarak kalmak zorundadır. Her düzeyde hiyerarşi ve irili-ufaklı iktidarlar ancak demokratik toplumsal kontrol sayesinde alaşağı edilebileceklerdir.
Kanımca Latin Amerika deneyimlerinin dünyanın diğer bölgeleri, bilhassa ortak teritoryamız olan Anadolu-Mezopotamya coğrafyası için ortaya çıkardığı en önemli öğreti, demokrasinin hiç bir zaman tam olgunlaşmış bir yapı olamayacağı, aksine kendisini her gün yenileyen, farklı demokrasi biçimleriyle zenginleştiren, meşruiyetini kaybetmemek ve bürokrasi batağına saplanmamak için bu meşruiyeti en radikal bir biçimde aşağıdan yukarıya olanaklı olan en geniş temel üzerine kuran, yaşamın her alanında demokratik toplumsal kontrol mekanizmalarını işler kılan ve insan ile doğayı merkezine koyan  bir demokratikleşme süreci olacağıdır. Ve bu sürecin tek garantörünün, hükümetler ne kadar devrimci, ne kadar demokrat olursa olsun, iktidarlar karşısında konumlanan geniş toplumsal direnç mekanizmaları olduğudur.
Anadolu-Mezopotamya coğrafyası, kadim halkları, tarihsel deneyimleri, yoksul ve emekçi halkları, kadın-erkek-trans*-LGB-bireyleri ve farklı inanç gruplarıyla böylesi bir demokratikleşme süreci için verimli topraklar olarak var olmaya devam etmektedir. Bu verimli topraklarda gerçek demokratikleşme sürecinin filizlenmesini ve gelişmesini sağlamak için asıl önemli olan ise, toplumsal direnç mekanizmalarının organik unsurları olması gereken hareketlerin, »milletim insanlık, vatanım yeryüzü« anlamında gösterecekleri basirettir.
Kassel, 21 Kasım 2012
-------
[1] Bkz.: Anne Tittor / Dieter Boris / Stefan Schmalz (Derl.): »Lateinamerika: Verfall neoliberaler Hegemonie?« (Latin Amerika: Neoliberal hegemoninin çöküşü mü?), Hamburg 2005, VSA-Verlag, S. 40 – 68.
[2] Bkz.: Miriam Lang (Derl.): »Demokratie, Partizipation, Sozialismus – Lateinamerikanische Wege der Transformation« (Demokrasi, katılım, sosyalizm – Dönüşümün Latin Amerika yöntemleri), RLS Manuskripte 96, Berlin 2012, Karl Dietz Verlag, ISBN: 978-3-320-02282-2, S. 17 – 27.
[3] a.g.e.
[4] Bkz.: umwelt aktuell dergisi, Sayı 4-2010, Alberto Acosta: »Eine Verfassung für das ›gute Leben‹« (»İyi yaşam« için bir anayasa), S. 6 – 7.
[5] Bkz.: 10 Kasım 2012 tarihli »taz« gazetesinde Wolf-Dieter Vogel’in David Choquehuanca ile yaptığı röportaj: »Wiederaneignung unserer Ressourcen und Identitaet« (Kaynaklarımıza ve kimliklerimize sahip çıkmak).
[6] Bolivya anayasası için bkz.: libresdelsur.org.ar/archivo/IMG/pdf/NUEVA.pdf (İspanyolca).
[7] Bkz.: Le Monde Diplomatique, Ekim 2012, (Almanca nüsha), Raul Zelik: »Sozialdemokratie unter radikalen Vorzeichen?« (Radikal belirtili sosyaldemokrasi mi?).