İsmail
Beşikçi’nin tarihsel yanılgısı, Kürt »ulus devletçileri« ve alternatif siyaset
arayışları üzerine
Günün
birinde Mümtazer Türköne gibi bir burjuva milliyetçisi ile aynı »düşüncede« -
İsmail Beşikçi’nin saygın bir isim olduğunda – buluşuyor olmak, bir sosyalist
açısından pek arzu edilen bir durum değildir doğrusu. Ama gene de bu durum
sosyalistler ve burjuva milliyetçileri arasındaki farkı göstermek, »ulus«,
»ulus devlet« ve »milliyet« kavramları çerçevesinde »ulusal sorunun« tarihsel
maddecilik pozisyonundan nasıl irdelenmesi gerektiğinin altını çizmek için iyi
de bir fırsattır denilebilir.
Zaman gazetesi yazarı
Türköne, bir yandan Beşikçi’yi, onu Nihal Atsız ile bir tutarak, dahası »Her ikisi de... ulusçuluğu en uç noktaya,
ırkçılığa kadar taşıdılar« diyerek büyük bir haksızlık yapıyor, diğer
yandan da – sonra yeniden yermek için – Beşikçi’nin »fikirleri uğruna hapislerde çile çeken... ciddî ilim ve fikir adamı ve
üretken bir Türkiye sosyoloğu« olduğunu belirterek, »İsmail Beşikçi’nin Kürtler üzerinde bir ›bilge‹ olarak bırakacağı
izleri ve göreceği saygıyı tahmin etmek zor değil« övgüsünde bulunuyor.[1]
Türköne’nin
Beşikçi’yi »ırkçılıkla« suçlaması maddî temeli olmayan ve son derece haksız bir
ithamdır, ama Beşikçi’yi övdüğü satırlara katılmamak da o derece olanaksızdır.
Türköne’nin yazısında yaptığı tespitleri yorumlamayı daha sonraya bırakarak,
bir bilim insanı olarak Beşikçi’ye gösterilen saygının, övgüye değer
çalışmalarının ve düşünceleri nedeniyle gördüğü zulmün dahi kıramadığı
iradesinin bir çok insanda uyandırdığı hayranlığın altı çizilmelidir. Şüphesiz
İsmail Beşikçi, günümüzde Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında rastlanabilecek önemli
bilim insanlarındandır. İsmail Beşikçi’nin yaşamı ve düşüncelerini »ipin, kurşunun rağmına« savunması
okuduğunuz satırların yazarının da saygısını kazanmıştır.
Beşikçi’nin,
Türköne’nin köşe yazısına konu olan ve serbesti.net
adlı internet sayfasında okuduğumuz yazısı,[2]
sadece Beşikçi’nin Kürt Sorunu’na temel çözüm önerisinin özünü, yani Kürtlerin
kendilerine ait bağımsız »ulus devlete« kavuşarak sorunun çözüleceğini değil,
aynı zamanda Kürt milliyetçileri ve federalistlerinin ulaşmak istedikleri nihaî
hedefi de yansıttığından, gerçekten incelemeye değer. Beşikçi’nin görüşleri ve
bağımsız bir Kürt »ulus devleti« fikri üzerine yürütülecek eleştirel bir
tartışma, 21. Yüzyıl’da »ulusal soruna« nasıl bir yanıt verilmesi gerektiğini ve
bu sorunun çözüm önerilerinden hangisinin insanlığın geleceğini demokratikleşme
ve eşit haklar temelinde şekillendirebileceğini ortaya çıkartmak için bir
turnusol rolünü üstlenebilir. Böylesi bir tartışma, aynı şekilde hem günümüz
Kürt hareketinin, aktörlerinin ve karşıtlarının gerçeğe yakın
değerlendirilmesini, hem de sosyalistler arasında, yanıtlandığı düşünülen, ama
hâlâ kafa karışıklığına yol açan »ulusların kendi kaderlerini kendilerinin
tayin hakkı« ilkesinin yeniden ele alınma fırsatını verebilir.
Okumakta
olduğunuz bu makalenin amacı, öncelikle »baldırı çıplakların« perspektifinden,
bunu yapma denemesidir. Bu makalede yer alan eleştiri ve görüşlerin hiç bir
şekilde yanılmazlık iddiasının olmadığını, altını kalın çizgilerle çizerek,
vurgulayalım. Makale, Kürt Sorunu’nun günümüzde ulaştığı aşamada esasa yönelik
eleştirel tartışmalara – cümrü kadar olsa da – bir katkıda bulunabilirse,
amacını fazlasıyla yerine getirmiş olacaktır.
I
Beşikçi
anılan yazısında, öncelikle Abdullah Öcalan’ı eleştirerek, Kürtlerin
özgürlüklerine ancak kendi bağımsız »ulus devletlerini« kurduklarında
ulaşabileceklerine dair düşüncesine bir gerekçe sunuyor. Beşikçi’nin, bu
düşüncelerini »ulusların kaderlerini tayin hakkı« ilkesine dayandırdığı çok
açık. Ama anılan yazısındaki temel iddiası ve eleştirisi, »bütün milli hakları, demokratik hakları gasbedilmiş ulusa mensup«
bireylerin, Öcalan gibi »ulusu aştım« demelerinin »sakatlık« olduğu, aslında »Kürd
milliyetçisi« olmaları ve kendi »ulus devletlerinin« bağımsızlığını
savunmaları gerektiğidir.[3]
Verili
koşullar altında »ulus devleti aşmak,
devletin hazırladığı dipsiz kuyulara düşmek olur« diyen Beşikçi, 2013
Ocak’ında katıldığı bir konferansta[4]
söylediklerini tekrarlıyor:
»Güvenlik
güçleri köylere bayraklı panzerleriyle giriyor, Evleri teker teker yıkıyor.
Yıkılan evler daha sonra yakılıyor... Köy harabeye dönüyor. Ortada bulduklarını
yakalıyorlar. Zor kullanarak, döverek söverek karakola götürüyorlar.
Yakalananlara yoğun işkenceler yapılıyor. Yakalanıp karakola götürülenlerde
bazıları işkenceli sorgularla öldürülüyor. Bazıları kaçırılıyor, kendilerinden
haber alınamıyor. Böyle bir ortamda bile
bağımsız devlet düşünemiyorsan, sende bir sakatlık var.
Panzerlerle
birlikte gelen özel timler, bayrak amblemli yüzükler taşıyorlar. Bayrak
amblemli kemerler, bereler taşıyorlar. Böyle
bir ortamda bile senin bayrakla bir sorunun yoksa, sende bir sakatlık var.«[5]
Beşikçi’nin
»sen« diye hitap ettiği, Öcalan şahsında Kürt hareketidir, ama asıl kast
ettikleri, Kürt hareketi içerisindeki emek ve ezilenler perspektifinden hareket
eden sosyalistler ve Türkiye sosyalist hareketinde Kürt hareketine yakın
duranlardır.
Beşikçi’nin,
bağımsız bir Kürt »ulus devletini« ve Kürtlerin bunun için uğraş vermeleri
gerektiği düşüncesinin temelini tarihe bakış açışı biçimlendirmektedir. Gerçi
Beşikçi tarihle ilgili çalışmalarında antik çağlara kadar geriye gitmektedir,
ama »Kürd milli hareketinin« 19.
Yüzyıl’ın ortalarından itibaren yükselmekte olduğu tespitinden hareketle, asıl
tarihsel bakışını Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş ve Türk »ulus devleti«
sürecine yoğunlaştırmaktadır. Bu nedenle biz de Beşikçi’nin tarihe bakış
açısını değerlendirebilmek için, bu dönemle ilgili görüşlerine yoğunlaşma
durumundayız.
Beşikçi’nin
bu dönemle ilgili temel tezi, Türk »ulus devletinin« oluşmasının hem dönemin
emperyalist devletlerinin, hem de genç Sovyetler Birliği’nin oluruyla olanaklı
olduğu ve emperyalist güçlerin »anti-Kürd«
politikalar takip ettikleridir. 17-18 Ocak 2013 tarihinde İstanbul’da
gerçekleştirilen »Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu«na sunduğu bildirisi bize bu
teziyle ilgili ipuçlarını vermektedir[6]:
»(...) Emperyal
güçler, Büyük Britanya ve Fransa değil bağımsız bir Kürdistan’ı sömürge bir
Kürdistan’ı bile düşünmediler. Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesini ve
paylaşılmasını gerçekleştirdiler.
Büyük
Britanya ve Fransa, her zaman anti-Kürd politikalar tasarlamış ve uygulamıştır,
hangi siyasal parti iktidarda olursa olsun her zaman anti-Kürd politikalar
egemen olmuştur. Bu iki emperyal güç projelerini Türk, Arap ve Fars
yönetimleriyle işbirliği ve güçbirliği yaparak gerçekleştirmişlerdir.
Dönemin
Sovyetler Birliği yöneticilerinin, Kürdlere, Kürdistan’a ilişkin politikaları
da anti-Kürd politikalardır. İngiliz ve Fransız politikalarından farklı
değildir. Sovyetler Birliği yöneticileri, Kürdlerin, Kürdistan’ın bir statü
kazanmasına karşı durmuşlar, Kürdleri ezen devletlerin yanında yer almışlar,
Kürdlere karşı geliştirilen, ırkçı, sömürgeci, faşist politikalara,
uygulamalara destek vermişlerdir.
(...)
Bugün Kürdistan sömürge bile değildir. Sömürgeler, ilaniye, sonsuza kadar,
sömürge kalmak üzere kurulmadılar. Emperyal ve sömürgeci devlet, belirli bir
süre onları yönetecek, onları ekonomik ve toplumsal bakımlardan güçlendirecek,
onlara, kendi kendini yönetmenin yolunu yordamını öğretecek, giderek o
sömürgeye bağımsızlık verecektir. Sömürge-sömürgeci ilişkilerinin temel
özelliği budur.
Kürdistan
ise, işgal ve ilhak edilmiştir. Kürdistan inkar edilip, Kürdistan toprakları o
ülkenin toprağı sayılmıştır. Bu sürecin, iki emperyal devleti ve Yakındoğu’nun
ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti tarafından müştereken yapılması, Kürdlerin ve
Kürdistan’ın yönetimini de kolaylaştırmıştır. Kürdlerin, Kürdçe’nin,
Kürdistan’ın inkarı, bu ilişkiler sayesinde kolaylaşmaktadır. Bu ilişkilerin,
sömürge bile olmayan bir yapının, sömürge bile olmayan ilişkilerin yaşanmasında
büyük rolü vardır.
(...)
Sömürgeci devletlerin, genel olarak, sömürgelerinde, yerli dili kültürü inkar
ettiği, onları sömürgecinin diline asimile etmek için çaba sarfettiği görülmez.
Ama, Kürd-Türk ilişkilerinde temel boyut asimilasyondur. Kürd dilinin,
kültürünün inkar edilmesi, Kürdlerin Türklüğe asimile edilmesi için yoğun çaba
sarf edilmesi, Kürd-Türk ilişkilerinin temel boyutunun oluşturmaktadır.
Kürdlerin, Kürdçenin, Kürdistan’ın böylesine inkarı, sömürge bile olmayan bir
yapının, sömürge bile olmayan ilişkilerin yaşanmasına neden olmuştur.«
Beşikçi’nin
görüşlerine temel oluşturan böylesi bir tarih bakışının eleştirisi büyük zahmet
gerektiriyor, çünkü »nereden başlanmalı« çıkmazına yol açıyor. »Kürdistan’ın
bölünmesi« kurgusu üzerine kurulu, farklı dönemlerin içiçe geçtiği ve tarihsel
koşulların göz ardı edildiği bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Kurguyu
anlayabilmek için bir alıntı daha yapmak gerekecek[7]:
»(...)
Kürtler ilk olarak XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde, Şah İsmail ile, Yavuz Sultan
Selim arasındaki Çaldıran Savaşı döneminde (1514) Osmanlı İmparatorluğu ile
İran İmparatorluğu arasında bölünmüştür. Bu bölünme, 1639’da Kasr-ı Şirin
Anlaşması’yla resmiyet kazanmıştır.
XIX.
yüzyılın ilk çeyreğinde, 1812-1813 ve 1826-1828 Rus-İran savaşları sonunda,
İran kesimindeki Kürdistan’ın Kuzey tarafları Rus İmparatorluğu’nun denetimi
altına girmiştir. 1920’lerde Milletler Cemiyeti dönemindeki bölünme ve
paylaşılma en kalıcı, en kapsamlı, en derin olandır. Artık köyler, aşiretler,
aileler, hatta aynı aile içerisinde kardeşler arasında da bölünme olmaktadır.«
Dört
cümlede dörtyüzyıllık bir sürecin ele alınması bir kere ciddî bir handikap. Bu
denli kısa yoldan, tarihsel koşulları ve arka planı, yerkürenin üzerinde devasa
değişimlerin vuku bulduğu farklı süreçleri ve uluslararası bağlantıları ele
almadan »Kürdistan bölündü« sonucuna varmak ve bu sonuçtan hareketle, bağımsız
bir Kürt »ulus devleti« gerekliliğini çıkartmak, hayli karmaşık bir düşünce
sistemini ortaya çıkartmaktadır. Şimdi bu noktada Beşikçi’nin onlarca kitap
çalışması olduğu yönünde itirazlar gelecektir. Doğru, ama bu gerçek yukarıda
alıntılanan tarih kısaltmasının arkasında, aynı anlayışta olan müthiş bir bilgi
birikiminin olması nedeniyle, eleştirimizin haklılığını değiştirmiyor.
Bu
açıdan bazı tarihsel köşe taşlarını yerli yerine oturtarak ilerlemek gerekiyor.
Beşikçi’nin
referans aldığı dörtyüz yıllık zaman dilimi 12 bin yıllık medeniyetler
tarihinde eşi görülmemiş devinimler dönemidir. Orta Çağ’ın sonlarına doğru
üretim ve mübadele ilişkilerinde gerçekleşen köklü değişimler, ticaret ve
üretimin sınırlar ötesine taşması, para ekonomisi, muvazzaf orduların oluşması
ve fetihler, temel tandansı merkezîleşme olan büyük devletlerin ortaya
çıkmasına neden oldu. Merkezî devlet aparatına sahip olan imparatorluklar, 17.
Yüzyıl’ın başlarında İngiltere ve Hollanda’nın yaptığı ve onları bütün diğer
büyük devletlerin takip ettiği gibi, sömürge fethederek ve kapitalist üretim
ilişkilerinin gelişmesini teşvik ederek, ilkel toplumların çözülmesine, küçük
milliyetlerin bağımsız var oluşunun olanaksızlaşmasına ve feodal
parçalanmışlıkların genelde merkezîyetçi olan mutlakîyetçiliklerin çatısı
altında – zor yoluyla veya gönüllü olarak – toplanmasına yol açmışlardır.16. ve
17. Yüzyıl’lar, merkezîleşme tandansı ile feodal parçalanmışlıklar arasında
süregiden mücadeleler dönemidir. Merkezî büyük devletlerin kurulması da,
kapitalist üretim biçiminin, emperyalist sömürge fetihlerinin ve küresel
ticaretin gelişmesiyle, Orta Çağ’ın bütün iktisadî, siyasî ve hukukî
alacalığının kalıntılarını ortadan kaldırarak, modern burjuva toplumunun yolunu
açmıştır. Bu dönemin devinimleri ve Fransız Devrimi ile başlayıp, 18. ve 19.
Yüzyıl’larda devam eden gelişmeler biliniyor...
Tüm
bu dönem içerisinde Kürdistan coğrafyasında değil merkezîleşme tandansını
gösterebilecek Kürdî küçük devletler, desantral feodal yapılanmaları olanaklı
kılabilecek üretim ilişkileri ve bütünsellikler söz konusu değildi. 16.
Yüzyıl’daki Kürdistan coğrafyası, bugün kadim halklar olarak adlandırdığımız
farklı milliyetlerin bir arada yaşadıkları, sınırların değişken olduğu ve
merkezîleşen büyük imparatorlukların coğrafyasıydı. Beşikçi, Osmanlı, Rus ve
İran imparatorlukları ile köyleri, aşiretleri ve aileleri anarak bu tespiti
teyid etmektedir.
Bu
imparatorluklar (veya merkezîleşen büyük devletler diyelim), ki Karl Kautsky
bunları »kültür çoğunluğu enternasyonal
olan kültür çevreleri« olarak nitelendirmektedir,[8]
hem farklı dilleri ve milliyetleri içeriyorlardı, hem de ekonomik ve siyasî
gelişmeyle bağlantılı olarak, bu milliyetlerin ortak devlet çatısı (veya bir
kral, sultanın, şahın egemenliği) altında birbirleri ile her türlü ilişkilerini
sağlayacak koşulları yaratıyorlardı. Merkezî hegemonun otoritesi altında
ulaşım, iletişim, üretim, mübadele ve hukuk ilişkilerinin merkezîleştirilmesi
de, modern burjuva toplumlarının temelini oluşturuyorlardı – her ne kadar
Osmanlı İmparatorluğu gibi coğrafyalardaki kapitalistleşme süreci bazı
farklılıklar göstermiş olsalar da, genelleme yapacak olursak, tarihsel süreç
tam da bu biçimde seyrini sürdürmüştür.
Geldiğimiz
bu noktada bir parantez açarak, Beşikçi’nin hayli sorunlu olan »sömürge-sömürgeci ilişkilerinin temel
özelliği budur« dediği tespite değinmek gerekiyor. Manifaktür döneminden
doğrudan sömürgeci devlete dönüşen İngiltere ve Hollanda kendi gelişimlerinde
diğer kapitalist devletlerden bazı farklılıklar göstermiş olsalar da,
sömürgeci-sömürge ilişkileri her yerde hep aynı seyri göstermişlerdir.
Sömürgecilik tarihini gözden geçirdiğimizde, yüzeysel bir bakış bile, dünyanın
hiç bir yerinde »emperyal ve sömürgeci« devletlerin sömürgelerine »onları belirli bir süre yönetip... ekonomik
ve toplumsal bakımdan güçlendirip... kendi kendini yönetmenin yolu yordamını«
gösterdikten sonra, kendi rızasıyla »sömürgeye
bağımsızlık« verdikleri tek bir örneğin dahi olmadığını gösterir. Zaten
öyle olsaydı, köle sahiplerinin kölelerini azad edip, kendilerine ortak
ettiklerini veya bir kapitalistin kendi rızası ile kârından vazgeçerek,
işçisinin emeğini daha az sömürmeye yanaştığını da görür olurduk. Kaldı ki
böylesi bir durum egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerini anlamsızlaştırırdı.
İşte tam da bu nedenle sömürgeler bağımsızlıklarına ancak baş kaldırarak
kavuşmuşlardır, ki bu da sömürgelerdeki kapitalist gelişmenin ulaştığı düzeyle
doğrudan bağlantılıdır. İngiltere, Fransa, İspanya ve Portekiz’in Kuzey ve Güney Amerika’daki
sömürgelerinin 19. Yüzyıl’a kadarki bağımsızlık tarihleri, Avusturalya ve Uzak
Doğu tarihi, 20. Yüzyıl’daki bağımsızlık hareketleri, bu tarihsel sürecin
karakteristik özellikleridir. Elbette, sömürgeci devletler arasındaki
emperyalist paylaşım savaşlarının, bu çerçevede (örneğin 1825-1870 yılları
arasında Brezilya, Arjantin, Paraguay, Uruguay gibi Güney Amerika »ulus
devletlerinin« oluşumunda ve hem sömürgeci devletler olan İspanya ve Portekiz’e
karşı verdikleri, hem de kendi aralarında gerçekleşen savaşlarda İngiltere ve
Fransa’nın askerî-siyasî müdahalelerinde olduğu gibi) bir sömürgeci devletin,
diğerinin sömürgesine destek çıkmasının da bağımsızlık savaşlarında etkisi
olmuştur, ama sömürge-sömürgeci ilişkilerinin temel özelliği kendisini Beşikçi’nin
dediği gibi değil, yukarıda belirtilen tarihsel süreçle ifade etmektedir.
Bu
bağlamda emperyalist güçlerin bilhassa Britanya ve Fransa’nın »Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesini«
gerçekleştirmiş olmaları ve »her zaman
anti-Kürd politikalar tasarlayıp, uyguladıkları« tespitinin de tarihsel
gerçekleri doğru yansıtmadığını belirtmek zorundayız. »Ulusların kaderlerini
tayin hakkı« ilkesini devlet politikası hâline getiren Sovyetler Birliği’nin »Kürdleri ezen devletlerin yanında« yer
aldığı, »Kürdlere karşı geliştirilen,
ırkçı, sömürgeci, faşist politikalara, uygulamalara destek verdikleri«
iddiasının da yüzeysel ve son derece öznel bir iddia olması nedeniyle konuyu
açıklamaya yardımcı olmayacağından, üzerinde durmayı burada gereksiz
görmekteyiz. Sovyetler Birliği’nin kuruluşundan itibaren bilhassa »ulusal
sorun« bağlamındaki hayli sorunlu politikaları konusunda sosyalist ve komünist
hareketin hemen hemen tüm akımlarının yarattıkları müthiş külliyat, bu iddianın
incelenmesi için tavsiye edilir.
Ama
Britanya ve Fransa’nın, tabiî ki diğer emperyalist güçlerin ve Osmanlı
İmparatorluğu ile Türk burjuva »ulus devletinin« - kapitülasyon dönemlerinden
beri – Osmanlı coğrafyasında ve ardılında uyguladıkları politikalar konusunda
aydınlanabilmek ve resmî tarih anlatısının ardındaki gerçek resmi görebilmek
için, Karl Marx ve Friedrich Engels’in, 1853-1854 yılları arasında »New York
Daily Tribune«da yayınladıkları ve o günler için son derece güncel olan onlarca
makaleye işaret etmek gerekiyor.[9]
O dönemde »Şark Sorunu« olarak tanımlanan gelişmelerle ilgili olarak gerek
Marx’ın, gerekse de Engels’in (ki Engels’in dönemin muvazzaf orduları ve
konumlanışları üzerine olan yazıları askerî tarih açısından son derece ilginç
ve aydınlatıcıdır) diplomatik mektup örneklerini ve belgeleri de içeren
makaleleri 1855’deki Kırım Savaşı’na yol açan süreci en ince ayrıntılarıyla
yansıtmaktadırlar. Sadece o değil; makalelerinde savundukları görüşler,
tarihsel maddeciliğin gelişmeleri, içeriklerini belirleyen maddî koşulları ele
alarak, nasıl değerlendirmesi gerektiğine dair günümüz için de önemli ipuçları
vermektedirler. Örneğin 23 – 28 Mart 1853 tarihinde ortaklaşa kaleme aldıkları
bir makalede Osmanlı İmparatorluğu’nun sınıfsal karakterini ve din faktörünü
şöyle analiz ediyorlar (o dönemde Avrupa’da Osmanlı’ya »Türkiye«, müslüman
nüfusa da milliyetine bakılmaksızın »Türk« deniliyordu)[10]:
»Türkleri,
oradaki farklı toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiler aynı farklı ırklar
arasındakiler gibi karmakarışık olduğundan, Türkiye’deki egemen sınıf olarak
tanımlayabilmemiz çok zor. Türk, duruma ve yere göre işçi, köylü, kesenekçi,
ticaret adamı, feodalizmin en aşağı ve en barbar devrindeki bir feodal toprak
sahibi, sivil memur veya asker olabilir; ama hangi sosyal konumda olursa olsun,
o, ayrıcalıklı dine ve ulusa aittir – sadece o silah taşıma hakkına sahiptir ve
en yüksek mevkiîde olan bir hıristiyan, en alt sınıftan bir müslüman ile
karşılaştığında, ona yol vermek zorundadır. Bosna’da ve Hersek’te halk
kitleleri Rajah, yani hıristiyan kalırlarken, Slav aristokratları islamı kabul
ettiler. Demek ki bu vilâyette, aynı müslüman Boşnak’ın, Türk asıllı müslüman
din kardeşiyle eşit basamakta olması gibi, egemen inanç ve egemen sınıf
özdeştir.«
Marx
ve Engels’in duygusallıktan ve soyut formüllerden uzak, somut maddî koşullara
dayandırdıkları bu kısa analizden Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sınıf
ilişkilerinin nasıl biçimlendiğini okuyabilmekteyiz: Osmanlı tebaaı, hangi
sosyal statüde, imparatorluğun hangi bölgesinde ve hangi etnik kökenden olursa
olsun, dinî aîdiyeti onun ayrıcalıklı bir konumda olup olamayacağını
belirlemektedir. İmparatorluk coğrafyasındaki Arap, Azerî, Boşnak, Bulgar,
Çerkez, Kürt, Laz veya Türk milliyetleri, müslüman olmalarıyla Sultan’ın
ayrıcalıklı »kulları« olarak kabul gördüler – elbette Padişahlık sisteminin
izin verdiği ayrıcalık ölçüsünde. Tek başına bu tespit bile, Osmanlı
İmparatorluğu döneminde müslüman Kürtlerin, Beşikçi’nin iddia ettiği gibi »sömürge bile olmayan, sömürge Kürdistanda
statüsüz« olmadıklarını, »Kürdlerin
Türklüğe asimile edilmek için yoğun çaba« sarf edilmesine gerek olmadığını
ve bu dönemdeki »Kürd-Türk ilişkilerinin«
asıl »temel boyutunu« din
kardeşliğinin oluşturduğunu kanıtlamaktadır. Ve bu noktada Kürt aşiretlerinin
19. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren (II. Abdülhamid dönemi) »Ermeni Sorunu«na
nasıl dahil edildiklerinin de açıklaması yatmaktadır.
Osmanlı
İmparatorluğu döneminde milliyetin ikincil, dinî aîdiyetin ise asıl belirleyici
olduğu gerçeğini, Ayşe Hür’ün 3 Şubat 2013 tarihli Radikal gazetesindeki köşe yazısında Mustafa Kemal’den yaptığı iki
alıntı da teyid etmektedir. Hür, Mustafa Kemal’in 1 Mayıs 1920’de dönemin
milletvekillerine, »Efendiler, meselenin
bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada
maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız
Çerkez değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden
mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır...« diye hitap
ettiğini, daha sonraları da, 1922 Ekim’inde bir grup öğretmene, »Üç buçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat
olarak yaşıyorduk… O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz« dediğini
aktarıyor.[11]
Ama
bu tarihsel gerçekler, Beşikçi’nin haksız olduğu anlamına gelmez, sadece
tahlilini yanlış döneme oturttuğunu gösterir. Beşikçi’nin temel yanılgısı,
tarihsel yanılgıdır. Asimilasyonun, inkâr ve imhanın başladığı dönem,
kapitalistleşme dönemidir, ki bu noktada Beşikçi, Kürtlere yönelik inkâr ve
imha siyaseti eleştirisinde sonuna kadar haklıdır, ama o döneme de sonra
değineceğiz.
Marx
ve Engels’in bu makalesinden alıntı yapmışken, »ulusların kaderini tayin hakkı«
ve »ulusal sorun« ile doğrudan bağlantılı olan bir pozisyonlarını örnek
göstermek aydınlatıcı olacaktır. Bunun içinse önce Marx ve Engels’e söz vermek,
ardından da Rosa Luxemburg’un bu örneği değerlendirmesine fırsat tanımak, yararlı
olur.
Marx
ve Engels Londra’da kaleme aldıkları, yukarıda anılan makaleyi, şu paragraf ile
sonlandırıyorlar[12]:
»Rusya,
kararlı bir fetih ulusu oldu ve bir yüzyıl boyunca öyle kaldı, ta ki 1789 Büyük
Hareketi ona müthiş enerjisi olan korkunç bir rakip yaratana dek. Biz, Avrupa
Devrimi’ni, demokratik fikirlerin infilâk ettirici gücünü ve insanın doğuştan
sahip olduğu özgürlük dürtüsünü kast ediyoruz. Avrupa kıtasında o devreden bu
yana gerçekten sadece iki güç var: bir tarafta mutlakîyetçiliği ile Rusya,
diğer tarafta demokrasisi ile devrim. Şu an için devrim bastırılmış gibi
görünüyor, ama [devrim] yaşıyor ve hiç bir zaman olmadığı gibi korkutucu olmaya
devam ediyor. Milano’daki son ayaklanmayla ilgili haberlerin gericiliği ne
denli korkuttuğu, bunu gösteriyor. [13] Ancak Rusya Türkiye’ye sahip olursa, o zaman
gücü neredeyse iki katına çıkar ve geri kalan Avrupa karşısında daha fazla
ağırlık kazanır. Böylesi bir gelişme devrimci dava için tarif edilemez bir
talihsizlik olur. Türk bağımsızlığının ayakta kalması veya – Osmanlı
İmparatorluğunun olası çöküşü durumunda – Rus ilhak planlarının engellenmesi,
son derece önemli meselelerdir. Bu noktada devrimci demokrasi ile İngiltere’nin
çıkarları uyuşmaktadır, ne onlar ne de öbürü Çar’a Konstantinopel’i
başkentlerinden birisi yapma iznini verebilirler ve uç noktaya gelirse eğer, o
zaman her ikisinin de aynı ölçüde enerjik direniş göstereceklerini göreceğiz.«
Rosa
Luxemburg 1890lı yıllardan beri »özerklik« ve »ulusal sorun« üzerine olan
düşüncelerini geliştirmekteydi. O dönemlerde, bilhassa devrim süreçlerinde,
Polonyalı milliyetçilerin Çarlık Rusya'sından ayrılarak, Polonya »ulus devletini«
oluşturma çabalarına, aynı zamanda Rusya Sosyaldemokrat İşçi Partisi’nin
milliyetler sorunu çerçevesinde parti programına »ulusların kaderlerini tayin
hakkı« ilkesini yerleştirmesine karşı çıkan Luxemburg, konuyla ilgili çeşitli
makaleler kaleme aldı. Luxemburg, Polonya Krallığı ve Litvanya
Sosyaldemokrasisi SDKPiL’nin merkezî yayın organında Ağustos 1908 – Eylül 1909
tarihleri arasında Lehçe yayınladığı makalelerinden birisinde, Marx ve
Engels’in ve sosyaldemokrasinin »özerklik« ve »ulusal sorun« konusunda nasıl
davrandıklarını, yukarıdaki alıntı bağlamında şöyle değerlendiriyor[14]:
»Halkların
özgürlük »hakkı«, Marx, Engels [ve] Liebknecht’i Balkan Slavlarına karşı
düşmanca tavır almaktan ve bütünsel Türkiye’nin davasını savunmaktan
alıkoymadı. Onlar, o zamanlar Türkiye’nin bağrındaki Slav kabilelerinin ulusal
hareketlerini, liberalizmin o ya da bu »ebedî« duygusal formülasyonları
açısından değil, kanılarına göre bu ulusal hareketlerin içeriğini belirleyen
maddî koşulların bakış açısından değerlendirdiler. Marx ve Engels, toplumsal
olarak geri kalmış Balkan Slavlarının o zamanki özgürlük uğraşlarını, Rus
Çarlığı’nın Türkiye’yi parçalama hedefiyle geliştirdiği entrikalar diye
algılayarak, Rus gericiliği karşısında bütünsel Türkiye’nin bir savunma seti
olacağında ısrar ettiler [ve] Slavların ulusal özgürlük davalarını, hiç
tereddüt etmeden, Avrupa demokrasisinin çıkarlarına kurban ettiler. Alman
sosyaldemokrasisinde bu politika geleneksel olarak 1890lı yılların ortasına,
yaşlı Wilhelm Liebknecht’in Türkiye Ermenilerinin mücadele sorunu çerçevesinde
bu anlamda sahneye çıkmasına dek, geçerli kaldı. Ancak tam da o zamanda Alman
ve enternasyonal sosyaldemokrasinin Şark Sorunu’nundaki pozisyonu ters yöne
doğru değişmişti. Sosyaldemokrasi, Türkiye’de ezilen ulusal uğraşların,
kültürel varoluş koşullarına kavuşmalarını o ya da bu biçimde açıkça
desteklemeye ve bütünün sunî birlikteliğine riayet etmemeye başlamıştı. Ve bunu
yaparken de kendisini, ezilen uluslar olan Ermenilere ve Makedonyalılara karşı
sorumluluk hissi ile değil, aksine öncelikle yüzyılın ortasından itibaren
Şark’ta söz konusu olan maddî güç ilişkilerinin analizi ile yönlendiriyordu. Bu
analizden hareketle Türkiye’nin siyasî çözülüşünün, 19. Yüzyıl’ın ortalarından
itibaren süren kendi iktisadî-siyasî gelişiminin bir sonucu [ve] ayrıca,
Türkiye’nin geçici muhafazasının, Rus mutlakîyetçiliğinin gerici diplomasisinin
çıkarlarına olduğu kanaatine varan sosyal demokrasi, tüm diğer örneklerde
olduğu gibi, nesnel gelişmenin önüne geçmedi; aksine [nesnel gelişme] ile
uyumlu olarak ve sonuçlarından da faydalanarak, Türkiye’deki ulusal hareketleri
desteklemesiyle, Avrupa medeniyetini savundu; aynı şekilde, her ne kadar
toplumsal temelleri zayıf olsa da, Türkiye’nin yenilenmesi ve reforme edilmesi
uğraşlarını da destekledi.«
Luxemburg’un
burada altını çizdiği tarihsel süreçleri, tarihsel koşulları, söz konusu olan
maddî güç ilişkilerini ve nesnel gelişmeyi temel alarak analiz masasına yatırma
metodu, günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Tarihsel süreçleri, geleceğin
şekillendirilmesi amacı ve güncel sorunların çözümüne yönelik programların
geliştirilebilmesi için, bu metodla ele almak, olası yanılgıları ve bu
süreçlerin gerçeğe uymayan tahlilleri üzerinden yanlış bir siyasî programı
ortaya koyma rizikosunu en aza indirgeyecektir. Çünkü gerçeğe uymayan öznel
tarih bakışı, yapılmak istenilen tahlili yanlışa, güncel olanı soyut
formülasyonlarla açıklama çabasına yönlendirir. Beşikçi’nin tarihsel
yanılgısından çıkartılacak en anlamı öğreti, budur.
II
Beşikçi,
Kürt hareketine, »... bağımsız devlet
düşünemiyorsan, sende bir sakatlık var« diyerek, yegâne çözüm önerisinin
bağımsız bir Kürt »ulus devleti« olduğunu gösteriyor. Kürtler için »en değerli«, Kürtlere »... olumlu bir gelecek vaad eden tutumun«
milliyetçilik olduğunu belirten Beşikçi, kendisine yöneltilen »sınırlar ortadan kalkıyor, Beşikçi hala
sınır oluşturmaktan söz ediyor« eleştirisini eleştirerek, dünyada 1990’dan
bu yana otuza yakın devletin kurulmuş olmasını, Kürtlerin de bağımsız »ulus
devletlerine« kavuşmaları gerektiği fikrine dayanak olarak gösteriyor.
Beşikçi’nin
Öcalan liderliğindeki Kürt hareketine yönelik eleştirisine ve bağımsız »ulus
devlet« fikrine sahip çıkan ve destek verenler de doğal olarak Kürt
milliyetçileri ve Kürt »ulus devletçileri« oluyor. Bu noktada iki uzun alıntı
yaparak, bağımsız »ulus devlet« fikrini eleştirel metodla irdelemek gerekiyor.
Birinci
alıntı, »Özgür Bireyler Topluluğu«nun programatik görüşlerini içeren »Nasname«
adlı internet sitesinden. Beşikçi’nin 28 Temmuz 2010 tarihinde İstanbul 11.
Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasının neden olduğu ve örgütsel beyan
niteliği taşıyan açıklamasında şöyle deniliyor[15]:
»Öcalan’ın
her fırsatta devletleşmeye karşı kin kusması, bu doğal ve bilimsel talebi dillendirenleri hedef
yapması/ilkellikle suçlaması, Kürdlerin devletleşmesini ›Tarihin Sonu‹ olarak
ilan etmesi yetmiyormuş gibi, Hasip Kaplan gibi piyonların son sözü söyleyerek
›Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün
tartışılamayacağını‹ ilan etmesi, PKK’nin konumu ve misyonunu
tartışma gerektirmeyecek kadar açık bir şekilde ortaya koymuştur.
PKK, Kürdlerin devletleşmesi hakkına çok net olarak
karşı dururken; aynı zamanda bilime, insanlığa ve doğal olana da karşı duruyor. Böyle bir anlayışa insani bir anlam yüklemek insanlığa
ve değerlere hakarettir. PKK’nin duruşu ile Beşikçi’yi yargılayan anlayış
arasında hiçbir fark yoktur. Bir fark yaratmak için çırpınmak, somut gerçekliği
görmemekte ısrar etmek ve kendisiyle birlikte kitleleri de kandırmaktır. Herkes
olması gereken yerdedir ve bilinmeyen, görülmeyen bir şey kalmamış artık. Bu
nedenle herkesin bulunduğu yeri açıkça söylemek insan olmanın, dürüst olmanın
ve cesur olmanın zorunlu sonucudur.
Beşikçi’yi
yargılayanlar, Ulusal Sorun'a duyarlı Kürdleri ortak bir cephede buluşturmanın
zeminini hazırladıklarını göremeyecek kadar kördürler. Hem kurumsal düzeyde,
hem de bireysel olarak hemen hemen bütün duyarlı Kürdlerden temsilciler
duruşmada hazır bulunarak Beşikçi ile dayanışma içinde olduklarını gösterdiler.
Beşikçi ile dayanışma, aynı zamanda ›Kürdlerin devletleşme hakkı‹
noktasında gösterilen duyarlılığın da göstergesiydi.
PKK dışında
kalan ve Ulusal-Demokratik mücadelenin gerekliliğine/haklılığına inanan bütün
Kürdlerin ortak bir refleksle/düşünceyle Beşikçi’ye sahip çıkması ›Ulusal-Demokratik Cephe‹nin
gerekliliğine ve olabilirliğine de işaret ediyor. Duruşmaya katılanların
samimiyeti, içtenliği, duyarlılığı ve heyecanı bu birliğin kısa sürede hayata
geçirilebileceğine dair umut verdi. Bu umudu gerçekleştirmek için hepimize sorumluluk
düşmektedir.
PKK, Beşikçi
ve Kürdlerin devletleşmesi konusunda Bütün duyarlı Kürdlere rağmen
Kemalist/devletçi cephede yerini aldı. Aynı şekilde yapılacak referandumda da yine bütün Kürdlerin aksine
Kemalist/ırkçı cephede yerini aldı. Son günlerde yaptığı eylemler de
Genelkurmayın direktiflerinden bağımsız değildir ve sadece Kemalist Sisteme
hizmet etmektedir. Artık PKK’yi açıkça mahkum etme ve gerçek niteliğini
halka anlatmak zorundayız. Yoksa, PKK’nin tahribatları devam edecektir…
Özgür Bireyler Topluluğu olarak,
Beşikçi ile dayanışma içinde olduklarını gösteren bütün Kürdistanlı
oluşum ve bireyleri kutlarken, bu dayanışmanın, duyarlılığın Ulusal-Demokratik bir cephenin hayata
geçirilmesi için de gösterilmesini umuyoruz.«
İkinci
alıntı ise, 5 Kasım 2012 tarihinde gerçekleştirilen parti kongresinde HAK-PAR
genel başkanlığına seçilen Kemal Burkay’ın konuşmasından. Partisinin »kitlelerin, değişik toplum kesimlerinin
temel hak ve özgürlüklerini programına almış, bunun için mücadele eden,
demokratik ve değişimci bir parti« olduğunu
iddia eden Burkay, çözüm önerisinin »federasyon« olduğunu şöyle açıklıyor[16]:
»HAK-PAR Kürt ulusal
hareketinin bir parçasıdır, onun evriminin yeni dönemdeki bir ürünüdür. HAK-PAR
2000’li yılların başında oluştu. Bu bir rastlantı değil. Tam da o dönemde Kürt
ulusal hareketi dar bir boğaza girmişti, zor günler yaşıyordu. Rejim, 1960’lı
yıllardan başlayarak baskı ve şiddetin dozunu arttırarak, Kürt hareketini adeta
bile bile şiddete itti, terörize etti. 1999’dan itibaren ise, PKK lideri
Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin ardından, bu durumdan
yararlanarak Kürt hareketini pasifize etmeye çalıştı. Nitekim, Öcalan
İmralı’daki savunmasında geçmişteki tüm taleplerini reddetti, ›ne bağımsızlık,
ne federasyon, ne otonomi, bunların hiçbirini istemiyoruz,‹ dedi. Üniter
devleti ve Kemalizmi savunur oldu. Kürt
halkının hak taleplerini sıradan kültürel haklara indirgedi. Partisi de onu
izledi.
İşte HAK-PAR bu koşullarda,
ulusal saflarda baş gösteren karamsarlığı, umutsuzluğu giderme, ulusal talepleri ve mücadeleyi sahiplenme,
Kürt halkına doğru bir seçenek sunma ihtiyacının gereği olarak ortaya çıktı.
Bunun için yurtsever güçlerin el ele vermesi gerekiyordu. Bu amaçla, geçmişte
ayrı ayrı örgütlerde siyaset yapan, ayrı ayrı kulvarlarda koşan Kürt
yurtseverleri özgürlüğü ve demokrasiyi hedefleyen ortak bir program üzerinde
bir araya geldiler.
Bu program Kürt halkının
temel taleplerini içeriyor. Biz, Kürt halkının siyasal, yönetsel, kültürel tüm
temel haklarını savunuyoruz ve eşitlik temelinde bir çözüm istiyoruz. Bunun
biçimi federasyondur. Türkiye’de,
ülkenin çoğulcu, çok renkli gerçeğine uymayan üniter yapı terk edilmeli, ademi
merkeziyetçi, federatif bir yapıya geçilmelidir. Kürt nüfusun çoğunlukta
olduğu Doğu illerinde, yani Kürdistan’da federatif bir yapı oluşmalıdır. Kürtçe
eğitim dili olmalı, aynı zamanda Türkçenin yanı sıra 2. resmi dil
olmalıdır.
Bildiğiniz gibi Kürt sorunu
Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı’dan miras kalmış bir sorun. Osmanlı döneminde
başlangıçta bir Kürt sorunu yoktu. İmparatorlukla Kürtlerin ilişkisi bir bakıma
bir uzlaşma ve ittifak üzerine kurulmuştu. Osmanlı, Kürdistan’ı ve Kürt halkını
tanıyordu. Kürt beylikleri özerktiler. Yani Osmanlı’da bir tür ademi
merkeziyetçi yapı geçerliydi. Kürdistan medreselerinde Kürtçe eğitim
yapılmaktaydı. Bu medreselerde nice Kürt ozanı, Kürt bilgesi yetişti. Ancak 19.
Yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı’da ve İran’da merkezileşme hareketi ile
birlikte Kürtlerle çatışma dönemi başladı, Kürt beylikleri yok edildiler. Sorun
böyle ortaya çıktı. Cumhuriyetin kurucuları da onu adil biçimde, eşitlik
temelinde, yani Kürt halkının temel haklarını tanıyarak çözemediler. Aksine
Osmanlı’da bile görülmemiş bir anlayışla, tek soy, tek dil anlayışıyla, Kürt
halkını yok saydılar, Kürt dilini ve kültürünü yok etmeye çalıştılar. Bu inkâr
ve baskı politikası idi ve doğal olarak tepkilere, bir dizi Kürt ayaklanmasına
yol açtı. Ayaklanmalar kanlı şekilde bastırıldı, ama sorun çözülmedi, aksine
giderek büyüdü.
Son 40 yıl, Kürt hareketi
bakımından çok daha şiddetli uygulamalara sahne oldu. Şiddet şiddeti doğurdu ve
bugünlere geldik. Bu süre içinde Kürt halkı da Türk halkı da çok büyük bedeller
ödedi. Bu çatışma ortamında 50 binden fazla can yitirdik. Kürdistan altüst
oldu, tarım ve hayvancılık çöktü. Binlerce köy yakılıp yıkıldı, boşaldı.
Milyonlarca insanımız sürgün yollarına düştü. Bu savaş nedeniyle Türk halkının
kayıpları da az değildir. Onca can kaybının, acının yanı sıra, ülkenin trilyonlarca lirası savaşa, yıkıma
gitti. Oysa bu büyük paralarla ülkemizin insanlarına çok daha iyi bir eğitim,
iyi bir hayat düzeyi sağlanabilirdi. Kurşuna
bombaya giden paralar, ekmeğe, kitaba, sağlık alanına gidebilir, bununla iş
alanları açılır, ülke daha da gelişirdi.«
Yukarıdaki
alıntılar bağımsız Kürt »ulus devleti« fikrinin, bu fikrin uygulanabilirliğinin
ve uygulanma biçimleri üzerine var olan önerilerin irdelenebilmesi için
yeterince ipucu vermektedirler. Ancak bu irdelemeye başlamadan önce,
»milliyetçilik« üzerine bir kaç noktanın altını çizmek gerekmektedir.
Son
ikiyüz yıllık tarih, kendi milliyetinin diğer milliyetlerden üstün, en azından
farklı ya da ayrıcaklı olduğu ve aynı milliyete mensup olanların çıkarlarının
da aynı olduğu kurgusu üzerine kurulu olan »milliyetçilik« ideolojisinin yol
açtığı felaketler ile dolu olduğundan, »iyi« ve »kötü« milliyetçilik ayırımının
yapılamayacağını kanıtlamak için yeterince veri mevcuttur. İster »ezen«,
isterse de »ezilen« milliyet adına yapılan milliyetçilik, toplumsal sınıflar
var olduğu müddetce her zaman ve her yerde egemen sınıfın egemenlik aracı
olduğundan, ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların, halkların ezici
çoğunluğunun çıkarlarına uygun olamaz. Bunun aksini kanıtlamak için ileri
sürülen »ezen ulus ile ezilen ulus milliyetçilikleri aynı değildir« tezi,
toplumsal ve tarihsel gerçeklerle âlâkası ve maddî temeli olmayan soyut,
duygusal ve öznel bir formülasyondur. Böylesi bir formülasyon ile var olmayan
bir şeyi varmış gibi göstermeye çalışmak, nafile bir çabadır. Çünkü yerküre
üzerinde kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu bütün coğrafyalarda
yaşayan hiç bir toplum, »ulus« veya milliyet, »imtiyazsız, sınıfsız ve
kaynaşmış bir toplum« değildir. Çünkü her türlü milliyetçiliğin yeşerdiği
toprak, egemen mülkiyet ve iktidar ilişkileridir.
Beşikçi
yazısında, »Kürdlerin, komşu halkları
asimile etmek gibi, komşu halkların topraklarını işgal etmek gibi bir derdinin
olmadığını herkes biliyor. (...) Baskıya, zulme karşı mücadelenin evrensel
olduğu da açıktır« iddiasını ileri sürerek, Kürtler sanki toplumsal
sınıflardan oluşmuyormuş ve »Kürd
milliyetçiliği« milliyetçi ideolojinin sapkınlıklarından muafmış gibi,
bağımsız Kürt »ulus devletinin« diğer »ulus devletlerden« farklı olacağını
telkin etmeye çalışmaktadır. Bu öngörü, maddî temeli olmayan boş bir söylem ve
bu biçimiyle »iyi« milliyetçiliğin var olabileceğini kanıtlama çabasından başka
bir şey değildir. Kapitalist dünyada milliyetçilik, egemen sınıf olarak
burjuvazinin diğer toplumsal sınıf ve katmanları boyunduruğu altına sokmasının
aracıdır. Dolayısıyla, Beşikçi’nin iddiasının tersine, »Kürd milliyetçiliği«, en başta yoksul ve emekçi sınıflar olmak
üzere, ne Kürt halkının, ne de komşu halkların ezici çoğunluğuna »olumlu bir gelecek vaad eden tutum«
değil, kapitalist sermaye birikiminin ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden
gerici bir ideolojidir. O nedenle ezilen milliyetlere yapılabilecek en büyük
fenalıklardan birisi, insanları, en başta kendilerini hastalıklı bir ruh hâline
sokan o en bayağı ve en vahşi duygunun esaretine alan milliyetçilik
ideolojisinin bayrağı altına çağırmaktır.
Buraya,
Türk »ulus devletçileri«, gerici »ulusçular« ile aramızdaki farkı vurgulamak
için kısa bir not düşmek gerekiyor: Milliyetçiliğin emperyalist çıkarlara
hizmet eden gerici bir ideoloji olduğu tespitimiz, salt emperyalizm karşıtı bir
pozisyondan değil, öncelikle antikapitalizm pozisyonundan beslenmektedir. Yakın
geçmişin bağımsızlık hareketleri pratiğinin kanıtladığı gibi, kapitalizm
karşıtı olmayan bir »antiemperyalist« söylem, burjuva milliyetçiliğinden başka
bir sonuca yol açmamaktadır. »Antiemperyalizm« iddiasıyla ortaya çıkan ve
sonunda kendi burjuva »ulus devletini« kuran bütün bağımsızlık hareketleri,
öyle ya da böyle farklı emperyalist merkezlerinden birisinin yanında yer
almışlardır. Bu açıdan, aynı zamanda antikapitalist olmayan »antiemperyalizm«
savının, içi boş ve demagojik bir söylem olduğunun altı çizilmelidir. Ve
buradan da hareketle, Türkiye örneğinde, kendilerine »Türk solu« veya »ulusalcı
sol« gibi sıfatlar yakıştıran siyasî hareketlerin antiemperyalist dahi
olamayacakları vurgulanmalıdır. Daha ziyade »nasyonal
sosyalist/sosyaldemokrat«, burjuva milliyetçisi veya gerici »ulusçu« olarak
nitelendirilmesi gerekenlerin ne sol, ne de sosyalizm fikri ile uzaktan
yakından âlâkaları yoktur. Böylelerinin, »Kürt
milliyetçiliği emperyalizme hizmet ediyor« söylemi, en hafif deyimle Türk
milliyetçisi demagojiden ibarettir ve tarihsel maddecilik pozisyonundan yapılan
milliyetçilik eleştirisi ile aralarında aşılması olanaksız derecede derin bir uçurum
mevcuttur. Bu nedenle Beşikçi’nin yazısında, »Türk solu, milliyetçi bir soldur. Önemli bir kesimiyle de ırkçıdır«
diyerek yaptığı haksız ithamın genellemeci olduğunu belirtmek gerekiyor. Ayrıca
bu ithamın, genellemeci olduğu bilinerek ve bilinçli yapıldığını düşünmek için
yeterince neden var. Beşikçi gibi bir bilim insanının, Türkiye sol-sosyalist
hareketinde »ulusal« sorunla, bilhassa Kürt sorunuyla ilgili tek tip bir
pozisyon olmadığını, sol-sosyalist hareketin farklı akımlarının soruna değişik yanıtlar
verdiklerini ve genelleme yapılmasının ciddî bir yanlış olduğunu bildiği
varsayımından hareket etmek durumundayız. Bu da, maalesef Beşikçi’nin, Kürt
olmayan bir Kürt milliyetçisi pozisyonundan önerilerini geliştirdiğini
düşünmemize gerekçe oluşturmakta ve milliyetçiliğin ne menem bir sapkın
ideoloji olduğunu yeniden teyid etmektedir.
Milliyetçiliğin,
özgürlük hareketlerinin, bilhassa silahlı mücadele yönetimini seçen
hareketlerin taraftarları arasında küçümsenemeyecek derecede önemli bir faktör
olduğu doğrudur. Ancak bu gerçek, herhangi bir özgürlük hareketinin, örneğin
günümüz Kürt hareketinin a priori milliyetçi olduğunu kanıtlamaz. Ulusal
hareketlerin milliyetçi veya gerici »ulusçu« olup olmadığını gösteren yegâne
maddî kanıt, siyasî program olarak »ulus devlete« ve birlikte yaşadıkları
milliyetlere karşı aldıkları tavırda bulunabilir.
Beşikçi’nin,
Kürt milliyetçileri ve federalistlerinin siyasî programı »ulus devlettir«.
Öcalan liderliğindeki Kürt hareketi ise görüldüğü kadarıyla Kürtlerin bağımsız
»ulus devlet« fikrine karşı çıkmakta, bunun yerine »demokratik cumhuriyet,
demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm« biçimindeki bir reform
programını önermektedir. Beşikçi’nin gözünde bu program, Türk »ulus devletinin«
tek tip gerici »ulus« anlayışıyla eş anlamlıdır. Beşikçi bu eleştirisiyle, »PKK (...) Kemalist/ırkçı cephede yerini
aldı« diyen Kürt milliyetçileri ve »Öcalan
(...) üniter devleti ve Kemalizmi savunur oldu, Kürt halkının hak taleplerini
sıradan kültürel haklara indirgedi« diyen Burkay gibi federalistlerle aynı
noktada buluşuyor.
Bu
eleştirilerin haklı olup olmadığını, bağımsız Kürt »ulus devletinin« Kürt
milliyetçilerinin iddia ettiği gibi »doğal
ve bilimsel talep« olarak görülüp görülmemesi gerektiğini, »Kürdlerin devletleşmesi« veya »Türkiye’de (...) Kürt nüfusun çoğunlukta
olduğu Doğu illerinde, yani Kürdistan’da federatif bir yapı oluşmalı«
taleplerinin nesnel temellerini ve kimin çıkarına olduğunu ortaya çıkartmak
için, önce »ulus devletin« ne olduğu veya ne olmadığı anımsanmalı, ardından da
»ulusların kendi kaderini tayin hakkı« ilkesinin gerçek içeriğinin ne olduğu
irdelenmelidir.
III
Öncelikle
Beşikçi’nin ve »ulusal refleksle« ona
sahip çıkan hararetli taraftarlarının, »ulus devletin« devletler tarihinde
kapitalistleşme süreçlerinde, burjuvazinin öncülüğünde ortaya çıkan bir olgu
olduğu gerçeğini kabul ettikleri varsayımından hareket ettiğimizi belirtelim.
Çünkü bu tarihsel gerçeği kabul etmeyenlere, sizi hayal dünyanızla başbaşa
bırakıyoruz demekten başka söylenecek söz kalmaz.
Bu
tarihsel gerçek üzerine anlaşıyorsak, o zaman – en son söyleyeceğimizi, başta
söyleyerek - »ulus devletin«, genellikle bir milliyetin burjuvazisinin sınıf
egemenliğinin aracı olduğunu ve »ulus fikrinin« bu aracın ortaya çıkmasıyla
oluştuğunu kabul etmemiz gerekir. »Ulusal fikir«, modern burjuva »ulus
devletinin« gelişme süreciyle kopmaz bir bağlantı içerisindedir. Kapitalist
üretim tarzının hakim olduğu her yerde »ulus devlet«, sanki tanrı vergisiymiş
gibi, o ülkenin burjuvazisinin iç pazarı, sınıf egemenliğinin »anavatanıdır«.
Bu »ulus devlet«, aynı zamanda »anavatanın«, yani iç pazarın korunması ve dünya
piyasalarına açılma yollarının düzlenmesi için güçlü bir orduya, silahlara,
merkezî idareye, yargıya, yasamaya, tek tip eğitim sistemine, dış, malî, gümrük
politikalarına v.s., kısacası kapitalistleşme sürecinin gereksinim duyduğu
bütün araçlara var olma koşullarını veren devasa bir merkezî devlet aparatını
yaratır.
»Ulus
devletin« harcı, kurgulanan bir »tarih ve kader birliği« ile kutsanan »ulus«
fikridir. Bu kutsal »ulus« fikri, burjuvazinin milliyetinin »ulus« biçiminde o
ülkedeki diğer milliyetler üzerinde egemenlik kurmasını gerekçelendirir. »Ulus
devletlerin« resmî tarih yazılımları bunun ifadesidir. Tarihsel olarak yan yana
yaşayan, kimi yerlerde içiçe geçmiş, hatta Osmanlı örneğinde olduğu gibi »din
kardeşliği« temelinde »eşit« olan milliyetlerin, uydurulmuş bir milliyet
ideolojisi aracılığıyla inkârının ve asimilasyonunun yolu açılır, ki bu
ideoloji, burjuva milliyetçiliğinden başka bir şey değildir.
Modern
burjuva »ulus devletinin«, bir milliyeti diğer milliyetler üzerinde egemen
kılmak, diğer milliyetleri »ulus« potasında eritmek, tek dil ve tek kimliği
dayatmak istemesinin ardında, egemen milliyetin diğer milliyetlerden »üstün«
olduğu iddası ve bunun savunulması gibi soyut formülasyonlar ve öznel
gerekçeler değil, burjuva »ulus devletinin« merkezîleşme ve kapitalist üretim
tarzını, bu devletin olanaklı olduğunca en ücra köşelerinde dahi, hakim kılma
tandansı yatmaktadır. »Ulusun« veya egemen milliyetin diğerlerinden »üstün«
olduğu söylemi bu tandansların ve burjuvazinin sınıf egemenliğinin
perdelenmesi, görülmez kılınması için gerekli olan ideolojik bir paravandır.
Gerek Türkiye’nin kapitalistleşme süreci, gerekse de modern burjuva »ulus
devletleri« tarihi, bunu kanıtlamaktadır.
Örneğin
Türkiye’de »ne mutlu Türküm diyene« söylemi, basit ve ajitatif bir slogan
değil, en başta Türk »ulus devletinin« nimetlerinden pay almanın, burjuva
toplumunun »eşit« yurttaşı olarak kabul görülmenin anahtarıdır.[17]
Nasıl Osmanlı’daki dinî aîdiyet, kişinin diğerlerinden ayrıcalıklı konumda olup
olmayacağını belirliyorsa, burjuva »ulus devletinde« de egemen milliyetin
»ulusuna« ait olmak, »eşit yurttaşlık« mertebesine geçilmesini sağlamaktadır.
»Ulus devlet« bu aîdiyet ilânını, gönüllü veya zor kullanarak her yurttaşından
talep eder. Bu nedenle, kapitalistleşme süreci cumhuriyetin kurulmasından çok
önce başlayan Anadolu-Mezopotamya coğrafyasındaki Osmanlı İmparatorluğu’nun
çözülüş süreci ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 80 yıllık tarihi, »Türk ulusu« olarak
adlandırılmaya direnen milliyetleri inkâr, imha ve asimile etme tarihidir.
Soykırımların, katliamların, Türkleştirme operasyonlarının, »Tarih ve Dil
Teorilerinin«, etnik temizliklerin, velhasılı bu tarihte rastladığımız bütün
tek tipleştirme uğraşlarının, dolayısıyla da güncel Kürt sorununun asıl nedeni
Türk »ulus devletinin« kapitalistleşme sürecidir. Bu gerçeği görmemekte ısrar
ederek yapılacak her tahlil, geliştirilecek her çözüm önerisi anlamsız olacak,
günümüzü anlamaya yardımcı olamayacaktır.
Beşikçi
ve milliyetçi savunucuları, tezlerine, »ulus devlet« oluşumunun tarihsel
koşullarını ve maddî şartlarını değil, bunların görüngülerini temel
almaktadırlar. Esası dikkate almadıklarından, son derece gerici bir pozisyondan
duygusal ve öznel değerlendirmelerde bulunmakta, reel koşulları hesaba katmayan
kendi soyut formüllerini, »Kürt halkının
iradesi ... hak talebi« veya »Kürdlerin
doğal ve bilimsel devletleşme hakkı« iddiasıyla ifade etmektedirler.
Tarihe
bakışlarının yüzeyselliği, »Kürdlerin
devletleşme hakkını« savunurken verdikleri örneklerde de görülmektedir.
Örneğin Beşikçi, son yirmi yılda otuza yakın yeni devletin kurulmuş olmasını,
kimini adıyla sayarak, »sınırlar
kalkıyor, yeni sınır yapmak anlamsızdır« görüşünü eleştirmek ve Kürt »ulus
devletinin« de gayet tabiî kurulabileceğini kanıtlamak için vurguluyor. Ancak
bu yeni »ulus devletlerin« kurulmasına neden olan şartları ve bu devletleri
kuranların nasıl »ulus« olabildiklerine nedense hiç değinmiyor.
Pek
fazla gerilere gitmeden, ama Çekler, Slovaklar, Polonyalılar, Baltık
ülkelerindeki ve Balkanlardaki Slavlar ve bu milliyetlerin »ulusal uğraşları«
konusunda tarihsel maddecilik pozisyonundan kaleme alınan ve 1800lü yıllardan
bu yana toplanmış olan külliyata dikkat çekerek, yeni »ulus devletlerin« oluşum
sürecini kısaca irdelemek istiyoruz.
Kapitalizmin
merkez ülkelerinin çeperinde veya dünyanın muhtelif yerlerinde oluşan yeni
»ulus devletlerinin« karakteristik özelliği, bunların, emperyalist güçlerin ve
uluslararası malî kapitalizmin küresel çıkarları ve stratejileri çerçevesinde
etki alanlarını genişletme çabasıyla doğrudan bağlantılı olmalarıdır. Dünya
piyasaları üzerinde hakimiyet, küresel ticaretin ve sermaye dolaşımının
engelsiz sürdürülebilirliliği ve dünya çapındaki enerji ve hammadde
kaynaklarına ulaşımın, nakliyatının ve kullanımının güvence altına alınması
olarak kısaltılabilecek olan bu küresel stratejilerin gerçekleştirilmesi,
zayıflayan ve dönüşüme uğramış büyük devletlerin veya coğrafî alanların,
merkezî devletlere veya bunların oluşturdukları ittifaklara / birliklere / uluslararası
kurumlara bağımlı, kontrol altında tutulabilen ve genelde komşularıyla
ihtilaflı hale getirilebilecek küçük »ulus devletlerine« dönüştürülmelerini gerekli
kılmıştır.
Bir
kaç örnek verecek olursak, önce Kosova »ulus devletini« ele almak gerekir.
Kosova, sekiz yıl NATO egemenliğinde kaldıktan sonra 2008 Şubat’ında
»bağımsızlığını« ilân etti ve o günden beri bağımsız »ulus devlet« olarak kabul
görüyor. NATO’nun desteği, AB’nin »EULEX Misyonu« çerçevesinde yargısını,
yasamasını ve yürütmesini kurmasıyla oluşan ve o zamanlar Kürt
milliyetçilerinin »örnek« diye alkışladıkları Kosova »ulus devletinin«
kuruluşu, belirttiğimiz karakteristik özelliğin bütün emarelerini taşımaktadır.
ABD ordusunun Avrupa kıtasındaki en büyük askerî üssünün Kosova’da (Urosevac
kasabası yakınındaki Bondsteel Üssü) bulunduğu ve Çekirdek Avrupa ülkelerine
doğalgaz nakliyatı için planlanan Nabucco boru hattının Kosova’dan geçeceği
düşünülürse, sunî »Kosova ulusu« ve »ulus devleti« yaratmanın kimin çıkarına
olduğu ve kimin için stratejik önem taşıdığı ortaya çıkar.
Kosova
örneği aynı zamanda, her »ulusun« kendi bağımsız »ulus devlet hakkı« olduğu
iddiasını da çürütmektedir. Madem »ulus devleti« kuran »ulustur«, o halde neden
Kosova’nın çoğunluk milliyeti olan Arnavutlar, hemen yanlarındaki Arnavut »ulus
devleti« ile birleşip, »Büyük Arnavutluk«u kurmadılar? Peki, madem »ulus devlet« kurmak istisnasız
her »ulusun« hakkıdır da, neden Kosova’da yerleşik olan Sırp milliyeti, Kosova’da
kendi »ulus devletlerini« kurma hakkından men ediliyorlar ve Sırbistan’a göç
etmeye zorlanıyorlar? Madem Kürt milliyetçileri »ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkı« ilkesini savunuyorlar da, Sırpların da »kendi kaderlerini tayin
etmelerini« neden savunmuyorlar?
Bu
bağlamda başka bir örneği, Gürcistan’ı ele alalım Abhazlara veya Megrellere
karşı yıllardan beri inkâr ve imha politikası uygulayan, Güney Osetya için
Rusya ile savaşmaktan dahi çekinmeyen Gürcü »ulus devletinin« Türk »ulus
devletinden« ne farkı var – Türkiye’nin NATO üyesi, Gürcistan’ın ise NATO’ya
üye olmak istemesinden başka? Veya Ukranya’ya bakalım: Çarlık döneminde
heyecanlı birkaç küçükburjuva aydınının icadı olan »Ukranya ulusu«, ki farklı
Slav milliyetlerini içermektedir, kendi »hakkını« kullanabiliyor da, Ukranya
nüfusunun önemli bir kesimini oluşturan Rus milliyetine bu hak neden reva
görülmüyor?
Örnekleri
fazla uzatmadan, Beşikçi’nin yeni »ulus devletler« için verdiği KKTC örneğine
bakalım: KKTC’nin bağımsız oluşu bir yana, »ulus devlet« olduğunu bile iddia
etmek için, gerçekleri bir hayli eğmek gerekiyor. KKTC, yeni dönemde kurulan
»devletlerin« merkezî ve/veya büyük devletlerin patronajı altında oluşturulan
sunî devletsel yapılanmalar ve sunî »ulus devletler« olduklarını kanıtlayan
renkli bir örnektir. Aynı zamanda Kıbrıs’ta yaşayan Yunan ve Türk
milliyetlerinin kaderlerini kendilerinin değil, başkalarının, bu durumda başka
»ulus devletlerin« bölgesel, stratejik, siyasî ve iktisadî çıkarlarının tayin
ettiğini göstermektedir. Nihâyetinde böyle oluşturulan »ulus devletin« ne denli
sunî olduğunu, emperyalist çıkarlara ne denli hizmet ettiğini görebilmek için,
sınırların cetvelle çizildiği Arap dünyasına ve Afrika’ya bakmak yeterli
olacaktır – Kürt milliyetçileri, örneğin Fildişi »ulus devletinde« yaşayan
halkın »Fildişi ulusunu« oluşturduklarını iddia edecek derecede kör değilseler!
Ancak
burada Beşikçi’nin »sınırlar ortadan kalkıyor...« görüşüne yönelik
eleştirisinin haklı olduğunu teslim etmek gerekiyor, ama Beşikçi’nin kast
ettiği anlamda değil. Çünkü Beşikçi bu noktada da yanılmaktadır. Şöyle ki:
Beşikçi sınırların ortadan kalkmadığını, bu görüşün »Kürdlerin kafasını bulandırmak için« ortaya atıldığını, son yirmi
yılda kurulan devletlerin, Kürtlerin de bağımsız bir »ulus devlete«
kavuşmalarının gerekliliğini kanıtladığını ima etmektedir. Halbuki »sınırlar
ortadan kalkıyor« görüşü, günümüz kapitalist ülkelerinin neoliberal dönüşümü
için gerekli olan, »ulus devlet« yasama organlarının yetkilerinin »ulus
devletler üstü« ve hiç bir meşruiyeti olmayan komisyon ve kurumlara
devredilmesi sürecini gerekçelendirmek için kullanılan demagojik bir söylemdir.
Türkiye’deki kimi demokratın ve küçükburjuva sol-liberalin, »küreselleşerek
demokratikleşiyoruz, sınırlar kalkıyor« diye alkışladığı süreç, sınırların
kalkmadığı, aksine daha kalın çizildiği, hatta imtiyazlı ve yoksul coğrafyalar
arasında aşılması olanaksız, görünmez sınırlar çekildiği ve böylece
kapitalizmin merkez ülkelerinin kendilerini »koruma« altına aldığı bir
süreçtir.
Bu
sürecin en önemli örneği Avrupa Birliği’nin bütünleşme sürecidir. AB’nin
tarihini olduğu gibi buraya aktarmaya gerek yok, ama kısaca Lizbon Sözleşmesi
ile son devresine giren dönüşüme bakmak aydınlatıcı olacaktır.
Avrupa
halklarının günün birinde »Avrupa Birleşik Devletleri« çatısı altında
birleşeceği ümidiyle 1950li yıllarda temeli atılan günümüz AB, üye
devletlerinin »ulus devletler« olarak kalmalarını, hatta »gerekli« olduğu
yerlerde partikülar bölgelere izin verilmesini öngören bir konseptle yoluna
devam etmektedir. Bugün Avrupa iç pazarı büyük ölçüde oluşturulmuş, koruma
altına alınmış ve başta Çekirdek Avrupa olmak üzere, Avrupa sermayesinin dünya
pazarlarından payını alabilmesi için gerekli olan altyapı hazırlanmış
durumdadır. AB üyesi ülkeler silahlanma yükümlülüğü altına alınmış ve ortak AB
silahlı kuvvetlerinin dünyanın her köşesinde müdahale savaşlarına katılabilecek
yetiye kavuşmalarının hazırlıkları büyük ölçüde tamamlanmıştır. Ayrıca »AB
Komşuluk Politikası« ile AB çeperindeki ülkeler AB’ne bağımlı kılınmış, gerekli
görülen yerlerde rejim değişiklikleri desteklenmiştir.
Diğer
yandan burjuva demokrasilerinin en önemli sütunu olan, meşru yasama
organlarının yetkileri giderek sadece atanmışlardan ve bürokrasilerden oluşan
komisyonlara ve meşruiyeti olmayan bir yürütmeye aktarılmıştır. AB bürokrasisi
ve yürütmesi, tekellerin temsilcileri ile kamuoyunun gözü önünde girdikleri
sıkı işbirliğinde hazırladıkları Avrupa yasaları, sözleşmeler ve yönergelerle
üye ülkelerin »ulusal« parlamentolarına Avrupa çapındaki merkezîleşmeyi ve
karar merciîlerinin tek merkezde yoğunlaşmasını dikte ederken, devlet ve
hükümet başkanları AB kurumlarında kendi aldıkları kararları kendi ülkelerinin
kamuoyuna, »yapabilecek bir şey yok, AB karar aldı, biz uygulamak zorundayız«
demagojisini yapmaktadırlar. Ama aynı zamanda da hem kendi »ulus devletlerinin«
içi boşaltılmış temsilî demokrasileriyle ayakta kalmasını, hem Çekirdek Avrupa
ülkelerindeki eyalet yapılanmalarını güçlendirip, yerel yönetimlerin bunların
emir kulu hâline gelmelerini, hem de AB iç pazarının sınırlarının, AB dışından
gelebilecek işgücü ve mülteci akınını kontrol edecek şekilde daha da geçilmez
olmasını sağlamaktadırlar. AB bütünleşme süreci bu biçimiyle, geleneksel
burjuva »ulus devletinin« oluşma süreciyle büyük benzerlikler göstermektedir.
Kısacası,
sınırların ortadan kalktığı görüşü hem doğru, hem de yanlıştır. Doğrudur, çünkü
AB iç pazarında AB üyesi ülkelerin vatandaşları, sermaye, hizmetler ve ürünler
için devlet sınırları kaldırılmıştır. Yanlıştır, çünkü AB içerisinde bile
sadece sınırlı dolaşım hakkına sahip olabilen AB üyesi olmayan ülkelerin
vatandaşları, dünyanın yoksulları, mülteciler ve göçmenler için sınırlar
eskisinden daha güçlü olarak mevcuttur. Sermayenin kâr hırsı için sınır
tanınmazken, çalışan sınıfların sosyal kazanımlarını ve standartları korumak
için verdikleri tüm uğraşları sınırlandırılmaktadır.
Tüm
bu tespitlerden ve tarihsel gerçeklerden çıkartılacak tek sonuç, bu bölümün
başında da belirttiğimiz gibi, modern burjuva »ulus devletinin«, sadece egemen
milliyetten olsalar bile, »ulus« olarak tanımlanan ülke nüfusunun ezici
çoğunluğuna özgür, bağımsız ve kaderini tayin edebileceği bir yaşamı değil,
burjuvazinin sınıf egemenliğini, dolaylı vergileri, eşitsizliği, halklar ve
cinsiyetler arası kini, sömürülmeyi, militarizm, savaş ve yayılmacılığı sağlayan
olan bir araç olduğudur. Ve böylesi bir aracın da, çalışan sınıfların ve
ezilenlerin çıkarına olamayacağıdır. İşte Beşikçi ve »uluslarını« kutsayan
havarileri Kürt halkına kurtuluş diye böylesi bir cehennemin yolunu tavsiye
ediyorlar. Bir yerde »bir sakatlık«
varsa, asıl sakatlık buradadır.
Peki,
tüm bu tespitlerimizden, Kürtler »artık
boşuna uğraşmasınlar, durumlarıyla yetinsinler« sonucu mu çıkartılmalı?
Elbette, hayır! Verili koşullar altında dahi »ulus devleti«
demokratikleştirmek, karakteristik özelliklerini belirli ölçüde değiştirme ve
aşmak olanaklıdır. Ama bu konudaki görüşlerimizi formüle etmeden önce,
sosyalist hareket içerisinde de kafa karışıklığına yol açan »ulusların
kaderlerini tayin hakkı« ilkesini ele almak gerekecek.
IV
Beşikçi,
yazısı yayınlandıktan bir gün sonra, Recep Maraşlı ve Fatih Atan’ın yazısına
ilişkin gönderdikleri bazı notları yayınladı. Bu notlardan bazı alıntılar
yapmak, meramımızı anlatmaya yardımcı olacaktır.
Maraşlı,
Beşikçi’ye önemli ölçüde katıldığını belirterek, Beşikçi’nin hayli sorunlu olan
»Kürdlerin, komşu halkları asimile etmek
gibi, komşu halkların topraklarını işgal etmek gibi bir derdinin olmadığını
herkes biliyor« iddiasının yarattığı kaygıyı şöyle açıklıyor[18]:
»Ulus-Devlet
konusunda 80’li yılların başında sol kökenli liberal aydınlar çok karşı
çıkıyordu: Ulus devlet çağı bitti diye... Oysa sizin de belirttiğiniz gibi o
günden bu yana hem de uluslaşmanın en çok tamamlandığı Avrupa kıtasında 17 tane
yeni ulus-devlet çıktı: Şu anda yoğun ayrılık tartışan Bask, Katalunya ve
İskoçya’da yolda...
Ben bu
söylemi dünyada ulus devletler kuruldu, alan aldı, veren verdi, Kürtler artık
boşuna uğraşmasınlar, durumlarıyla yetinsinler, kafa ağrıtmasınlar biçiminde
algıladım hep... Yani Kürtlerin
bağımsızlık kazanmalarına karşı kullanılan bir argüman olarak...
Ben de
bu konudaki eleştirilerinize tamamen katılıyorum. Fakat Kürtlerin ulus-devlet
oluştururken nasıl bir yol izleyecekleri, bunun içeriğini nasıl dolduracakları
da çok önemli bir husus... Böyle bir
ulus-devlet yapılandığında Örneğin Birlikte yaşadıkları Türk, Arap, Süryani,
Çerkes, Ermeni toplumları bu Kürt ulus devletinin bünyesinde nasıl
tanımlanacaklar? Kürt ulusunun içindeki etnik farklılıklar örneğin büyük
lehçe farklılıkları, dini ayrımlar bu ulus-devlet içinde nasıl tanımlanacaklar?
Bunlar önemli sorunlar...
Sürgün,
katliam, kırım, asimilasyon politikalarının ulus-devletler inşa edilirken
coğrafi alanları (vatanı) homojenleştirmek adına meşrulaştırıldığı biliniyor. Kürtler bu suçlara bulaşmadan
ulus-devletlerini nasıl inşa edecekler?
(...)
Ben ›ulus-devleti aşmak‹ konusunu tam da bu çerçevede, yani Kürtlerin ulus-devlet kurma hakkı olup
olmadığı değil de bu ulus-devletin nasıl bir içerik taşıyacağı açısından
tartışmak önemli. Ben bu anlamda Kürtlerin kendi devletlerini, ulusal
kurtuluş ve kuruluşlarını inşa ederken, geçmişteki bu ulus-devlet kurma
modellerini tekrarlamak zorunda olmadıklarını, bunları reddederek demokratik,
çok uluslu, çok kültürlü modeller geliştirebileceklerini düşünüyorum.
Bunlar
nasıl olabilir: Bir iç federalizmden, kantonal yapılanmalardan söz edilebilir.
Kültürel özerklikleri esas alan bir yeniden yapılanma mümkün olabilir. Ulus
tanımı ›sadece Kürtçe (Kurmancı) konuşanlar Kürttür‹ gibi dar biçimde değil
daha geniş ve kapsayıcı bir hale getirebilir. Aynı topraklarda yaşayan uluslar, etnik topluluklar arasındaki ilişki
demokratik ve katılımcı tarzda tanımlanabilir. Böyle bakınca klasik
›ulus-devlet‹ anlayışının aşılması kaçınılmaz olmaktadır.«
Maraşlı,
aynı Beşikçi gibi »ulus devlet« itirazının Kürtleri oyalamak olduğunu, yeni
»ulus devletlerin« kurulmasının, Kürtlerin de »ulus devlet kurma hakkının« var
olduğunu gerekçelendirdiğini düşünüyor, ama, ki burada hakkını teslim etmek
gerekir, »ulus devlet« adına işlenen suçlara Kürtlerin de bulaşabileceği
kaygısını dillendiriyor. Ayrıca olası bir Kürt »ulus devletinde« Kürtlerle
birlikte yaşayacak olan diğer milliyetlerin nasıl tanımlanacağını, homojenleşme
politikasına maruz bırakılıp, bırakılmayacaklarını sorguluyor.
Bu
açıdan Maraşlı’nın düştüğü notlar çok anlamlıdır, ama aynı zamanda Kürt
milliyetçileri arasında da hayli kafa karışıklığı olduğunu görüntüleyen bir
örnektir. Maraşlı, »sürgün, katliam,
kırım, asimilasyon politikalarının ulus devletlerin« oluşmasının tipik
özelliği olduğunu biliyor, ama buna rağmen »ulus devlet kurma hakkından«
vazgeçmiyor ve Kürt »ulus devletinin« asimilasyon ve katliam gibi suçlara
bulaşabileceği sorununu »iç federalizm ve
kantonal yapılanmalarla« çözmeyi tartışmak istediğini belirtiyor.
Maraşlı’nın
notları, aynı Beşikçi’nin temel görüşleri gibi, kendi içerisinde çelişkili ve
tutarsız. Önce şunları sormak gerekiyor: Madem »aynı toprakta yaşayan uluslar (...) arasındaki ilişki demokratik ve
katılımcı tarzda tanımlanabilir« ve böylece »ulus devlet« anlayışı
aşılabilir, o halde bu uğraş neden var olan »ulus devletler« içerisinde
verilmiyor da, illâ Kürt »ulus devleti« kurulması gerekiyor? Türkiye, Irak,
İran ve Suriye’de »ulus devlet« anlayışı aşılamaz da, sadece Kürt »ulus devletinde«
mi aşılabilir? Madem Kürtlerin »kaderlerini tayin hakkı«, »Kürdlerin devletleşmesi« tartışılmaz doğru, o zaman olası Kürt
»ulus devleti« içerisinde yaşayacak olan diğer milliyetler neden »geniş ve kapsayıcı Kürt ulusu«
içerisinde yer alsınlar? Bu tanımın »geniş
ve kapsayıcı Türk ulusu« tanımından, Birgül Ayman Güler’in »Türk ulusu – Kürt milliyeti«
söyleminden farkı nerede? Hem »ulusların kaderlerini tayin hakkına« Kürtler
sahipse, neden Ermeniler, Süryanîler, Araplar veya başka milliyetler bu »haktan«
mahrum kalsınlar ki? Hangi gerekçeyle? Peki bu milliyetler »geniş ve kapsayıcı Kürt ulusuna« ait olmak istemezler, aynı
Türkiye’deki Kürtler gibi haklı olarak
karşı çıkarlarsa, onları Kürt »ulusal devletinin« hışmından kim
koruyacak? Ve böyle olmayacağını kim garanti edebilir?
Bu
can alıcı sorulara ne Beşikçi, ne Maraşlı, ne de gerici »ulusçu« olan Nasname
çevresi ve Burkay gibi federalistler yanıt verebilir. Çünkü savundukları
bağımsız »ulus devletin«, ayrılmak için mücadele verdikleri Türk »ulus devletinden«
hiç bir farkı yoktur. »Kürtler böyle şeyler yapmaz« yaklaşımı ya da Beşikçi’nin
»Kürdlerin (...) böyle bir derdi
olmadığını herkes biliyor« söylemi, hiç bir maddî temeli olmayan ve »ulus
devletin« tarihsel gerçekliğine uymayan, hiç bir yükümlülüğe yol açmayan hayal
ürünü bir söylemdir. Burjuva milliyetçiliğinin, »demokratik hak« kılıfını
taktığı küçükburjuva versiyonudur.
Tam
bu noktada »Kürdlerin devletleşmesinin«
Kürt milliyetçilerinin ve kapitalizmin tarihsel gelişme seyrini geri
çevirebilecekleri saflığını siyaset zanneden federalistlerin savunduğu gibi »doğal ve bilimsel hak« olup olmadığına
bakmak gerekiyor.
Kürt
milliyetçileri ve küçükburjuva federalistler bu düşüncelerini »ulusların
kaderlerini tayin hakkı« olarak bilinen »ilkeye« dayandırıyorlar. Sosyalist
literatürü azçok tanıyanlar, bu »ilkenin« devrim zamanında Rus Sosyaldemokrat
İşçi Partisi’nin programında yer aldığına, anarşist akımdan etkilenenler ise,
Bakunin’in ardılı olan Rus Sosyalist-Devrimciler Partisi’nin 1905 Aralık’ında kabul
edilen programında, »tek tek
milliyetlerin arasındaki ilişkilerde federalizm ilkesinin olanaklı olan en
geniş uygulaması, [milliyetlerin] sınırsız kendi kaderini tayin hakkının
tanınması«[19]
biçiminde ifade edildiğine dikkat çekerler. Bu »ilkenin« tartışmasız doğru, »doğal ve bilimsel bir hak« olduğunu
kanıtlamak için genellikle Lenin, Troçki ve Stalin (hatta Marx bile) referans
gösterilir, 3 Mart 1918 tarihli Brest-Litowsk Barış Antlaşması veya ABD başkanı
Woodrow Wilson’un »Tarihsel Uluslar Konsepti’nden« alıntılar yapılır.
Toplumsal
hareketlerin hafızası zayıf olduğundan ve elbette »ulus devlet« savunucularının
da işine geldiğinden, »ilke« tartışmasının daha eskilere dayandığı ve aslında
enternasyonal işçi ve sosyalistler hareketinin tartışma konusu olduğu unutulur,
unutturulmak istenir. Bu nedenle hem hafızamızı tazelemek, hem de »ulusların
kaderlerini tayin hakkı« fikrinin nasıl ortaya çıktığını göstermek amacıyla
1800lü yıllara bakmakta fayda var.
»Ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkı« olarak bilinen »ilke« her defasında asıl
bağlamından kopartılarak ele alındığından ve başta Lenin ile Troçki olmak üzere
sosyalist-komünist hareketin liderleri tarafından savunulduğundan, 20.
Yüzyıl’ın sosyalist-komünist hareketlerinde tartışmasız doğru olarak algılandı.
1980 öncesinde genellikle Türkiye’deki farklı sosyalist akımlar içerisinde yer
alan günümüzün Kürt milliyetçileri ve federalistleri de doğal olarak bundan
etkilendiler.
Halbuki
bu »ilke« 1896 Londra Enternasyonal Sosyalist İşçiler ve Sendikalar Kongresi’ne
Polonya Sosyalist Partisi (PPS) tarafından sunulan ve Polonya’nın »bağımsız
ulus devlet« olarak kurulmasını sosyalist hareketin öncelikli talebi olarak
kabul edilmesini isteyen karar tasarısını reddeden Kongre kararına
dayanmaktadır. PPS’in Kongre’ye sunduğu tasarı en başta Polonyalı ve
Avusturyalı sosyaldemokratlar olmak üzere bir çok delege tarafından eleştirilmiş,
sonucunda Kongre tek bir ülkedeki sosyalist hareketin bir kesiminin sadece o
ülke için olan somut önerisini, her ülke için geçerli bir »ilke« hâline
getirilmesini reddetmişti. Kongre, kapitalist gelişmenin o dönemlerde hayli
güncel olan milliyetler sorununa yönelik tekil talebi enternasyonal seviyeye
yükselterek, somut bir »ilke« hâline getirdi. Ama her »ulusa« keyfine göre
kullanacağı bir »hak« olarak değil. Londra Kongresi’nin aldığı kararın metni
şöyle[20]:
»Kongre,
bütün ulusların kaderlerini kendilerinin tayin hakkını savunduğunu ve şu an
askerî, ulusal veya başka despotizmlerin
boyunduruğu altında olan işçilere sempati duyduğunu beyan eder, bütün bu ülkelerin işçilerini, birlikte
enternasyonal kapitalizmi aşmak ve enternasyonal sosyaldemokrasinin hedeflerini
gerçekleştirme mücadelesi vermek için, tüm dünyanın sınıf bilinçli
işçilerinin saflarına katılmaya çağırır.«
Londra
Kongresi, burjuvazinin sınıf egemenliği altında »ulusların kaderlerini
kendilerinin tayin« edemeyeceğini ve böylesi bir »hakkın« tanınmasının dünyanın
her tarafındaki, her defasında farklılıklar gösteren ve farklı koşulları olan
milliyetler sorununun çözümü için hazır reçete anlamına geleceğini, ama bunun
da soyut ve hiç bir yükümlülüğü olmayan bir formülasyon olacağını savunan ve bu
nedenle »ulusların kaderlerini tayin hakkının« küçükburjuva »lafazanlığı ve
zırvalığı«ndan başka bir şey olamayacağını söyleyen delege çoğunluğuyla bu
kararı almıştı. Aslına bakılırsa karar asıl ağırlığını bu »hakka« değil,
despotizmlerin boyunduruğu altındaki »bütün
bu işçileri« sosyalizm mücadelesine çağırmaya vermektedir.
O
günlerin bir çok önde gelen sosyaldemokratı ve sosyalisti gibi PPS tasarısını
tarihsel maddecilik ve sınıf mücadelelerinin bakış açısından eleştiren Rosa
Luxemburg, »sosyaldemokrasi milliyetler
sorununda da, konuları bilimsel metodla ele alma tavrında istisnaya izin
veremez« diyor ve »ulusların kaderlerini tayin hakkını« şöyle
değerlendiriyordu[21]:
»Esas
itibariyle modern işçi partilerinin siyasî programlarının hedefi, sosyalist
idealin soyut ilkelerini ilân etmek değil, aksine bilinçli proletaryanın
burjuva toplumu çerçevesinde verdiği sınıf mücadelesinin hafifletilmesi ve
nihaî zaferi için gerek duyduğu ve talep ettiği o pratik sosyal ve siyasî
reformları formüle etmektir. Siyasî programın talepleri, gündelik politikasına
ve gereksinimlerine yol gösterici olarak hizmet etmek; işçi partisinin politik
eylemini oluşturmak ve uygun yöne çevirmek; sonucunda da proletaryanın devrimci
politikası ile burjuva ve küçükburjuva partilerinin politikaları arasına sınır
koymak için, proletaryanın sınıf mücadelesi alanına müdahale eden belirli
hedefleri, toplumsal ve politik
yaşamdaki o yakıcı sorunların doğrudan, pratik ve burjuva toplumu içerisinde
gerçekleştirilecek çözümlerini olanaklı kılmak için kaleme alınmıştır.
›Ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkı‹ formülasyonu, kolayca görülebileceği gibi, bu
karakterde değildir. [Bu formülasyon] proletaryanın gündelik politikası için
hiç bir pratik ipucu ve milliyetler sorunu için hiç bir pratik çözüm
içermemektedir. Bu formülasyon, örneğin Rusya’daki proletaryaya Polonya ulusal
sorununun, Fin sorununun, Kafkasya sorununun, Yahudi sorununun v.s. çözümünü
hangi biçimde talep edebileceğini göstermemekte, sadece ilgili »uluslara«,
kendi ulusal sorunlarını hepsinin istediği gibi çözmeleri için sınırsız bir
yetki vermektedir. Yukarıdaki
formülasyondan işçi sınıfının gündelik politikası için çıkartılabilecek tek
pratik sonuç, ulusların ezilmesinin her türlü görüngülerine karşı mücadele
edilmesinin, [işçi sınıfının] kendi yükümlülüğü olduğu uyarısıdır. Eğer her
ulusun kendi kaderini tayin hakkını kabul edersek, o zaman bunun mantıkî sonucu
olarak, bir ulusun başka bir ulus üzerinde durmaksızın, bir ulusun başka bir
ulusa şiddet yoluyla ulusal varoluşun o ya da bu biçimini dayatmak isteyen her
denemeyi tabiî ki mahkûm etmeliyiz. [Ama] proletaryanın sınıf partisinin
ulusların ezilmesine karşı protesto ve mücadele yükümlülüğü nasıl özel bir ›uluslar
hakkına‹ dayanmıyor ise, [partinin] cinsiyetlerin sosyal ve politik eşitliği
için verdiği uğraşlar da, kadın hakları savunucularının burjuva hareketinin
kendisine temel aldığı ›kadın haklarından‹ değil, aksine sadece sınıf
sistemine, her türlü sosyal eşitsizliğe ve toplumsal egemenliğe olan genel
karşıtlıktan, tek cümle ile, sosyalizmin ilkesel duruşundan kaynaklanmaktadır.
Pratik politika için belirtilen uyarının karakteri bunun dışında tamamen
negatiftir. Ulusların ezilmesinin her türlü biçimine karşı mücadele
yükümlülüğü, Rusya’daki bilinçli proletaryanın bugünkü aşamada Polonya,
Letonya, Yahudi v.s. ulusal sorununun çözümü için hangi koşulları, hangi
biçimleri hedeflemesi, günümüzün sınıf ve partiler mücadelesinde çeşitli
burjuva, milliyetçi ve sözde sosyalist programları karşısına hangi programı
çıkarması gerektiği konusunda hiç bir açıklık getirmemektedir. Tek cümle ile, ›ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkı‹ formülasyonu esas itibariyle milliyetler sorunu için siyasî ve
programatik bir klavuz değil, aksine sadece bu sorudan kaçmanın belirli bir
türüdür.«
Londra
Kongresi’nin taşıyıcıları olan sosyaldemokrat ve sosyalist partilerin, biri
hariç hepsi, »ulusların kaderlerini tayin hakkı« ilkesinin genel geçerliliği
konusunu aynı Luxemburg gibi değerlendiriyor olmalıydılar. Çünkü, bu »hakkı«
parti programına yerleştiren Rusya Sosyaldemokrat İşçi Partisi haricinde hiç
bir parti bu »hakkı« programatik talebi hâline getirmedi – Kongre’ye karar
tasarısını sunan PPS bile!
O
günlerin Avrupa’sına baktığımızda, her »ulusun« bağımsız »ulus devlet kurma
hakkını« dogmatik bir ısrarla savunan partilerin tümünün bujuva milliyetçisi,
antisosyalist ve liberal partiler olduğunu görebiliriz. Küçükburjuva
hayalperestler ile Polonya, Çek, Macar, Litvanya ve İsviçre gericiliği sadece
bu »doğal hakkın« savunucuları
değildiler, hepsi istisnasız karşıdevrimin neferi oldular.
Bu
noktada aydınlatıcı bir örneğe, milliyetler sorununun son derece önemli bir rol
oynadığı ve imparatorluk nüfusunun çok sayıda milliyetten oluştuğu
Avusturya’daki Avusturya Sosyaldemokrat İşçi Partisi’nin bu »doğal hak« karşısında aldıkları tavıra
bakılmalı. Avusturya’daki milliyetler sorununun ancak demokratik bir devlet ve
eşit haklar temelinde çözülebileceğini savunan Avusturya sosyaldemokrasisi bu
çerçevede olan bir programı, 29 Eylül 1899 tarihinde Brünn’de yaptıkları parti
kurultayında kabul ettiler. »Demokratik Milliyetler Birliği Devleti«ni talep
eden programın metni şöyle[22]:
»Avusturya’daki
ulusal karışıklıklar, her siyasî ilerlemeyi ve halkların her kültürel
gelişimini felç ettiğinden; bu karışıklıkların kaynağı en başta kamusal
kurumlarımızın siyasî geri kalmışlığı olduğundan ve ulusal tartışmanın devamla
sürmesi, egemen sınıfların egemenliklerini güvence altına almalarının ve gerçek
halk çıkarlarının güçlü ifade edilmesinin engellenmesinin aracı olması
dolayısıyla, Parti Kurultayı şunu beyan eder:
Avusturya’daki
milliyetler ve diller sorununun eşit haklar ve eşitlik ile sağduyu anlamındaki
nihaî düzenlemesi, öncelikle bir kültürel taleptir, bu nedenle de proletaryanın
yaşamsal çıkarları arasındadır; [bu düzenleme] ancak genel, eşit ve doğrudan
seçim hakkı ile kurulacak olan, devlette ve [tahta bağlı] ülkelerdeki tüm
feodal imtiyazların kaldırıldığı gerçek demokratik devlet içerisinde olanaklıdır,
çünkü devleti ve toplumu asıl koruyucu unsurlar olan çalışan sınıflar, ancak
böylesi bir devlette söz söyleyebilirler;
Avusturya’daki halkların ulusal
özelliklerinin korunması ve geliştirilmesi, ancak eşit haklar temelinde ve her
türlü baskıların engellenmesi ile olanaklıdır [ve] bu yüzden, hepsinden önce,
her bürokratik-devletsel merkezîyetçilikle, aynı [tahta bağlı] ülkelerdeki
feodal imtiyazlarla olduğu gibi, mücadele edilmelidir. Bu koşullar altında, ama sadece bu
koşullar altında, Avusturya’daki ulusal nifakın yerine ulusal düzen
yerleştirilebilir; şu yönlendirici ilkelerin tanınmasıyla:
Avusturya, milliyetlerin
demokratik birlik devleti hâline getirilmelidir. Tahta bağlı tarihsel ülkelerin yerine,
yasaması ve idaresi genel, eşit ve doğrudan seçim hakkı temelinde oluşturulan
ulusal parlamentolarca gerçekleştirilecek ulusal sınırlardaki özyönetim
organları yerleştirilecektir.
Aynı ulusun bütün özyönetim
bölgeleri, kendi ulusal meselelerini tamamen özerk biçimde halleden ulusal
birleşik birlik oluştururlar.
Ulusal
azınlıkların hakları, Rayh Parlamentosu’nca kabul edilecek özgül bir yasayla
korunacaktır.
Ulusal ayrıcalıkları tanımıyoruz,
o nedenle tek devlet dili [resmî dil] talebini reddediyoruz; ortak anlaşma
dilinin gerekli olup olmadığına Rayh Parlamentosu karar verecektir.
Avusturya
enternasyonal sosyaldemokrasisinin organı olan Parti Kurultayı, bu yönlendirici
ilkeler temelinde halkların anlaşabileceğine dair inancını beyan eder;
[Kurultay]
her milliyetin ulusal varoluş ve ulusal gelişme hakkını tanıdığını, ama
halkların kendi kültürlerinin her ilerlemesini, birbirlerine karşı verdikleri
dar kafalı tartışmalarla değil, birbirleriyle sıkı dayanışma içerisinde
gerçekleştirebileceklerini; özellikle her dilden işçi sınıfının, tek tek her
ulusun ve bütünlüğün çıkarları için enternasyonal mücadele yoldaşlığı ve
kardeşliğini sıkı sıkı tuttuğunu ve siyasî ve sendikal mücadelesini birleşik
kararlılıkla sürdürmesi gerektiğini törenle beyan eder.«
Avusturya
Sosyaldemokrat İşçi Partisi, metinden de anlaşılabileceği gibi, soyut bir »hak«
veya »ilkeden« değil, kucağında doğduğu coğrafyanın tarihsel koşullarından ve
burjuva toplumunun sınıf toplumu olduğu gerçeğinden hareketle böylesi bir
programı öneriyordu. Ve bu şekilde, diğer sosyaldemokrat ve sosyalist partiler
gibi, sınıf toplumlarında tek ve bütünsel »ulusal çıkarların« olamayacağını,
tarihsel görevin »ulusların kaderlerini tayin hakkını« savunmak değil,
sömürülen ve ezilen sınıfların kendi kaderlerini tayin edebilecekleri
koşulların gerçekleştirilmesi için mücadele vermek olduğunu gördüklerinden,
Marx ve Engels’in durdukları pozisyonda duruyorlardı. Çünkü sosyaldemokrasi
için milliyetler sorunu, tüm diğer toplumsal, iktisadî ve siyasî sorunlar gibi,
öncelikle sınıf çıkarları sorunuydu.
Günümüzdeki
kimi sosyalistlerce bu söylediklerimize, Sovyetler Birliği’nde Bolşeviklerin ve
daha sonra SBKP’nin bu hakkı savunduğuna dair itirazları gelebilir. Bu itiraza
verilecek yanıt, devlet sosyalizmi deneyini ve 20. Yüzyıl’ın sosyalist ve
komünist hareketinin farklı akımlarının pozisyonlarını ele almayı
gerektirdiğinden, ayrı bir makalenin konusudur. »Ulusal sorun« ile ilgili
olarak var olan devasa külliyata işaret etmekle yetinerek, konumuza dönmek daha
doğru olacaktır.
Buraya
kadar verdiğimiz örnekler, »ulusların kaderlerini tayin hakkının«, Kürt
milliyetçileri ve milliyetçiliklerini federalizmi savunarak perdelemek isteyen
küçükburjuva Kürt »ulus devletçilerinin« iddia ettiği gibi, »doğal ve bilimsel« bir »hak« olmadığı,
aksine içi boş, soyut ve metafizik bir formülasyon olduğunu ortaya
çıkartmaktadır. Bu »doğal ve bilimsel
hak«, herkesin kahvaltısını Paris’te, akşam yemeğini ise New York’ta yeme
»hakkı« kadar veya »bütün insanlar kardeş olsun, barış içinde yaşasın« istemi
kadar değerlidir.
Gene
de sorunu somut koşullar temeline indirerek irdelemeye devam edelim. Bir
kereliğine Kürdistan coğrafyasında tarihsel koşulların, maddî şartların ve
bölgedeki devletler ile emperyalist güçlerin »Kürdlerin devletleşmesine« onay verdiğini ve engellemediklerini
düşünelim. Diyelim ki, »Kürd ulusal
hareketi, Kürd ulusunun kaderini tayin hakkını zor kullanarak ele geçirdi«
- başka türlü bu »hakkın« ele geçirilebileceğine inanan yoktur herhalde.
Bu
durumda, hem de Kürt »ulus devletinde« yaşayan diğer milliyetler de »geniş ve kapsayıcı Kürd ulusu« çatısı
altında birleşmeyi kabul ettikleri bir durumda, »ulusun kaderini tayin hakkını«
kim kullanacak? Yani »Kürd ulusunun«
neye karar verdiğini, ne istediğini nasıl anlayacağız? »Kürd ulusunun« mutlak iradesini »ulusal-demokratik cepheleriyle« Kürt milliyetçileri mi, yoksa »ulusal talepleri, Kürt halkının doğru
seçeneğini« Kürt milliyetçilerden farklı olarak »federasyonda« gören
federalistler mi temsil edecek? Hangisi »Kürd
ulusunun« iradesinin »gerçek« ve »tek« temsilcisi olacak?
Hadi
diyelim ki, bütün Kürt parti ve hareketleri, birleşik-bütünsel ulusal cephede
birleştiler ve eşit, genel, doğrudan seçimlerle demokratik bir parlamento
oluşturdular. Peki, bu durumda örneğin Gever’in köylerinden birisinde hayvan
besiciliği yapan bir köylü kadının, Erbil veya Süleymaniye’de rafinede çalışan
bir işçinin, Rojava’daki topraksızların, kaçakçılık yaparak geçinmek zorunda
kalan Roboskililerin, Erbil, Süleymaniye veya Amed’deki belediye
çalışanlarının, siyasî karar mekanizmalarına bir büyük toprak sahibi, aşiret
reisi, AVM işletmecisi veya Galip Ensarioğlu gibi bir işadamı ile aynı
eşitlikte ve aynı ağırlıkta katılımlarının sağlanması, »ulusal çıkarlara« dahil
mi, aykırı mı olacak? »Ulus devletlerin« kapitalistleşme sürecinde ortaya
çıktıkları ve burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracı olduğunu başta kabul
etmiştik. Madem bu konuda hem fikiriz, o zaman Kürt burjuvazisinin iç pazarı
olan Kürt »ulus devleti« elindeki şiddet tekeliyle, hem zengin Kürdün, hem de
yoksul Kürdün şüphesiz farklı olan çıkarlarını nasıl koruyacak? Sahiden, Kürt
»ulus devletinin« batısında veya doğusunda, başka »ulus devletlerde« yaşayan
Kürtler ne olacak, onlar kaderlerini nasıl tayin edebilecekler?
Soyut
bir »hakkın« somut koşullar altında uygulanması söz konusu olduğunda bu sorular
ve benzerleri, ki daha onlarcası sayılabilir, pratik yaşamda yanıtlanmak
zorundadır. Verilecek yanıtlar ise »iyi« ve »güzel« değil, gerçekçi olmalıdır,
çünkü ne kutsanan »ulus«, ne de kutsal değerlerle dolu, gurur duyulan »asil
tarih« karın doyuramaz, geçek yaşamın çelişkilerini çözemez.
Somutlamaya,
Kürdistan coğrafyasındaki reel toplumsal durumu analiz ederek devam edelim.
Bunun için temel almamız gereken somut şartlardan birisi gerçek sayılara
dayanan verilerdir. Örnek olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında kalalım:
Sadece son on yılda yapılan seçimlerin sonuçlarına bakmak, Kürt seçmenin ezici
çoğunluğunun iradesinin, ne Kürt milliyetçilerin savunduğu bağımsız Kürt »ulus
devletine«, ne de federasyona onay vermediğini görmek için yeterlidir. Kürt
seçmeni çoğunluğuyla ya AKP’yi, ya da DTP/BDP’yi seçmiştir. Hem de Erdoğan’ın
»tek... tek... tek...« ve Öcalan’ın »demokratik... demokratik... demokratik...«
demelerine rağmen. Tek başına bu sonuçlar, Kürt milliyetçilerinin »Kürdlerin devletleşmesi hakkının« Kürt
halkının nezdindeki değerini ve »doğal ve
bilimsel talebin« dayandığı reel toplumsal tabanın ne düzeyde olduğunu
kanıtlamaktadır. Halk muhalefetinin geldiği reel düzeyi gösteren »sokağı«,
Rojava’yı veya diğer güçleri saymıyoruz bile...
Velhasılı,
Beşikçi’nin ve onu »ulusal
refleksle/düşünceyle« takip eden havarilerinin savunduğu »Kürdlerin devletleşmesi hakkı«, maddî
temeli olmayan, içi boş bir söylem ve Kürtlerin ezici çoğunluğunun sınıfsal
çıkarlarına aykırı bir taleptir. Ama bu eleştirimiz, Beşikçi’nin ve Beşikçi
gibi düşünenlerin bu talebi ısrarla ifade etme, savunma ve taraftar bulma
hakkını kesinlikle yadsımamaktadır. Aksine, bu görüşe hiç bir şekilde
katılmasak, buraya kadar yaptığımız gibi kesin reddedişle içeriğini eleştirsek
de, Beşikçi ve onun gibi düşünenlerin görüşlerini ifade etme ve savunma
özgürlüğünü hiç bir koşul ileri sürmeden savunacak olanlar, gene biz
sosyalistler olacağız.
Toparlayarak
sonuca gelecek olursak; değinilmesi gereken önemli bir noktayı daha ele
almalıyız. »Kürdlerin devletleşmesi
hakkının« içi boş bir formülasyon olduğunu tarihsel koşullar çerçevesinde
kanıtlamış olsak da, günümüzün verili şartları altında bağımsız bir Kürt »ulus
devletinin« olanaklı olabileceğinin de altını çizmek durumundayız. Bu tespit,
buraya kadar ifade ettiğimiz eleştiriler ve düşüncelerle çelişmemektedir, tam
aksine: bağımsız bir Kürt »ulus devletinin« ilk kez bu denli olanaklı olması,
böylesine gerçekçi bir sürece girmesi, savunduğumuz görüşleri teyid etmektedir.
Yaptığımız
bu tespiti ispat etmek için, Güney Kürdistan’a, yani Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne
bakmamız, oradaki gelişmeleri analiz etmemiz gerekiyor.
V
Son
dönemlerde Türkiye medyasında Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi üzerine
yazılanlar, Türkiye sermayesinin Güney Kürdistan’ı kendi iç pazarı olarak
gördüğünü ve bunun da devletin aldığı kararları belirlediğini gösteriyor. Bu
çerçevede ilginç olan mesele, »Kürdistan« tanımını kullanmamaya aşırı özen
gösteren ve Kürtlerin hakları söz konusu olduğunda »tek devlet, tek millet«
söyleminden vazgeçmeyen Türk »ulus devleti« ile bu devletten nefret eden,
Kürtlerin ayrılıp kendi »ulus devletlerini« kurmasını isteyen Kürt
milliyetçilerinin, Güney Kürdistan konusunda aynı noktada buluşuyor, hatta bu
bağlamda Kerkük ve Musul petrol yatakları üzerinde Barzani yönetiminin
belirleyici olması gerektiğini aynı ölçüde savunuyor olmaları, hayli
düşündürücü olmakla birlikte, bu çelişkili görüngünün, yani iki karşıt
pozisyonun neden aynı noktada birleştiğinin, maddî temelini, ekonomik arka
planını ortaya çıkartmaya da yardımcı olmaktadır.
Arka
planın ne olduğuna bakmadan önce, 22 Ocak 2013 tarihinden itibaren Vatan
gazetesinde »Irak Kürdistan’ındaki«
izlenimlerini aktaran gazeteci Ruşen Çakır’ı dinlemek gerekiyor. Irak
Kürtlerinin »her adımla bağımsızlığa daha
fazla yaklaştıklarını« belirten Çakır, bağımsızlık konusunda Türkiye’ye çok
güvendiklerini, hatta »Türkiye deyince de
Diyarbakır’dan çok Ankara’yı, ama en fazla da İstanbul’u düşünüyor«
olduklarını vurguluyor. Çakır’ın izlenimler dizisi ve yaptığı çeşitli röportajlar,
Güney Kürdistan’daki reel durumu iyi yansıttığından, bütünüyle okunmasını
okurumuza önermeliyiz. Aşağıda bazı alıntılar yaptığımız bu yazılara
www.rusencakir.com adresinden ulaşılabilir.
Çakır,
hayli ilüstre ederek aktardığı izlenimlerinde Güney Kürdistan’ın
infrastrüktürünü »tabii ki Türk
şirketlerinin inşa« ettiğini ve Fetullah Gülen hareketinin büyük
yatırımları, 30’a yakın okuluyla 20 yıldır »Irak
Kürdistan’ına hizmet götürdüğünü« aktarıyor. Türkiye sermayesinin Güney
Kürdistan’daki angajmanını ele almayı sonraya bırakarak, Çakır’ın Kerkük valisi
Necmettin Kerim ile yaptığı röportajdan bazı bölümleri okuyalım (a.b.ç.):
»(...)
Sizinle 2005’de söyleşi yaptığımızda Ankara’nın Irak Kürtlerine bakışı
bugünkünden çok farklıydı. Sizce neler ve neden değişti?
Dr.
Kerim: Mesela Türk hükümeti Abdullah Öcalan ile görüşüyor. Bizler kimseyi
öldürmediğimize göre bizimle niye görüşmesinler ki! Türkiye’de umut ve cesaret verici çok şey oluyor. Erdoğan hükümeti
bir çok adım atıyor çünkü bu sorundan zor yoluyla kurtulamayacaklarını anlamış
durumdalar. Hepimiz sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesine destek vermeliyiz.
Bizler çözüm için umutluyuz.«
Görüldüğü
kadarıyla Kerim, Barzani yönetiminin Türkiye karar vericilerinin attıkları
adımları, uyguladıkları politikaları sonuna kadar desteklediğini ve bu
politikaların kendi yararlarına olduğunu teyid ediyor. Devam edelim:
»Irak’ta
bağımsız bir Kürt devleti ütopya mı yoksa kaçınılmaz bir olgu mu? Eğer olursa
bu Türkiye’yi nasıl etkiler?
Dr.
Kerim: Sanıyorum bağımsız Kürt devleti
kaçınılmaz bir gerçek ve Türkiye’nin bundan tedirgin olması gerekmez.
2005’de sizinle konuştuğumuzdan bu yana yaşananlara bir bakalım: Kürt
bölgesinin başkanı defalarca Türkiye’yi ziyaret etti. Başbakan Erdoğan,
Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve diğer yetkililer buralara geldi, başta petrol olmak üzere birçok konuda
anlaşmalar imzalandı. Öte yandan bugün Irak’taki idari sistem büyük ölçüde
işlemiyor, Meclis yasama görevini yerine getiremiyor, hükümet Meclis’e
danışmıyor, yürütme anayasayı sık sık ihlal ediyor, Sünni ve Şiiler arasındaki
gerilim tırmanıyor. İşte bütün bunlar Irak’ın tek bir devlet olarak yoluna
devam edip edemeyeceğini belirleyecek.
Irak’ta
bağımsız bir Kürt devleti bu kadar kaygı yaratırken birleşik bir Kürdistan
ihtimali Türkiye’de nasıl karşılanır? Sizce bu mümkün mü?
Dr.
Kerim: Her ülke Kürt sorununu kendi
başına çözmelidir. Her ülkenin şartları farklı. Türkiye eğer kendi sorununu
çözerse bölünme kaygılarından da arınır. Azerbaycan örneği ortada: İran Azerbaycanı’nda daha fazla Azeri
yaşamasına rağmen Azerbaycan bağımsızlığını ilan etti diye onlar da bağımsızlık
arayışına girmiş değiller. Eğer İran
Azerbaycanı’nda yaşamak istemeyenler varsa Azerbaycan’a gidebilir. Aynı şey Türkiye Kürtleri ile Irak
Kürdistanı arasında da yaşanabilir.«
Kerkük
valisi, muhtemelen bilmeden ve istemeden, »ulusların kaderlerini tayin hakkı«
konusunda buraya kadar yazdıklarımızı bir kaç cümle ile özetleyerek doğruluyor.
Vali, bağımsız Kürt »ulus devletinin« kaçınılmaz bir »gerçek« olduğunu
söylerken, »Azerbaycan bağımsızlığını
ilan etti diye« İran Azerilerinin aynısını yapmalarına gerek olmadığını
belirtiyor. Hatta dolaylı yoldan »Türkiye
Kürtlerinin« de böylesi uğraşlara girmemelerini, Türkiye’de yaşamak
istemeyen Kürtlerin, »Irak Kürdistanı«na
gelmeleri gerektiğini ima ederek açıkca vurguluyor.
Tarih
işte böylesi acımasız gerçeklerle doludur. Nasıl 1800lü yıllarda Alman »ulusal«
devleti, yani Alman Rayhı, Alman milliyetini Avusturya ve Alman Rayhı arasında
çektiği devlet sınırıyla böldü ve buna karşın Polonyalı, Danimarkalı ve Fransız
ilhak bölgelerini »Almanlaştırdıysa«; Macar azınlığa dokuz milliyetli bir
coğrafyada sınıf egemenliğini sağlayan Macar »ulus« devleti, Karpat
Slovaklarını Sudet Çeklerinden, Siebenbürgen Almanlarını, Avusturya
Almanlarından nasıl ayırdıysa ve Çek milliyetçileri kutsal »ulus« devletleri
adına Slovakları nasıl »Macarlaşmaya« terk ettilerse, bağımsız Kürt »ulus«
devletini kuracak olanlar da, hem kendi »soydaşlarının« hem de diğer
milliyetlerin »kaderlerini tayin hakkını« işte bu kadar ucuza satmaktadırlar.
Kürt
milliyetçilerine sormak gerekiyor: Öylesine pohpohladığınız o tumturaklı
bağımsız Kürt »ulus« devleti, daha kurulma olanağının ilk ışıklarını gördüğü
anda Kuzey Kürtlerine, İran Azerilerine »oturun oturduğunuz yerde, bağımsızlıkla
falan uğraşmayın« der, »soydaş« Rojava Kürtlerine sınır kapılarını kapatıp,
insanî yardımları dahi engellerken, kutsadığınız »ulusların kaderlerini tayin
hakkından«, bu »hakkın« doğallığından ve bilimselliğinden geriye kocaman bir
hiç kalmasına ne diyorsunuz? Eğer bağımsız Kürt »ulus« devletinin kaçınılmaz
»gerçek« olduğunu söyleyen Barzani yönetimiyle aynı fikirdeyseniz, »doğal ve tarihsel« Kürdistan
coğrafyasındaki diğer Kürtlere »ya orada kalıp, tayin edemeyeceğiniz kaderinize
razı olun, ya da toplanıp Güney Kürdistan’a gidin« mi diyeceksiniz? Sahiden,
neyi savunduğunuzu kendiniz dahi biliyor musunuz?
Çakır’ın
yaptığı başka bir söyleşi ise, Maraşlı’nın Beşikçi’ye karşı dile getirdiği
kaygının somut bir örneğini veriyor. Kerkük’teki Türkmenlerin en üst düzeydeki
isimlerinden birisi olan »İl Meclis Başkanı« Hasan Turan, Çakır’ın sorularını
yanıtlamış. Dinleyelim:
»(...)
Irak’ın geleceği konusunda Türkmenlerin tercihi nasıl?
Turan:
Bana göre Irak anayasasını sahiden tatbik edersek Irak’ı parçalanmaktan
kurtarabiliriz. Anayasadaki federal sistemi hakiki bir şekilde hayata geçirmek
şart. Bağdat hariç 15 il federasyon
olursa çok sıkıntı ortadan kalkar.
Bölünme
kaçınılmaz olursa Türkmenlerin tercihi ne olur?
Turan:
Bizim ›Türkmeneli‹ dediğimiz, Telafer’den başlayan, haritası olan bir bölgemiz
var. Eğer Araplara, Kürtlere ayrı ülke
veya bölge hakkı verilirse Türkmenlere de aynı hakkın verilmesi lazım. Unutmayın,
Irak’ın en zengin yerleri Türkmen bölgesinde yer alıyor: Petrol ve doğal gaz
var. Çok zengin oluruz, size de
petrolümüzü satarız.
Ankara’nın
Bağdat ve Erbil ile ilişkilerinde yaşanan değişimler sizi nasıl etkiliyor?
Turan:
Türkmenler hem Bağdat’taki merkezi yönetimin, hem Erbil’deki Kürt yönetimin
kontrol ettiği bölgelerde yaşıyor. Bu iki merkezle Ankara’nın ilişkilerinin iyi
olması bizim rahat ve huzurumuz için çok iyi olur.«
Görüldüğü
gibi Maraşlı kaygı duymakta haklı. Güney Kürdistan’da yaşayan Türkmenler »geniş ve kapsayıcı Kürd ulusu«
potasında eritilmek istemiyorlar, aksine Araplara ve Kürtlere »tanınacak aynı hakları« talep
ediyorlar. Çözüm önerileri ise federasyon, yani Irak »ulus« devletinin
parçalanması işlerine gelmiyor. Barzani yönetimi ile aralarında ciddî bir çıkar
çelişkisi var. Federasyon olursa, »çok
zengin olacaklarını« umuyorlar. Hani, Türkiye’ye rüşvet teklif etmeyi de
unutmamışlar: »size de petrolümüzü
satarız«.
Çakır’ın,
»Irak Kürdistan’ına hizmet götüren«
Fetullah Gülen hareketinin, oradaki »Türk
ve Türkiye realitesinin« varlığında »son
derece önemli rol« oynadığını ve ticarî yatırımlarının yanısıra, açtıkları
okullara, »üst orta sınıfların ve devlet
yöneticilerinin« büyük rağbet gösterip, çocuklarını o okullara
yolladıklarını aktarması, Kürt burjuvazisinin sınıf çıkarlarını kimler ile
kolladığını da gösteren iyi bir örnek.
Güney
Kürdistan’da, kurulma çalışmaları hayli ilerlemiş olan Kürt »ulus« devletinin
ekonomik arka planına baktığımızda ise, Türkiye sermayesinin buradaki
çıkarlarının ne denli yüksek olduğunu görürüz. Türk burjuvazisinin Ortadoğu ve
son yıllarda Afrika’da yaptığı yatırımları sermaye birikiminin sermaye ihracını
zorlayarak Türk devletinin emperyalist heveslerini körüklemesi, Güney
Kürdistan’ın Türkiye için Almanya’dan sonra ikinci büyük ihracat pazarı olduğu,
ne kadar Türk şirketinin ne kadar büyük yatırımlar yaptığı v.s. biliniyor.
Bunların detayları, örneğin Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Sönmez’in
www.sendika.org sitesinde de yayınlanan yazılarından öğrenilebilir.
Ancak
Türk burjuvazisinin çıkarlarının yanısıra, uluslararası stratejilerinin de oynadığı
rol unutulmamalıdır, ki bunu sadece Suriye ve İran karşıtlığı bağlamında değil,
öncelikle bölgedeki fosil enerji kaynakları bağlamında ele almak gerekiyor.
Güney Kürdistan’da (Şiî kontrolündeki) Irak’tan koparak, bağımsızlığını ilân
edecek bir Kürt »ulus« devleti, buna karşın Rojava’daki özerklik çabalarının
bastırılması, başta ABD ve AB olmak üzere, Türkiye’nin, Suudî Arabistan’ın ve
Körfez İşbirliği Ülkelerinin bölgedeki stratejik planlarına ve çıkarlarına
doğrudan yaramaktadır. Bu şekilde bölgedeki petrol ve doğal gaz kaynaklarının
işlenmesi, pazarlanması ve kapitalizmin merkez ülkelerine nakli güvence altına
alınmış olacak, İran’ın bölgedeki etkinliği azalacak ve İsrail-Filistin sorununun
emperyalizmin lehine olan çözümüne bir adım daha yaklaşılacaktır.
Burada
bir parantez açıp, Barzani yönetiminin Rojava’daki özerklik çabalarına
muhalefet etmesinin, hatta bu çabaları sabote etmesinin arkasında sadece
PYD/PKK karşıtlığının durmadığı vurgulanmalıdır. Asıl belirleyici olan, Barzani
klanının kontrolündeki (ve kontrol altına almaya çalıştığı) petrol
kaynaklarından çıkartılacak fosil enerji taşıyıcılarının güvenli bir koridordan
Akdeniz’e ulaştırılabilmesi kaygısıdır. Hatta burada uzun vadeli düşünülmekte,
Rojava’nın Barzani’ye yakın güçlerin kontrolünde olması veya kurulacak Kürt
»ulus« devletiyle birleşmesi/bütünleşmesi sonucunda, Kürt burjuvazisine Doğu
Akdeniz havzasında tespit edilen devasa doğal gaz kaynaklarından pay alma
fırsatı doğacaktır. Barzani’nin hem Esad Rejimi’ne, hem de Rojava Kürtlerine
karşı Türkiye’nin yanında konumlanışının maddî temeli bunlardır.
Gene
Vatan gazetesinde yayımlanan bir röportaj, bu tespitimizi doğrular
niteliktedir. »Irak’ın sonu« adlı kitabın yazarı ve eski ABD büyükelçilerinden
olan Peter Galbraith, Ruşen Çakır’ın sorularını şöyle yanıtlamış[23]:
»(...)
Kuzeydeyse bağımsız Kürt devleti diyorsunuz...
Evet,
bağımsız Kürdistan kaçınılmaz bir olgu. Tarihin
akışı önünde duramazsınız.
Kitapta
Türkiye’nin bağımsız bir Kürt oluşumuna ses çıkarmayacağını ileri sürdünüz...
Milliyetçiliğin
çok güçlü olduğu ve bu hareketin Irak Kürtlerine iyi bakmadığı açık. Ancak
kamuoyunda, güvenlik birimlerinde, aydınlar arasında, hatta ordu ve diplomaside
farklı arayışlar olduğunu biliyorum. Bağımsız bir Kürdistan’ı istemiyor
olabilirler ama bunun çoktan gerçekleşmete olduğunu da fark ediyorlar. Bağımsız
bir Kürdistan’ın Türkiye’ye bağımlı olacağını biliyorlar. Başka kime
dayanabilir ki Kürtler? Kürtler,
Türklerin en yakın müttefiki, hatta Türkiye’nin ›uydu devleti‹ olacaktır.
›Kürdistan
Türkiye’nin uydusu olur‹ mu dediniz?
Kesinlikle.
Tabii Türkiye çok fazla düşmanca davranmazsa. Türkiye’de bu tür incelikleri
düşünen kişiler var, biliyorum.«
24
yıl ABD yönetimi için çalışan, Irak anayasasının yazılması sürecinde Talabani
ve Barzani’ye danışmanlık yapan Galbraith’ın Güney Kürdistan’ı tanımadığını ve
bugün, altı yıl önceki öngörülerinin gerçekleşmemiş olduğunu kim iddia
edebilir?
Galbraith’ın
teyid ettiği bu süreç, Beşikçi ve taraftarlarının Kürtlerin bağımsız »ulus«
devlete sahip olma »hakları« için örnek gösterdikleri yeni »ulus devlet«
kuruluşlarının karakteristik özelliği olarak tespit ettiklerimizi bir kez daha
doğrulamaktadır. Galbraith haklı, tarihin akışının önünde durmak olanaklı
değildir. Bu nedenle sosyalistler her türlü gelişmeyi, her türlü görüngüyü ve
her sorunu tarihsel maddecilik pozisyonundan ve ezilenler ile sömürülenlerin
perspektifinden değerlendirirler. 20. Yüzyıl’daki sosyalizm denemelerinin
yenilgiyle sonuçlanmış olduğu gerçeği, bu metodun yanlışlığını değil, aksine
metodun yanlış uygulandığını kanıtlamaktadır.
Sosyalistler
açısından günümüzün en ivedi tarihsel görevi, herhangi bir milliyetin
burjuvazisinin sınıf egemenliğini sağlayacak olan ve sadece küçükburjuva lafazanlarının
hayal dünyasında »iyi«, »güzel« ve »doğru« sayılabilecek yeni bir »ulus
devletin« inşası olamaz. Tarihsel görev bize göre, sadece ve sadece tüm ezilen
ve sömürülen sınıfların, yani halkların ezici çoğunluğunun verili koşullar
altında ve burjuva toplumunun içinde, yani bugün ve burada, kendi kaderlerini
tayin edebilmelerinin demokratik ve eşit haklı koşullarını gerçekleştirmek için
mücadele etmektir. En başta sınıfsal bakış açısını, her türlü »ulusal«
ayrıcalığı kaldırma çabasını ve »ulus devlet« anlayışının aşılmasını gerektiren
bu mücadelede her türlü milliyetten sosyalistlerin şiarı, ancak »vatanımız
yeryüzü, milletimiz insanlık« olabilir.
Verili
tarihsel koşullar ve söz konusu maddî şartlar temelinde, günümüzde bağımsız bir
Kürt »ulus devleti« savunusunu yapmak, sınıf egemenliğinin pekiştirilmesine ve
emperyalist stratejilere hizmet etmek anlamına gelmektedir. Kürt milliyetçileri
gocunmasınlar, acı gerçek bundan başkası değildir. Eritme potası çoktan
soğumuş, donmuş olan bir »ulus« kurgusuyla oluşturulacak her »ulus devlet« ve
Türk »ulus devleti« gibi tek tip, gerici bir »ulus« temelinde kurulu olan bütün
»ulus devletler« kapitalist sömürü mekanizmalarının lokomotifi, halklar arası
kinin, ırkçı yaklaşımların, toplumsal parçalanmışlığın, cinsiyetçiliğin,
savaşların, emperyalist müdahalelerin ve ekolojik dengenin bozulmasının
tetikleyicisidirler. Tarihsel yanılgılarıyla Kürt milliyetçileri, aynı Türk
milliyetçileri ve tarihteki tüm milliyetçiler gibi, burjuva gericiliğinin
gönüllü neferleri, halkların özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelelerinin,
ezilen ve sömürülen sınıflar ile cinsiyetlerin kurtuluşunun önünde duran setler
olarak hak ettikleri biçimde tarih sayfalarına yazılacaklardır.
İsmail
Beşikçi’nin tezlerine, tarihe bakış açısına; Kürt milliyetçilerinin ve
federalistlerinin görüşlerine sosyalistlerin vereceği yegâne yanıt bellidir:
Elbette! Ulus devleti aşmaktır bütün mesele!
Makalemizi
burada noktalamak, haklı olarak sorulacak, »peki, bu yanıtın içeriği nasıl
olacak, ulus nasıl aşılacak?« sorusunu yanıtsız bırakmak anlamına gelir.
Sosyalistler hiç bir zaman, her sorun için ellerinde hazır bir reçete,
ceplerinde her duruma uygun bir yanıt olduğunu – tarihsel maddecilik metoduna
sadık kalacaklarsa eğer – iddia edemezler. Bu nedenle güncel koşulları, güç
ilişkilerini, Öcalan’ın liderliğindeki Kürt hareketini ve siyasî programını
masaya yatırarak, yanıtı aramaya başlayalım .
Herhangi
bir yanılmazlık iddiasında bulunmadığımızı bir kez daha vurgulayarak.
VI
Türkiye’deki
Kürt sorununun nasıl geliştiği, nedenlerinin ne olduğu ve bu sorunun nasıl
çözülebileceği konusundaki önerilerin çeşitliliği genel olarak bilindiğinden,
bunlara uzun uzun değinmeyi ve son on yıllık AKP iktidarı sürecini en ince
detayına kadar ele almayı gerekli görmüyoruz. Yakın dönemin son gelişmelerini,
yani »silahsızlandırma« görüşmelerini, ekonomik arka planı ve genel devlet
politikalarını irdelemek yeterli olacaktır görüşündeyiz.
Kürt
hareketine ve Halkların Demokratik Kongresi HDK’ye yakın duran yorumcular (kimi
liberal ve demokrat yorumcu da), devletin Kürt hareketi konusunda bir »entegre
strateji« izlediği görüşünde. Bu »entegre stratejinin« en başta PKK güçlerinin
»silahsızlandırılarak« Türkiye sınırları dışına çıkartılması, hareketin tasfiye
edilmesi, olanaklı olduğunca bölünmesinin sağlanması, legal siyaset alanlarının
sınırlandırılması ve aynı zamanda kitlesel tutuklamalar, yenilenen yargısız
infaz pratikleri ve askeri operasyonlarla imha edilmesini içerdiği
vurgulanıyor. Bu değerlendirmenin gerçeğe uygun olduğunu düşünüyoruz.
»Entegre
stratejinin« en önemli ayaklarından birisi kamuoyunda oluşturulmaya çalışılan
»AKP bu sorunu çözecek güce ve iradeye sahip« resmidir. Bu nedenle, ekonomik
arka planı irdelemeden önce, bu resmin nasıl oluşturulduğuna bakmak yararlı
olacaktır. Öncelikle bu çabanın üç önemli sütunu olduğu söylenebilir. Kısaca
ele alırsak:
İlk
sütunu şüphesiz »silahsızlandırma« amacıyla yapıldığı açıklanan görüşmeler
oluşturmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın her fırsatta »biz teröristlerle görüşmeyiz, terör örgütü önce silahları bırakmalı«
demesi, aynı zamanda da »devlet Öcalan
ile görüşüyor, silahların bırakılması yakındır« algısının yaygınlaşması
sağlanarak, devlet politikaları açısından başarılı olarak nitelendirilebilecek
bir propaganda muharebesi sürdürülmektedir.
Bu
propaganda en başta küçükburjuva aydınları arasında etkili olmakta, silahların
bırakılmasının »iyi« bir şey olduğundan hareket eden bu aydınların basın ve
televizyon ekranları üzerinden yaptıkları yorumlar da muhalif kesimleri
etkilemekte, en azından bu kesimler arasında kafa karışıklığına yol açmaktadır.
Tabiî
ki ihtilafların silahla çözülmesi kötü bir şeydir, ama silahların
kullanılmasına neden olan şartlar ortadan kalkmadığı müddetçe dünyanın hiç bir
yerinde silahların susmadığı gerçeğini dikkate almadan, »silahlar bıraktırılmalı/bırakılmalıdır« veya »silahların bıraktırılması süreci desteklenmelidir« söylemi hoş bir
belâgat gibi görünse de, devlet politikalarına yarayan bir iyi niyetli
belâhatten başkası değildir. Bu söylemi sol-liberal aydınların dahi üstleniyor
olması, yadırgayıcı olsa da, küçükburjuvazinin karakteristik özelliklerini göz
önüne çıkartıyor olması nedeniyle, öğreticidir. Kamuoyunda saygınlığı olan bazı
aydınlar, »iki tarafla da barışı
görüşmek« adına girişimler başlatarak, – istemeden de olsa – hükümet
politikalarının taşıyıcısı olmaktadırlar. Bir kere iki tarafın eşit göz
hizasında görüşmedikleri bir ortamda, »iki
tarafa eşit mesafede« durmak, güçlünün yanında yer almak demektir. Mesele
PKK’yi eleştirmenin meşruluğunun sorgulanması değil. Elbette PKK
eleştirilebilir ve eleştirilmeyi yeterince hak ediyor. Ancak, illegal olan ve
eleştirilere doğrudan yanıt verme olanağı olmayan taraf ile devlet gücünü
elinde tutan tarafa »eşit mesafeden« yapılacak eleştirilerin »aynı ve eşit«
değerde olamayacağı açık. Diğer taraftan, görüşmelerin yürütüldüğünü
varsayarsak, bir sorunun iki tarafının doğrudan görüştükleri bir ortamda
burjuva demokrasisinin değerlerini savunan aydınların yapması gereken, aynı
Türkiye Barış Meclisi girişimiyle bir dizi aydının yaptığı gibi, bu
görüşmelerin olabildiğince şeffaf, kamuoyu önünde ve demokratik, adil ve kalıcı
çözümü kolaylaştıracak biçimde yapılması için uğraş vermektir. Bununla
birlikte, bir aydın sorumluluğu varsa eğer, Öcalan’ın görüşlerini filtreleyen
aracılar olmadan veya kamuoyunun güvenebileceği aracılar üzerinden görüşmelerle
ilgili düşüncelerini kamuoyuna aktarmasının şartlarının oluşturulması talebi
yükseltilmelidir. Bu açıdan hükümet propagandasının bir adresinin, demokratik
kaygıyla hareket eden aydınlar olduğu ve bir kısmını başarıyla kendisine
yedekleyebildiğini söyleyebiliriz.
»Devlet
görüşüyor« söyleminin diğer adresi, legal ve illegal parçalarıyla Kürt
hareketidir. İktidarın Öcalan’ı kullanmaya ve bu şekilde Kürt hareketine,
bilhassa legal Kürt siyasetine kendi yol haritasını dikte etmeye çalıştığını
düşünmek için fazlasıyla neden var. Öcalan’ın kamuoyuna doğrudan seslenme
fırsatı olmadığı müddetce, »Öcalan şöyle,
böyle dedi« açıklamalarının güvenirliliği ve manipülasyon amacıyla
yapılmadığı son derece şüphelidir. Öcalan’ın hapishanelerde 68 gün süren açlık
grevlerinin bitirilmesi çağrısını yapmış ve bunu kardeşi üzerinden açıklatmış
olması, bu tespitimizle çelişmez. Aksine, açlık grevlerinin kitleselleşmesi,
geniş kesimlerin harekete geçmesi ve farklı kesimlerin açlık grevleri konusunda
ortak irade göstermesinin ortaya çıkardığı direniş potansiyeli, hükümeti Öcalan’a
böylesi bir fırsatı vermeye zorlamıştır. Hükümet istediği için değil, buna
zorlandığı için bu adımı atmıştır. Nitekim tecrit büyük ölçüde devam etmekte ve
Öcalan’ın kamuoyuna görüşlerini aktarması hâlâ keyfî kararlarla
engellenmektedir.
AKP
iktidarının, tecritte tuttuğu Öcalan’ı Kürt hareketine karşı »şartlı rehin«
olarak kullanma çabası içerisinde olduğu büyük bir olasılık. Bugüne kadar,
İmralı adasına »kimin« gideceğinin Ankara’nın tasarrufunda tutulmak istenmesi,
hem böyle, hem de legal Kürt siyasetini, izin verilen dar bir alan içerisinde
kontrol altında tutma yaklaşımı olarak yorumlanabilir. AKP muhtemelen bu
şekilde legal Kürt siyasetini ehlîleştirebileceğini, Kandil’in etkinliğini
kırabileceğini, Öcalan söz konusu olduğunda son derece hassas olan geniş Kürt
kesimlerine göz dağı verebileceğini ve PKK’den ziyade Barzani’ye yakın, aynı
zamanda dikte ettiği koşullar çerçevesinde »uzlaşmaya« hazır »yeni« Kürt
aktörlere hareket alanı yaratabileceğini hesaplamaktadır. Ki, gerek Kürt
milliyetçileri, gerek federalistler ve gerekse de Kürdistan’daki sünnî-islamî
hareketler ile PKK’den kopan kesimler buna hazır oldukları sinyalini
vermektedirler.
Ancak,
Öcalan’ın kendisini kullandırmaya izin vereceği ve Kürt hareketinin
ehlîleştirilebileceği hayli şüpheli. Elbette şu koşullar altında Öcalan’ın ne
düşündüğünü bilemiyoruz. Ağırlaştırılmış tecrit süresi içerisinde sadece
aracılar üzerinden çok kısıtlı olarak kamuoyuna yansıtılan görüşleri, sağlıklı
bir değerlendirme yapılmasına pek olanak vermiyor. Eğer Öcalan görüşlerini, ki
bunlar bugüne kadar yayımlanan »Savunmalar« sayesinde geniş bir biçimde
bilinmektedir, değiştirmediyse ve üçlü konseptini savunmaya devam ediyorsa,
devletin Öcalan’ı kendi amaçları için kullanabilme şansının son derece az
olduğunu tespit etmek durumundayız. Avukatlara görüş izninin verilmemesi,
tecritin devam etmesi bu tespiti doğrulamaktadır. Gene de, »neyin ne olduğunu«
devam eden süreç gösterecektir.
Kürt
hareketi, KCK yönetiminin açıklamalarını temel alırsak, hâlâ radikal pozisyonda
durduğunu göstermektedir. »Önderlik« makamına verilen tüm değere ve gösterilen
tüm saygıya rağmen, doğrudan görüşme yapamadıkları takdirde hükümetin
söylemlerini ciddîye almayacaklarını belirterek, hükümetin »ciddî ve güven
verici adımlar atmasını« talep etmektedirler. Zaten hareketin önde gelen
isimlerinden Mustafa Karasu, Nuçe TV’ye verdiği bir demecinde, »Tabiî Öcalan kendisini kral, padişah
görmüyor. ›Her şeyi ben söylerim, yapılsın‹ demiyor. Bizimle, aydınlarla,
demokratik güçler ve çok geniş çevre ile görüşmeyi, çözüme onları da ortak
etmeyi istiyor. (...) Son sözü Öcalan söyleyebilir, ama söylenen sözün
uygulanabilir olması, ancak örgütün öteki bileşenleriyle yapılacak görüşmelerle
mümkündür«[24]
diyerek, Öcalan ile doğrudan görüşme olmadan, hiç bir adımın atılmayacağını ima
ediyor.
KCK’nin
bu yaklaşımının ardında, hayli politize olmuş bir halk hareketinin ağırlığı
görülüyor. Kürt hareketinin önemli ölçüde yoksullara ve kadınlara dayanıyor
olması, PKK gerillalarının doğrudan halkın içinden gelmesi ve gerillanın siyasî
örgütleniş biçimi, KCK’nin halkın istemediği bir adımı atmasını olanaksız
kılıyor. Her ne kadar legal Kürt siyasetinde ve Avrupa’daki diplomasi
kurumlarında bu cılız görüşmelerin yarattığı belirli bir iyimserlik söz konusu
olsa da, yoksul Kürtlerin önemli bir kesiminin Öcalan ve PKK’ye sahip çıkması
(kitlesel eylemler ve gerilla cenazelerinin büyük sayıda kitleler tarafından
kaldırılması bunun kanıtıdır), halkın tüm Kürt hareketi için küçümsenemeyecek
bir korektif rolünü oynadığını göstermektedir. Bu açıdan, AKP’nin Kürt
hareketinin belirleyici bölümlerini ehlîleştirebilmesinin, Kürt hareketinin
bugüne kadarki pratiği göz önünde tutulursa, son derece zor bir çaba olduğunu
doğrulamaktadır.
Türkiye’deki
karar vericilerin de benzer bir tespitte bulundukları olasıdır. Zaten KCK’ye
yönelik olan adımlarında bilinçli bir esneklik görülmektedir. Bu noktada bir
öngörüde bulunmak gerekirse eğer, o zaman devletin ağırlığını Kürt hareketini
bölmeye ve »yeni« aktörler yaratmaya vereceğini söyleyebiliriz. Gazeteci Ferda
Çetin’in 4 Şubat 2013 tarihinde yayımlanan köşe yazısında Hewler’de KDP’nin
desteğiyle BDP’ye »rakip bir partinin«
kurulmakta olduğunu bildirmesi, bu öngörüyü destekler niteliktedir.[25]
AKP
çabalarının ikinci sütununu, güncel »milliyetçilik karşıtı« söylemlerde okumak
olanaklıdır. Erdoğan son dönemde neredeyse her fırsatta, »Biz etnik milliyetçiliği kabul etmiyoruz. Türk milliyetçiliğine de,
Kürt milliyetçiliğine de karşıyız« söylemini kullanmaktadır.[26]
Erdoğan’ın diğer dönemlerdeki »Türk milletini« kutsayan sözleri ve »tek«çiliği
düşünülürse, bu söyleminin demagojik olduğu, öylesine sarf edilmiş sözler
olduğu akla gelebilir. Ancak böylesi bir bakış açısı son derece yanıltıcıdır,
çünkü bu söylem öylesine sarf edilmiş sözlerin değil, yeni bir »ulus« algısı
yaratılmasının ifadesidir.
Neden
böyle düşündüğümüzü şöyle açıklayalım: Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla Erdoğan,
etrafındaki uzman danışmanlar kadrosuyla birlikte, yapacağı her konuşmayı, söyleyeceği
her sözü, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve profesyonelce geliştirilmiş
bir senaryoya göre hazırlıyor. Açılışlardan, mitinglere ve kurultaylardan,
uluslararası toplantılara kadar, her çıktığı sahnenin belirli bir reji
çerçevesinde biçimlendirilmiş olması, çekilen fotoğraflardan, televizyon
kanallarına iletilen görüntülere ve hitabet biçimi ile beden diline kadar her
şeyin planlı tasarlandığı ve kontrol altında gerçekleştirildiği görülüyor.
Bunun sıradan bir reklamcılık olmadığı belli. Söylenecek söz, kamuoyunda
istenilen etkiyi bırakacağı anda ve basının en iyi şekilde verebileceği biçimde
söylenmeye çalışılıyor. Bu yöntem her yerde ve her defasında başarılı
olmayabilir, ama uzun vadede istenilen sonuçların alındığı söylenebilir.
Erdoğan’ın kitleler üzerindeki etkisi, parti ve hükümet üzerindeki ağırlığı ve
küçükburjuva aydınları yedekleyebilme yeteneği bunun bir göstergesidir ve salt
Erdoğan’ın »karizmatik bir siyasetçi« olmasıyla açıklanamaz. Bu açıdan, kimi
yorumcunun Erdoğan’ın söylemlerini »hafife« alması, bu söylemin ardında duran
devasa aparatın görülmesini engellediğinden, Erdoğan’ı, hükümetini ve partisini
değerlendirmede yapılabilecek en büyük yanlışlardan birisidir.
AKP
»milliyetçilik karşıtı gibi görünen söylem ile de başarılı bir hamle yapmıştır.
Gene aydınlar arasından bir kesimi yanına çekmesi bir yana, muhafazakâr ve
milliyetçi kesimler üzerindeki etkisini de genişletebilmiştir. Aynı zamanda da,
bilhassa »Türk milliyetçiliğini« eleştirerek ve güya 1923 Türkiyesi ile
arasında mesafe koyarak, muhafazakâr Kürt seçmeninin dikkatini çekmeyi
başarmıştır.
»Türk
ve Kürt milliyetçiliğine karşıtlık« söyleminin inandırıcılığı, »Türk
milliyetçisi« olarak bilinen insanlar üzerinden sağlanmaya çalışılmaktadır.
Burada 2013 Ocak’ının son günlerinden itibaren Zaman gazetesinde »Türk
milliyetçiliği« konusunda çeşitli yazılar yayımlayan Müntazer Türköne önemli
bir rol oynamaktadır. Fetullah Gülen hareketinin amiral gemisinin AKP’ye
böylesi bir destek çıkması, hükümeti oluşturan akımlardan en önemli olan
ikisinin yeni »ulus« algısı üzerine hemfikir olduklarına işaret etmektedir.
Kendisini
»millet ve milliyetçilik teorisi ve
tarihi konusunda uzman« sayan ve hâlâ »gururlu
bir Türk milliyetçisi« olduğunu söyleyen, geçmişin kafatasçı, günümüzün
burjuva milliyetçisi Türköne, »Türk milliyetçiliği bir fikir, bir hareket
ve bir ideoloji olarak tarihi misyonunu tamamladı« veya »Türkçülük, tıpkı Kürtçülük gibi ülkeyi
bölüyor« diyerek hem AKP’ye ideolojik destek çıkarak AKP’nin
muhafazakâr-milliyetçi tabanını yeni yönteme ikna etmeye yardımcı oluyor, hem
de bir taraftan »19.Yüzyıl’ın ilkel
ırkçısı« olarak nitelendirdiği CHP’yi, diğer taraftan da »Türkçülük Kürtçülük arasında bugün zerre
kadar fark yoktur« diyerek içerisinden çıktığı neofaşist MHP’yi, girdikleri
siperde kafalarını kaldıramayacak biçimde ideolojik bombardımana tutuyor.
Nitekim, 8 Şubat 2013 tarihli köşe yazısında neden bunları yaptığını şöyle
gerekçelendiriyor: »(...)
Ezberlediklerimiz ve alıştıklarımız, inşa etmeye çalıştığımız dünyanın
mimarisine aykırı. Dar, sınırlı ve korkularla dolu labirentlerin tepkisel
tavırları yerine, dünyanın her yerinde söylenecek sözlere, bir medeniyet
inşasına ve özgüvenle davranmaya ihtiyacımız var.«[27]
Türköne’yi
AKP’nin neoliberal-islam-sentezinin yeni »Türkiye milliyetçiliğinin« önemli bir
ideologu olarak nitelendirmek pek yanlış olmayacaktır. AKP, Türköne ve benzeri
ideologları üzerinden çeşitli kesimlere »Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydasında buluşalım« çağrısını yapmaktadır.
Görüldüğü
kadarıyla bu çağrı kimi liberal ve sol-liberal aydınların olduğu kadar, legal
Kürt siyasetinin bazı kesimlerinin de ilgisini çekmektedir, ki asıl başarı bu
noktadadır. Çünkü bu çağrı, Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında yaşayan
milliyetlerin ve inançların eşitliğini sağlama, yani herkesin doğuştan elde
ettiği haklarını kullanabilmesinin koşullarını yaratma yükümlülüğü vermeyen ve
burjuva milliyetçiliğinin farklı versiyonu bir söylem olmasının yanısıra,
»sünnî din kardeşliği« temelinde kurgulanan yeni »ulus« anlayışını, muhalif
kesimleri ehlîleştirmek ve Kürt hareketinde sınıfsal bir bölünme yaratmak için
kullanılması tasarlanan bir egemenlik aracıdır. Burada anahtar kelime »Büyük
Türkiye inşa etme« iddiasıdır.
Türkiye
sermayesinin sermaye birikiminin gereklerini yerine getirmek hedefiyle bölgesel
emperyalizm heveslerine kapılan AKP ve AKP iktidarını destekleyen sermaye
fraksiyonları açısından bu yeni »ulus« anlayışı çerçevesinde yurttaşların
kendilerini »Kürt«, »Türk« veya başka milliyetten diye tanımlamaları artık
önemli değildir. Önemli olan, insanların »Türkiye
Cumhuriyeti ortak paydasında« kendilerini bu yeni »ulusa« mensup görmeleri
ve »ortak anavatanın« gelişip, güçlenmesi için neoliberal iktisat politikalarına,
otoriter iç politikaya, kuvvetler ayrılığı ilkesinin geçersiz kılınmasına ve
»kazan-kazan-ekonomisi« demagojisiyle tanımlanan bölgesel emperyalist
yayılmacılığa onay vermeleridir.
Burjuva
milliyetçilerinin, küçükburjuva aydınların ve kimi Kürt siyasetçisinin »Türkiye Kürt sorununu çözerse, süper güç
olur, havalanır« söyleminde buluşuyor olmaları, bu yeni »ulus« anlayışının
çeşitli kesimleri ne denli etkisi altına aldığını göstermektedir.
Bir
kere bu söylem »Türkiye’nin Kürt sorununu
çözmesinden« ne anlaşıldığının farklılıklarını muğlaklaştırmaktadır. Eğer
»Türkiye«den kasıt devlet ise, sorunu nasıl çözmek istediği bellidir ve bu
çözüm, ezilenler ile sömürülenlerin çıkarına olmayacaktır, çünkü bu »devlet«
burjuvazinin sınıf egemenliğinin aparatıdır. Eğer »Türkiye« derken Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan halklar kast ediliyorsa, o zaman »ulus
devlet içinde imtiyazsız, sınıfsız ve kaynaşmış toplum« fikri teyid ediliyor
demektir. Hem, nasıl oluyor da, »süper güç« olmak halkların çıkarına olsun?
»Türkiye havalanır«, »bölgesel güç oluruz«, »Global Player mertebesine
ulaşırız« gibi sadece sermaye çıkarlarını kollayan sloganlar, ne Kürt sorununun
halkların lehine olacak bir çözümünün, ne de bölge halklarına »barışçıl eli
uzatmanın« bir ifadesidir. Tam tersine, »süper güç Türkiye« söylemi, Türkiye
sermayesinin çıkarlarını, kendi sınırları içerisinde ezilen ve sömürülen halk
kitlelerine, sınırları dışında da bölge halklarına karşı savunacak bölgesel
emperyalizm heveslerinin bir ifadesidir.
»Süper
güç Türkiye« olabilmesi için, sınırları içerisindeki milliyetler sorununu
törpülemiş, neoliberal politikalara geniş seçmen desteği sağlamış ve sınırları
dışarısında, örneğin Barzani liderliğinde kurulacak bağımsız bir Kürt »ulus
devleti« ve Esad rejiminin yerine yerleştirilecek islamist bir yönetimle
ittifak içerisine girerek bölgesel bir »iç pazara« hakim olan bir ülke olmak
gerekmektedir. İşte güya »milliyetçilik karşıtı« söylemle geniş kesimlere
kabullendirilmek istenen yeni »ulus« anlayışının dayandığı maddî temel budur.
Yeni »ulus« anlayışı aynı zamanda kapitalist gelişmenin bugün geldiği aşamanın
da karakteristik bir özelliğidir.
CHP
ve MHP’nin bocalamalarının ve Türkiye’deki sermaye fraksiyonlarının desteğini
kaybetmiş olmalarının nedeni, »ulus« anlayışlarını yenilemekte, yani kapitalist
gelişmenin hızına ayak uydurmakta gecikmiş olmalarıdır. Ama, her ne kadar emek
hareketi ile bir bağlantı kurmaya çalışıyor olsa da, siyasî söylemini »kimlik«
ile sınırlandıran legal Kürt siyaseti de ciddî bir yanılgı içine düşme
tehlikesiyle karşı karşıyadır: »Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydasında buluşma« söyleminin asıl içeriği
doğru okunmadan, gerçek bir demokratikleşme ile milliyetlerin eşitliğini
sağlayacak koşulların yaratılmasına yönelik taleplerde ısrar edilmeden
desteklenecek bir anayasa değişikliği (veya bir anayasa referandumu), BDP
meclis grubunun AKP iktidarına yedeklenmesine ve BDP’nin yeni »ulus« anlayışı
çerçevesinde biçimlenen bir siyaseti meşrulaştırmasına yol açacaktır. Ki bu da,
sözde »milliyetçilik karşıtı« söylemin en büyük başarısı olur.
Legal
Kürt siyasetinin göz önüne tutması gereken noktalar şunlardır: Birincisi, AKP,
neoliberal-islam-sentezinin siyasî formasyonu olarak Türk »ulus« devletine,
geleceği açısından en önemli meydan okuma olan Kürt sorununun, sermayenin uzun
vadeli programının lehine olan çözümü için yeni bir strateji sunmaktadır.
»Türklük« üzerine kurulu olan eski anlayışın yerine, yeni ve farklı
»kimliklerin« veya milliyetlerin kendilerini içerisinde zannedecekleri bir
»ulus« anlayışı yaratılmaktadır. Bu yeni »ulus« anlayışı, ikincisi, Kürtlere
neoliberal-islam-sentezinin hegemonya projesine katılma, pay alma davetidir.
Ancak Kürtlerin hepsine yapılıyormuş gibi görünen bu davet, aslında Kürt
burjuvazisine, sermaye sahiplerine seslenmektedir. Bu bağlamda, üçüncüsü,
seküler ve yoksullara dayanan bir kitlesel halk hareketi
neoliberal-islam-sentezinin hegemonya projesini tehlikeye düşürdüğünden, »sünnî
din kardeşliği« temeline dayanan bu yeni »ulus« anlayışının, Kürtlerin
kendilerini »Kürt« olarak tanımlamasından rahatsız olmadığı gösterilerek, hem
Kürt hareketinin bölünmesi, duruma göre Barzani üzerinden projeye eklemlenmesi,
hem de Kürt hareketinin geleneksel olarak Türkiye emek ve sosyalist
hareketleriyle olan bağının kopartılması ve Kürt hareketi içerisindeki seküler
kesimlerin marjinalleştirilmesi hedeflenmektedir.
Bu
açıdan »milliyetçilik karşıtı« söylemi, öylesine sarf edilmiş sözler olarak
dikkate almamak veya »devlet çözüme yaklaşıyor« biçiminde yorumlamak, bu
söylemin arkasında duran devasa gerçeği görmemekle ve sonucunda da yanlış
stratejiler geliştirmekle eş anlamlı olacaktır.
»AKP
bu sorunu çözecek güce ve iradeye sahiptir« resminin üçüncü önemli sütunu,
aslında her dönem ifade edilmiş olan »Kürt
sorunu ekonomik kalkınmayla çözülür« söylemidir, ki bu söylem, »Kürt sorunu çözülürse, Türkiye bölge gücü
olur« söylemiyle de doğrudan bağlantılıdır.
AKP
her fırsatta, »bölgeye bizden başka bu
kadar yatırım yapan hükümet olmadı« diyerek, kamu yatırımlarında »Güneydoğu’nun payını yüzde 7’den yüzde 15’e
çıkarttıklarını« ve »bölgeye özel
sektörü çekebilmek için duble yollar, havaalanları« yaptıklarını, teşvik
paketlerinin »genç nüfusa istihdam«
fırsatı verdiğini, ama »terörün en büyük
darbeyi Kürt halkına« vurduğunu belirtmekte.[28]
Gazete
sayfalarına 2011’den bu yana yansıyan haberler, »bölgenin« Suriye, Irak ve İran
gibi »gelişmekte olan pazarlara komşu
olması«, vizelerin kalkması, teşvik paketlerinin çoğaltılması ve giderek
artan işgücü sayesinde »yurtiçi ve
yurtdışından özel sermaye yatırımları« için »cazibe« kazandığını
bildiriyorlar.[29] Diyarbakır
ve Mardin gibi merkezlerde Organize Sanayii Bölgelerinde »boş yer kalmadığı«,
hazırgiyim, ayakkabı, konfeksiyon ihracatcılarının, gıda ve çimento
sanayiicilerinin, lojistik merkezlerinin, enerji ve maden yatırımı
gerçekleştiren grupların »bölgeye« geldiklerini bakanlar, işadamları dernekleri
ve birliklerinin temsilcileri büyük bir iştahla anlatıyorlar. Hepsi hem fikir: »İran, Irak ve Suriye’de 15-20 yıl çok fazla
yatırıma ihtiyaç duyulacak« ve bu da »ihracat
potansiyelini artıracak«, böylece de »bölge« bir üretim merkezi hâline
gelecek. Görüldüğü kadarıyla Türk ve Kürt sermayesi Ortadoğu’nun yeni dizaynı
için gerekli hazırlıklara başlamışlar bile.
Kürdistan’ın
sermaye açısından ne kadar cazip olduğu biliniyor. Hükümet te bu »cazibeyi«
artırmak ve »emek yoğun sektörlere daha
avantajlı hale getirmek« için yatırımlara vergi, faiz ve prim desteğini
artırıyor. Doğu ve Güneydoğu İş Adamları Dernekleri Federasyonu başkanı Tarkan
Kadooğlu, »bölgeyi« cazip kılan bir başka noktayı şöyle anlatıyor: »İşsizliğin
yüksek olması, işçilik maliyetlerinin düşük olması açısından avantaj sağlıyor.
İstanbul’da bir işçi bin lira maaş alırken, burada 600 liraya aynı iş
yapılabiliyor. Dolayısıyla yüzde
30-35 gibi bir avantaj söz konusu. Ortadoğu’ya yakın olduğu için navlun
daha ucuza geliyor, bu da rekabet gücünü artırıyor.«[30]
Tanınan
teşvikler sahiden iştah kabartıcı: Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri
Sendikası’nın verilerine göre, 6. Bölge olarak adlandırılan Kürdistan’da KDV
istisnası, gümrük vergisi muafiyeti, vergi indirimi, sigorta primi işveren
desteği, faiz desteği, yatırım yeri tahsisi, gelir vergisi stopajı ve sigorta
primi işçi hissesi (sadece 6. Bölge’de uygulanıyor) olarak belirtilen toplam
devlet desteği yüzde 116,4’ü buluyor. Yani her 100,00 TL’ye 116,40 TL değerinde
destek. 1. ve 2. Bölge’lerde bu oranlar sadece yüzde 27 ve yüzde 33,5. Durum
böyle olunca, »bölgede« verilen teşvikler yüzde 57 artış göstermiş.
Madalyonun
diğer yüzüne baktığımızda, apayrı bir gerçek gözümüzün içine batıyor: Türkiye
ortalamasının üstündeki yoksulluk ve işsizlik oranları, büyük şehir varoşlarına
ve Batı illerine yönelen müthiş bir iç göç ve proleterleşmenin »Kürtleşiyor«
olması. Devlet Planlama Teşkilatı’nın yaptırdığı »İllerin ve Bölgelerin
Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırmaları«, KONDA’nın Kürtler
arasındaki işsizliğin yüzde 30lara vardığını gösteren araştırması veya
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin »anadili Kürtçe olanların sadece yüzde
38’inin« sigortalı çalıştırıldığını, yani anadili Kürtçe olan nüfusun yüzde
66,3’lük bir bölümünün sosyal güvenceden yoksun olduğunu gösteren araştırması
(ki burada onlarca diğer araştırmayı ve ekonomistlerin kaleme aldıkları sayısız
yazıyı ayrıca alıntılamaya gerek görmüyoruz), AKP’nin »kalkınma ile sorunu çözebiliriz« söyleminin de, kof ve demagojik bir
söylemden ibaret olduğunu kanıtlamaktadırlar. 25 milyon çalışanın resmî
verilere göre yaklaşık 11 milyonunun enformel sektörde çalıştırıldığı, sadece 6
milyon vergi mükellefinin olduğu, asgarî ücretin yoksulluk sınırının üstüne
geçemediği ve devlet gelirlerinin önemli bir bölümünün dolaylı vergiler
üzerinden karşılandığı, buna karşın çalışanların haklarının budandığı,
paternalist bir sadaka sisteminin sosyal devlet anlayışının yerini aldığı,
örgütsüz ucuz emek gücünün büyük ölçüde yoksul Kürtlerden karşılandığı ve
sendikal hareketin parçalanmış ve son derece zayıf tutulduğu bir ülkenin
sermaye için bir »cennet diyarı« olduğu tespitini yapmak, pek abartı olmasa
gerek.
Sonuç
itibariyle AKP’nin »Kürt sorununu çözebilecek güce ve iradeye sahip yegâne güç«
olduğu ve belirttiğimiz bu üç propagandif sütun üzerine kurulu söylemin, hiç
bir maddî temelinin olmadığını görebiliriz. Bu çerçevede AKP’nin »entegre
stratejisinin« ekonomik arka planı da ortaya çıkmaktadır.
Telgraf
stilinde belirtecek olursak; Türkiye burjuvazisinin gerek ülke içerisinde,
gerekse de Ortadoğu ve Afrika’ya açılmasında sermaye birikimi çıkarlarının
kollanması, Suudî Arabistan ve Körfez İşbirliği Ülkeleri ile ittifaka
girilerek, bölgede siyasal, ekonomik ve kültürel hegemonya kuracak bir »Sünnî
Yayının« inşası, Ortadoğu, Kafkaslar ve Doğu Akdeniz Havzası’ndaki petrol ve
doğal gaz kaynakları üzerine süren hakimîyet mücadelesinden pay alabilme
hevesleri, küresel stratejilere eklemlenme ve bundan faydalanma planları, dünya
piyasalarına açılma hedefleri; kısacası bu bütünsel ekonomik arka plan, Türkiye
egemenlerinin önüne hegemonya projesinin gerçekleştirilmesi için önce »kendi
evinin içini düzene sokma« görevini koymaktadır. Bunun için sihirli sözcük
»istikrar«dır. »İstikrarı« tehdit eden ise, en başta çözülmemiş olan Kürt
sorunudur.
Aslında
»istikrar« kırılgan Türkiye ekonomisini ifade etmektedir. Bu kırılgan
ekonominin önünde duran tehditler, hegemonya projesinin iki önemli aşil
topuğunu gün yüzüne çıkartmaktadır: Birinci aşil topuğu, dış kaynak ihtiyacıdır.
»2012 verilerine göre kabaca 71 trilyon
Dolar olan dünya hasılasında sadece yüzde 1’lik paya sahip« olan Türkiye, »hem dış kaynağa bağımlı, hem de ithalata,
özellikle enerji ithalatına bağımlıdır.«[31]
AKP’nin şu an için dış kaynak, daha doğru bir deyimle, »Petro-Dollar«
sağlayabilen tek siyasî formasyon olduğu doğrudur. Zaten bütçe kalemlerinde
»kaynağı belirsiz« meblağların ne denli yüksek olduğuna işaret eden sayılar,
hem bunu, hem de bu dış kaynakların nasıl sağlandığını göstermektedir. Ancak beklenen
büyük küresel malî kriz dalgalarından birisinin »teğet« geçmeyip, Türkiye’yi
»bodoslama« vurma ihtimali çok yüksektir. Bu durumda da siyasî formasyonun
»gücü« iflası engellemeye kadir olamayacaktır. Sönmez’in »kırılgan« dediği
ekonominin, dış kaynak girdisinin kesilmesi ve/veya yurtiçindeki ürkek yabancı
sermayenin – sadece bir süreliğine ve kısmen de olsa – geri çekilmesi
sonucunda, nasıl »tuzla buz« dağılacağını öngörmek için ekonomist olmaya gerek
yoktur. Yani, aşil topuğu kesildikten sonra, değil Achilles, dünya devi olsa ne
yazar.
İkinci
aşil topuğu ise Kürt sorunudur ve bu bağlamda Suriye’deki gelişmeler, bu aşil
topuğunu daha da korunmasız hale getirmektedir. Bir kere Kürt hareketi, her ne
kadar ağırlığını »kimlik« siyasetine veriyor olsa da, yoksul halkın taşıdığı
bir hareket. İkincisi seküler ve modern bir hareket ve kitleselliğin verdiği
özgüvene sahip. Legal siyaseti, onbinleri bulan, ki burada hareketin özellikle
solda duran aktivistlerinin hedefli tutuklanıyor olması anlamlıdır, KCK tutuklamalarına
rağmen örgütlülüğünü koruyabiliyor. Hareketi taşıyan kitleler spontane eylem
yetisine sahip ve legal siyasette, özellikle meclis grubunda öne çıkan
isimlerin yaptıkları hatalara (örneğin Sırrı Sakık) anında düzeltici tepkide
bulunabiliyor. Halkın Kürt olmayan sosyalist milletvekillerine sahip çıkması ve
HDK’ye – HDK’nin tüm zaaflarına rağmen – önem vermesi, sosyalist hareket ile
Kürt hareketi arasında olan geleneksel bağın hâlâ güçlü olduğunu
göstermektedir.
Diğer
taraftan Suriye Kürtlerinin özerklik çabaları, bu çabaların Kuzey Kürtlerince
desteklenmesi ve sahip çıkılması, buna karşın AKP hükümetinin Suriye Kürtlerine
karşı açıkça tavır alıp, islamist terör gruplarını desteklemesinin ve Barzani
yönetimini PYD’ye karşı tutum almaya itmesinin Kürt halkında yarattığı tepki,
AKP’nin Kürt hareketini tasfiye planlarının uygulanabilirliliğini hayli zora
sokmaktadır.
Kürt
hareketinin direniş yetisi ile görüşmelere itilen, ama bu görüşmeleri kendi
hegemonya projesinin lehine yönlendirmeye çabalayan AKP hükümetinin imha ve
tasfiye politikasından vazgeçmemesinin, görüşmelerin AKP açısından başarısız
kalması karşısında da bu politikayı sertleştirecek olması durumunda, çatışma
ortamının derinleşeceği ve silahlı ihtilafın Türkiye Cumhuriyeti’nin teritoryal
bütünlüğünü tehdit eden bir sürece evrilebileceği olasılığının güçleneceği
söylenebilir. Bu açıdan bu aşil topuğunun AKP’nin geleceği açısından yaşamsal
önem taşıdığını vurgulamak gerekiyor.
Aşil
topukları benzetmesi üzerinden düşünmeye devam ederek, AKP iktidarının
sanıldığı kadar güçlü olmadığı sonucuna varabiliriz. AKP’nin şu andaki asıl
gücü, muhalefetin parçalanmışlığına ve özellikle Kürt hareketi başta olmak
üzere, emek hareketinin, sosyalist hareketin ve toplumsal hareketlerin tekil
çıkarları takip etmeleri nedeniyle, aralarındaki bağlantıyı görememeleri ve
geniş toplumsal muhalefet ittifakını, var olan potansiyele rağmen örememelerine
dayanmaktadır.
Burada
Kürt hareketine, bilhassa legal Kürt siyasetine – isimle BDP meclis grubuna –
önemli sorumluluklar düşmektedir. Kürt hareketi, özgürlük uğraşlarıyla emek
sorununu birleştirip, siyaset dilini bu şekilde biçimlendiremezse, yani barış,
demokratikleşme ve eşit haklar mücadelesini, ekolojik-feminist perspektiften
emeğin kurtuluşu mücadelesi ile birleştiremezse, burjuva parlamentarizminin
çarkları arasında öğülecek ve kendi bölünmesini kolaylaştıracaktır. Legal Kürt
siyaseti, parlamenter burjuva demokrasisinin tarihinden öğrenerek,
parlamentonun sadece ve sadece bir »araç« olduğunu ve parlamento çalışmalarının,
parlamento dışı ile sıkı sıkıya bağlı olmadığı takdirde, hiç bir ilerlemeye yol
açmayacağını görmek durumundadır. Burjuva demokrasileri tarihi, her toplumsal
kazanımın, her ilerlemenin ve her iyileştirici reformun ancak güçlü toplumsal
direnişle olanaklı olduğunu kanıtlamaktadır. BDP, sokaktaki gücünün farkına
varmak zorundadır.
Yanlış
anlaşılmayı engellemek için şu notu düşmeyi gerekli görüyoruz: Bu, BDP’yi
sosyalizm mücadelesine davet anlamına gelmemektedir. Gerek Kürt hareketi
içindeki sosyalistler, gerekse de Türkiye sosyalist hareketi bu hedefi hiç bir
zaman kaybetmemiş ve hiç bir zaman vazgeçmemişlerdir. Sosyalistler, tüm
çeşitliliklerine ve tüm zaaflarına rağmen, bu uğurda toplumsal çoğunluk
kazanmak için çaba göstermeye devam edeceklerdir. Ama sosyalistler uğraşlarını,
ne zaman ulaşılacağı henüz belli olmayan sosyalist toplum oluşturma hedefiyle
sınırlamazlar, sınırlamamalıdırlar. Aksine, bugün ve burada, yani burjuva
toplumunun koşulları altında gerçekleşecek her ilerlemeyi, ezilen ve sömürülen
sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinin en ufak adımlarını
dahi, nihaî hedeflerine giden yolun taşları olarak algılar, bunları
yerleştirmek için mücadele ederler.
Tam
da bu nedenle burjuva demokrasisinin demokratikleştirilmesi, iktisatın
demokratik kontrol altına alınması, yaratılan zenginliklerin adil paylaşımının
sağlanması, her türlü »ulusal« ayrıcalığın kaldırılarak, tüm milliyetlerin ve
inançların eşit kolektif haklara kavuşmaları, gizli-açık cinsiyetçiliğe karşı
cinsiyetler eşitliğinin sağlanması, toplumsal azınlıkların özel yasalarla
korunması, seküler, sosyal ve demokratik hukuk devleti anlayışının geçerli
kılınması, emek sömürüsünün sosyal standartların yükseltilmesi ve sendikal
örgütlenmenin önündeki tüm engellerin kaldırılması yoluyla asgarî düzeye
indirilmesi, ekolojik dengenin ve doğanın korunmasını sağlayacak köklü
adımların atılması, adil vergi ve malî politikaların uygulanması ve parlamenter
demokrasinin özerklikler, yerindenlikler ve her türlü doğrudan katılım
biçimleriyle zenginleştirilmesi gibi reformları, sosyalist toplum yönünde
atılan adımlar olarak algılarlar. Sosyalistler bu yüzden Kürt hareketinin doğal
müttefikidirler.
Legal
Kürt siyaseti, kendisini var eden kitlesel tabanın yoksul Kürtler olduğunu ve
her siyasî adımının gerek milliyetlerin, gerekse de emeğin kurtuluşu için büyük
sorumluluk taşıdığını bir an için bile unutmamalıdır. Legal Kürt siyasetine
düşen görev, »baldırı çıplakların« perpespektifinden siyasetini ve çözüm
önerilerini geliştirmektir. Çünkü bu siyasetin yaratacağı olanaklardan ilk
faydalanacak olanlar Kürt yoksullarıdır. Pusulası »baldırı çıplakların«
kurtuluşuna odaklı ve çoğunluğunu ezilen ve sömürülenlerin oluşturduğu bir halk
hareketine dayanan legal siyasetin, egemenler karşısında çekinmesi için zerre
kadar neden yoktur. Gene tarihe danışarak vurgulayalım: pusulasını şaşıran,
esas ile talî olanı karıştıran ve parlamento-hükümet bürokrasisinin labirentlerinden
kaybolan, ama gene de ezilenleri ve sömürülenleri temsil ettiğini iddia eden
her legal siyaset, egemenlerin yedeğine girme kaderini paylaşmıştır. O nedenle
legal Kürt siyaseti, sosyalistler böyle düşünüyor diye değil, kendi öz var oluş
çıkarları nedeniyle kucağında doğduğu halk hareketiyle bağını hiç bir zaman
koparmamaya dikkat etmelidir.
Bunları
vurguladıktan sonra, sonuca, »ulus devleti nasıl aşacağız« sorusuna gelelim. Bu
konuda Abdullah Öcalan’ın »Demokratik Cumhuriyet – Demokratik Özerklik –
Demokratik Konfederalizm« konsepti bize önemli bazı ipuçları vermektedir. Bu
üçlü konseptin hiç bir şekilde »ulus devlet« inşasını öngörmemesi, buna karşın »devletin, iktidarın ve gücün ötesinde bir
siyasal örgütlenme ile sınıf ötesi bir siyasal öznellik« öngörmesi
nedeniyle, »radikal demokrasi« anlayışının önemli bir örneğini oluşturduğunu teslim
etmek gerekiyor. Sosyalistlerin bu konsept üzerine ve Öcalan’ın »sosyalizm«
veya Marx eleştirileri hakkında yükseltecekleri çokça itirazları var kuşkusuz.
Ama bu haklı itirazları başka bir çalışmanın konusu yapmak üzere, burada
irdelemeyi gerekli görmüyor, sadece Öcalan’ın üçlü konseptine temel oluşturan
»demokratik ulus« anlayışı üzerine durmayı önemsiyoruz.
Öncelikle
»demokratik ulus« anlayışının, Türkiye egemenlerinin yeni »ulus« anlayışına bir
alternatif oluşturduğu düşüncesindeyiz. Bizim açımızdan »demokratik ulus«, hiç
bir etniye, hiç bir millete, hiç bir »ulusa« veya inanca dayanmadan
tanımlanabilir. »Ulus devletlerin« çok uzun bir süre var olmaya devam
edecekleri gerçeğinden hareket edilse bile, sınırları içerisinde yaşanan »ulus
devletlerde« de »demokratik ulus« anlayışının mücadeleler sonucunda
yerleştirilmesi olanaklıdır. Acil ve asgarî bir alternatif program tasarlarsak
eğer, o zaman örneğin Türkiye’deki güncel anayasa tartışmalarında savunulacak
olanın, »Türk« adının yanına yeni milliyet veya milliyetler adlarını eklemek
değil, verili Türk »ulus devletinin« teritoryal sınırları içerisinde ve
anayasasında dile, dine, milliyete, etniye, cinsiyete ve kültüre kör olan bir
»demokratik cumhuriyete« dönüştürülmesi talebi olduğunu söyleyebiliriz.
Bu
talep aynı zamanda her türlü »ulusal« ayrıcalıkların kaldırılmasını, hem her
milliyetin ve inancın kendi özelliklerini koruması ve geliştirebilmesi için
eşit kolektif haklara sahip olmalarını, hem de olanaklı olan en geniş
demokratik özyönetimler/özerklikler/yerinden yönetimlerle bütün milliyetlerin
»demokratik cumhuriyet« çatısı altında özgür ve gönüllü birliğini içermelidir.
Hangi dilin, ortak coğrafyanın neresinde resmî dil, hangisinin bütünün ortak
dili olacağına hükümetler veya parlamento değil, halkların kendileri karar
vermelidir. »Demokratik Cumhuriyetin« bütün idarî birimlerinde ve kurumlarında
istisnasız herkesin kendi anadilini kullanabilmesinin, kendi anadilinde eğitim
ve öğrenim alabilmesinin koşullarının yaratılması ve toplumsal sayı açısından azınlıkta
olan grupların »Demokratik Cumhuriyet« tarafından koruma
altına alınmaları da bu talebin içeriğinde olmalıdır. »Sünni din kardeşliği«
temelinde yaratılmaya çalışılan gerici burjuva »ulus« anlayışına karşı
çıkartılabilecek ve her türlü milliyetçiliğin kendini yeniden üretme
kanallarını kesecek olan alternatif »Demokratik Cumhuriyet« talebidir. En başta
kendisinin »ulus devlet« anlayışını aşması gereken BDP meclis grubu, anayasa
komisyonlarında tek tek maddeler üzerine tartışıp, gerici »ulus« anlayışının
hep yeniden üretilmesini meşrulaştırmak yerine, bu alternatif siyaset talebine
yoğunlaşırsa, »Fırat’ın Batısı« için de çekici olan bir alternatif hâline
gelebilecektir.
Tabiî
ki »ulusu«, »ulus devleti« aştım demekle hiç bir şey aşılmıyor. »Ulus devleti«
aşmanın ilk ve temel adımı, milliyetlerin ve inançların eşitliği temelinde dillere,
dinlere, milliyetlere, cinsiyetlere ve kültürlere kör olan »demokratik
cumhuriyet« ve »demokratik ulus« anlayışını alternatif siyasî program hâline
getirmek olacaktır. Böylesi bir siyasî program, hem farklı milliyetlerden
ezilen ve sömürülenlere gerçek bir demokratikleşmeyi sağlayacak ortak
mücadeleye katılma daveti olacaktır, hem de burjuva milliyetçiliğine, refah
şövenizmine ve ırkçılığa vurulan esaslı bir darbe olarak, »milliyetlerin
demokratik cumhuriyetinde« barışçıl, özgür ve gönüllü bir araya gelişin
pusulası rolünü üstlenebilecektir.
Biz
sosyalistler tarihin sonunun gelmediğine inanıyoruz. Tarihe bakış açımız, bizi
haklı kılmaktadır. Bugüne kadar tarih, yani resmî tarih hep yenenler, hep
egemenler tarafından yazıldı. İnsanlığın var oluşu, yaşamın tüm çeşitliliği ile
üzerinde var olduğumuz gezegenin geleceği için, tarihi yeniden yazmaya başlamak
gerekiyor. Medeniyetlerin beşiği olduğu söylenen Anadolu-Mezopotamya
coğrafyasındaki gelişmeler bize, »ulusların«, egemenlerin, sermayenin değil,
»insanların«, ezilenlerin ve sömürülenlerin kaleminden tarihi yeniden ve baştan
yazma fırsatını tanıyor. Bu fırsatı kullanmanın önündeki en büyük engel,
kendimizden başkası değil. İşte bu nedenle bunu bilincimize çıkartmak ve bu
fırsatı kullanmaya çalışmak için atacağımız ilk adım, »ulusu« ve »ulus devleti«
aşmak olacaktır.
Geleceği,
»ulus devleti« aşabilenler şekillendirecektir, çünkü aynı 165 yıl öncesinde
söylendiği gibi, »kaybedecek hiç bir şeyimiz yok, ama kazanacağımız koskoca bir
dünya var«!
***
Not: Almanca alıntıların çevirisini makalenin yazarı
yapmıştır.
[1] Mümtazer
Türköne: Kürtlerin Nihal Atsız’ı: İsmail Beşikçi, Zaman gazetesi, 29 Ocak 2013.
[2] İsmail
Beşikçi: Ulus Devleti Aşmak, www.serbesti.net/?id=2471, 27 Ocak 2013.
[3] A.g.y.
İmlâ hataları internetteki yazıdadır.
[4] »Barış
İçin Öcalan’a Özgürlük Girişimi«nin düzenlediği »Çözüm ve Müzakere Süreçlerinde
Liderlerin Rolü« başlıklı uluslararası konferans, Elite World Hotel İstanbul,
13 Ocak 2013.
[5] A.g.y.
İmlâ hataları internetteki yazıdadır. A.b.ç.
[6] Bkz.:
Bildiriler – Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu, Köksüz Yayıncılık, İstanbul
2013, S. 138.
[7] A.g.e.,
S. 143.
[8] Karl
Kautsky: Nationalität und Internationalität (Milliyet ve Enternasyonalite),
Stuttgart 1908, S. 12-17.
[9] Bkz.:
Karl Marx – Friedrich Engels: Marx-Engels-Werke (MEW-Toplu Eserleri), Cilt 9 ve
10, Dietz Verlag Berlin, 1985.
[10] Karl
Marx/Friedrich Engels: Britische Politik – Deisraeli – Die Flüchtlinge –
Mazzini in London – Türkei (Britanya Siyaseti – Disraeli – Mülteciler – Mazzini
Londra’da – Türkiye), Türkiye tanımlamasına »Toprak Aristokrasisi« dipnotu
düşülmüş, New York Daily Tribune, No. 3736, 7 Nisan 1853, MEW, Cilt 9, S. 8.
[11] Ayşe
Hür: Ne mutlu ›Türküm diyene« mi? Ne mutlu ›Türk olana‹ mı?, Radikal gazetesi,
3 Şubat 2013; Bkz.: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1119711&Yazar=AYSE-HUR&CategoryID=97
[12] Marx/Engels:
A.g.e., S. 17.
[13] 6
Şubat 1853’de Milano’da İtalyan devrimci Mazzini’nin, devrimci Macar
göçmenlerince desteklenen taraftarlarının başlattığı ayaklanma. Çoğunluğunu
yurtsever İtalyan işçilerinin oluşturduğu ayaklanmacıları hedefi, İtalya’nın
Avustruya egemenliğinden kurtarılmasıydı. Ancak reel durumu dikkate almayan
ayaklanmacılar kısa sürede geri püskürtülüp, yenilgiye uğratıldılar. Karl Marx
konuyla ilgili bir çok makaleyi yayınlamıştı.
[14] Rosa
Luxemburg: Nationalitätenfrage und Autonomie (Milliyetler Sorunu ve Özerklik),
derleyen ve Lehçe’den Almanca’ya çeviren Holger Politt, Karl Dietz Verlag
Berlin, 2012, S. 53-54.
[15] Özgür
Bireyler Topluluğu: Beşikçi ile Kürdistan’ın birlikte yargılanması ve
Ulusal-Demokratik-Cephenin ilk adımı! Bkz.: http://www.nasname.com/Biz-Kimiz?/7425.html.
A.b.ç.
[16] Kemal
Burkay: Eşitlik temelinde bir çözüm istiyoruz, bunun biçimi federasyondur.
Bkz.: http://www.ilkehaber.com/yazi/esitlik-temelinde-bir-cozum-istiyoruz,-bunun-bicimi-federasyondur-5967.htm.
A.b.ç.
[17] T.C.
Başbakanı Recep T. Erdoğan’ın »Otur
oturduğun yerde. Makamsa makam, milletvekilliğiyse milletvekilliği,
parlamentoya da giriyorsun, cumhurbaşkanı da oluyorsun. Ne istiyorsun? Rahat
ol« demesi, bunun teyididir. Bkz.: http://siyaset.milliyet.com.tr/kurt-sorunu-diye-bir-sey-tanimiyorum/siyaset/siyasetdetay/21.01.2013/1658062/default.htm.
[18] İsmail
Beşikçi: »Ulus Devleti Aşmak« Yazısına Bir-İki Not, 28 Ocak 2013. Bkz.: www.serbesti.net.
A.b.ç.
[19] Bkz.:
Polny sbornik platform wsech russkich polititscheskich parti (Rus siyasî
partilerinin pozisyonlarının eksiksiz koleksiyonu), St. Petersburg 1906, S.
19-28.
[20] Bkz.:
Verhandlungen und Beschlüsse des Internationalen Sozialistischen Arbeiter- und
Gewerkschafts-Kongress zu London vom 27. Juli bis 1. August 1896 ( 27 Temmuz –
1 Ağustos 1896 Londra Enternasyonal Sosyalist İşçiler ve Sendikalar
Kongresi’nin Görüşmeleri ve Kararları), Berlin 1896, S. 18. A.b.ç.
[21] Luxemburg:
A.g.e., S. 50-51. A.b.ç.
[22] Bkz.:
(Alm. Wikipedia) http://de.wikipedia.org/wiki/Brünner_Programm.
[23] Bkz.:
26 Aralık 2006 tarihli Vatan gazetesi. http://rusencakir.com/Peter-Galbraith-Bagimsiz-bir-Kurt-devleti-Turkiyenin-uydusu-olur/665.
[24] Bkz.:
http://barismeclisi.com/index.php?option=com_content&view=article&id=439:oecalan-tab-k-padah-del
[25] Ferda
Çetin: Hewler’de BDP’ye rakip parti kuruluyor, 4 Şubat 2013 tarihli Yeni Özgür
Politika gazetesi. Bkz.: http://yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nivis&id=3280
[26] Bkz.:
http://www.gazeteport.com.tr/haber/119842/turk-ve-kurt-milliyetciligine-karsiyiz
[27] Mümtazer
Türköne’den yapılan tüm alıntılar için Zaman gazetesinin internet sayfasında
yayınlanan yazılarına, örneğin:
http://zaman.com.ter/mumtazer-turkone/anayasayi-turk-yapmak_2051215.html
bakınız.
[28] Bkz.:
http://www.aksam.com.tr/kalkinmanin-temel-sarti-demokrasiyi-benimsemek--134567h.html.
[29] Bkz.:
http://www.haber3.com/guneydoguya-yatirim-akiyor-622492h.htm#ixzz2KWKndSgP.
[30] A.g.y.,
a.b.ç.
[31] Mustafa
Sönmez: Aç tavuğun Kürt petrolü rüyası (1). Bkz.: http://www.sendika.org/2013/02/ac-tavugun-kurt-petrolu-ruyasi-1-mustafa-sonmez-cumhuriyet/