Alman
şansölyesi Angela Merkel 24 – 25 Şubat 2013’de Türkiye’yi ziyaret edecek.
Merkel’in basın sözcüsü ziyarette her iki ülkede Alman-Türk üniversitelerinin
kurulma planlarının görüşüleceğini açıklamış olsa da, asıl görüşme
başlıklarının daha farklı olacağını herkes biliyor. Bunların başında şüphesiz
Suriye ve bölgedeki gelişmeler duruyor.
Merkel’i
kısa zaman sonra takip edecek diğer isim ise, Fransa başkanı François Hollande.
Çekirdek Avrupa’nın taşıyıcısı bu iki ismin peşpeşe Türkiye’ye gelecek olması
ve bu çerçevede önceden verilen sinyaller, AB-Türkiye ilişkilerinde bazı
değişiklikler olacağına işaret ediyor. Ama bu değişiklikler, AKP hükümetinin iç
politikada puan toplamak amacıyla dile getirdiği – Şanghay İşbirliği Örgütü
gibi - »yeni arayışlarla« değil, AB’nin »yeni« Türkiye değerlendirmeleriyle
doğrudan bağlantılıdır.
Gerek
Almanya, gerekse de Fransa karar vericileri, Türkiye’nin AB üyeliğine uzun
zamandır pek sıcak bakmıyorlardı. Merkel’in 2012 Kasım’ında sarf ettiği »Biz
Türkiye’nin tam üyeliğine karşıyız, ama önemli bir ülke olan Türkiye’yi
kaybetmek de istemiyoruz« sözleri hâlâ hafızalarda. Fransa da son döneme kadar
muhafazakâr başkan Sarkozy’nin blokaj pozisyonunda duruyordu. Ancak geçen hafta
Ahmet Davutoğlu ile buluşan Fransa dışişleri bakanı Laurent Fabius, AB’nin
bölgeler politikasını ilgilendiren 22.
müzakere başlığının açılmasına yönelik Fransa vetosunun kalktığını
»müjdeledi«.
AB
bürokrasisinde »küçük, ama önemli« diye nitelendirilen bu adım hayli
soğukkanlılıkla karşılandı, çünkü henüz sevinmek için bir neden yok. Bugüne
kadar 35 müzakere başlığından sadece bir tanesi »halloldu«. Ayrıca 12 başlık
açıldı, ama Kıbrıs ihtilafı nedeniyle bloke durumdalar. Gene de Fransa’nın
açıklaması AKP’nin »başarı hanesine« not edilecek. AB bürokrasisinin
koridorlarından haber alanlar, Paris’in Türkiye’ye yönelik siyasetini
değiştirmesi için özellikle Berlin’in bastırdığını biliyorlar. Peki, Türkiye’ye
en fazla »imtiyazlı ortaklığı« öngören Almanya’nın bu tavır değişikliğinin
ardında ne yatıyor?
Değerlendirmede
revizyon
Türkiye
özellikle son yıllarda Alman sermayesinin en önemli partnerlerinden birisi
hâline geldi. Hâli hazırda 5.000 Alman şirketi Türkiye’de üretim yapıyor ve faaliyet
gösteriyor. Erdoğan’ın son Avrupa ziyaretlerinde yaptığı açıklamalar,
Brüksel’de »Erdoğan seçim kampanyası için AB’den daha olumlu bir tavır
bekliyor« biçiminde algılandı. Ve Türkiye-Almanya ticaretindeki reel sayılar,
Erdoğan’ın bu beklentisinin yerine getirilmesini sağlamak için güçlü bir
pozisyon yakaladığını gösteriyor: 2012’de Türkiye’nin Almanya’ya yönelik
ihracatı 14 milyardan 13 milyar Dolar’a gerilerken, Irak’a – özellikle Güney
Kürdistan’a – yönelik ihracatının yaklaşık 11 milyar Dolar’a yükselmiş olması,
Alman sermayesini kaygılandırmaya yetmiş gibi görünüyor.
Ancak
bu, resmin sadece bir detayı. Merkezi Berlin’de olan ve hükümete yakınlığıyla
tanınan Bilim ve Siyaset Vakfı uzmanı Günter Seufert, Berlin ve Paris’in
»Türkiye konusundaki hareketsizliğin Avrupa’nın pozisyonunu zayıflattığını«
görmeleri gerektiğini ve »müzakere süreci yürümediği takdirde herhangi bir
yaptırım şansının olmadığını« belirtiyor. [1] Erdoğan’ın İslam Dünyası, Rusya
ve Çin ile flört etmesi ve »günden güne güçleniyoruz« pohpohlanmasında
bulunması, AB elitlerini rahatsız ediyor, ama aynı zamanda Türkiye
değerlendirmelerinde revizyona gitmeye zorluyor.
Bugüne
kadar Almanya ve Fransa’daki karar vericiler arasında yaygın olan görüş, farklı
bir kültür çevresine ait olan Türkiye’nin Avrupa’da yeri olamayacağıydı. Aynı
zamanda Türkiye’nin AB üyeliği sorusunun her defasında – özellikle seçimler
öncesinde – Avrupalıların refah şövenisti ve Türkiye karşıtı tavırlarını »oya«
dönüştürmek için iç politika malzemesi hâline getirilmesi, vazgeçilmez bir muhafazakâr
gelenek hâline gelmişti. Bu nedenle en iyimser olanlar bile, Türkiye’nin 25
yıldan önce AB üyesi olamayacağını ifade ediyorlardı.
Ancak
küresel gelişmeler ve Türkiye sermayesinin sermaye birikiminin zorladığı
bölgesel emperyalizm hevesleri, algının değişmesine, değerlendirmelerin yeniden
ele alınmasına neden oluyor. AB içi tartışmalarda Türkiye’nin Avrupa
standartlarındaki bir demokrasiye sahip olmadığını kabul etmek gerektiği, ama
buna rağmen yola devam edilmesinin AB’nin çıkarlarına olduğu görüşü ağırlık
kazanıyor.
Büyük
tekellere danışmanlık yapan emekli Alman amirali Ulrich Weisser bu görüşü
ısrarla savunanlardan. Weisser şöyle yazıyor: »Öylesine iyi gerekçelendirilmiş
olan ve kendi sistemimiz için vazgeçilmez ilkelerin, AB üyeliği konusunda tek
geçerli ölçü olarak kalıp kalmayacağını kendimize sormalıyız. Halbuki
çıkarlarımız, güvenliğimiz, iktisadî işbirliklerimiz ve istikrarsız stratejik
bir bölgede etkide bulunma olanaklarımız Türkiye’nin jeopolitik değerini
dikkate almamızı gerektirmektedir.« [2]
Weisser,
Javier Solana ve Robert Cooper türünden pragmatik AB elitlerinin çizgisinde
düşünüyor ve »iyi huylu emperyalizmin« (Solana) çıkarları için burjuva
demokrasisinin ilkelerinden feragat edilebileceğini belirtiyor. Hatta bu
noktada Çekirdek Avrupa anlayışının gereğini yerine getirmeyi, yani »iki farklı
hızda yol alan AB« konseptini öneriyor ve bu şekilde Türkiye’nin »esnekleşen«
bir AB’nin üyesi olabileceğini savunuyor.
Paris ve
Berlin’in bu önerilere sıcak bakıp bakmadıklarını söylemek için henüz erken.
Çünkü görüldüğü kadarıyla Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik »kültürel« itirazlar
şu an için ağır basıyor. Ancak gene de, devlet politikalarının duyguların
değil, reel çıkarların yönlendirdiği gerçeğinden hareketle, Türkiye’nin
bölgedeki, bilhassa Rusya, İran, Irak, Suriye ve İsrail’le değişmekte olan
ilişkilerinin, ABD’nin bölgeye yönelik stratejilerinin ve Türkiye’nin
jeostratejik konumunun AB’nin siyasetini yönlendirmek için sürekli olarak hep
yeniden değerlendirmeye tutulduğu söylenebilir.
Çıkar
çelişkileri ve ortak çıkarlar birliği
Türkiye’nin
2001 krizinin ardından uyguladığı konsolidasyon politikaları, özellikle güçlü
bir toplumsal desteğe sahip olan AKP hükümetleri dönemindeki uygulamalar sonucu
elde ettiği iktisadî başarılar, her ne kadar kırılgan bir ekonomi olsa da,
Türkiye egemenlerine göze çarpan bir özgüven verdi. Bu özgüven ile bölgesel
emperyalizm heveslerine kapılan ve küresel stratejilerden daha büyük paylar
alabileceği kanısında olan Türkiye karar vericileri, giderek AB’den bağımsız
analizler yapmaya başladılar, ki bu ülkenin karşı karşıya kaldığı koşulların da
bir zorlamasıydı.
Enerji
bağımlılığı, Türkiye karar vericilerinin stratejilerini geliştirirken dikkate
almak zorunda oldukları en önemli etken. Örneğin AKP, İran konusunda AB’den çok
farklı düşünüyor. Tarihsel ilişkiler, 15 milyar Dolar’lık ticaret hacmi, uzun
ortak sınır, ortak sorunlar (bilhassa Kürt sorunu) ve İran gazına olan
bağımlılık, AKP’yi AB’nin tersi bir pozisyon almaya zorluyor. AKP, Batı’nın
İran nükleer programını engelleme girişiminin tersine, sorunun tüm Ortadoğu’yu
kapsayan, yani İsrail’in nükleer programını da içerecek bir konseptle
çözülebileceğini savunuyor. Türkiye her ne kadar Suudî Arabistan ve Körfez
ülkeleriyle birlikte bir »Sünnî hegemonya projesini« takip etse de, İran’ın
bölgedeki etkisinin, gücünün çok iyi farkında ve olası bir Batı-İran savaşında
en çok zararın Türkiye’ye düşeceğini görebilecek kadar gerçekçi.
Diğer
yandan sıkı iktisadî işbirliğine dayanan Türkiye-Rusya ilişkileri de, AB’nin
çıkarlarına ters yönde seyrediyor. Rusya, bilhassa enerji sektöründe
Türkiye’nin en önemli partnerlerinden birisi hâline geldi. Basına yansıyan
haberler, şu an 18 milyar Doları bulan ticaret hacminin katlanarak artırılması
için adımların atıldığını gösteriyor. Rusya doğal gazına olan bağımlılıklarını
azaltmak isteyen Çekirdek Avrupa ülkeleri, hummalı bir alternatif arayışı (örn.
Nabucco Boru Hattı) içerisindeyken, Avrupa’ya doğal gaz satışına bağımlı olan
Rusya ise, Karadeniz’den Batı Avrupa’ya doğal gaz nakliyatını güvence altına
almak için inşa ettiği »South Stream« boru hattı için Türkiye ile işbirliğini
arıyor.
Bunlarla
birlikte Türkiye, Suriye’deki gelişmeleri belirleyen en önemli ülke hâline
geldi. Suriye ile olan 877 kilometrelik sınır, sözde Suriye muhalefetinin
Türkiye topraklarından beslenmesi ve AKP’nin islamist terör gruplarını önemli
ölçüde kontrol altında tutabiliyor olması, AB’nin Türkiye olmaksızın Suriye’de
belirleyici aktörlerden birisi olabilmesini neredeyse olanaksızlaştırıyor. Bu
açıdan Türkiye’nin AB karşısında aldığı, »siz olmadan da yolumuza devam
edebiliriz« tavrının içi kof bir tehdit olmadığını söylemek için yeterince
neden var.
Gene de
Türkiye egemenleri ile AB karar vericileri arasındaki çelişkiler Türkiye’nin Avrupa’dan
uzaklaştığı anlamına gelmemektedir. Tam aksine, Türkiye’nin başta NATO olmak
üzere Batılı emperyalist güçler ile olan ilişkisi, şimdiye kadar olmamış
biçimde güçlü ve sürdürülebilir seviyededir. Hatta AKP hükümeti ile onları
destekleyen sermaye fraksiyonlarının uzun vadeli egemenlik çıkarları ile AB’nin
ve ABD’nin Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu-Üçgeni’ndeki iktisadî, siyasî ve
stratejik çıkarları örtüşmektedir. Bu ilişkilerde değişmiş olan, Türkiye
egemenlerinin AB ile olan ilişkilerinde daha güçlü bir pozisyon kazanmış
olmalarıdır. Ancak bu güçlü pozisyonu uzun süre ayakta tutabilmek, kırılgan
ekonomi ve çözülememiş olan Kürt sorunu nedeniyle, Türkiye egemenleri için hiç
te kolay olmayacaktır.
Almanya
ve Fransa, Türkiye’nin hem bu güçlenen pozisyonunun, hem de karşı karşıya kaldığı
rizikoların çok iyi farkındadır. Türkiye’nin bölgesel güç hâline geldiği, hatta
girdiği stratejik ortaklıklar sayesinde bölgede belirleyici güçlerden birisi
olmak üzere olduğu, ABD ve Britanya’nın desteğine sahip olduğu, henüz ekonomik
büyümesinin devam ettiği, bu büyümenin yarattığı sermaye birikiminin Ortadoğu
ve Afrika’ya açılma stratejilerini zorladığını ve AKP hükümetinin hâlâ geniş
bir toplumsal desteğe sahip olduğu bilinmektedir. Ancak Türkiye’nin »yumuşak
karnını« oluşturan tüm ihtilaflar, ülke ekonomisinin sıcak paraya olan müthiş
ihtiyacı, Kürt hareketinin kitlesel direniş dinamiği ve istikrarsızlığı
kronikleşmiş Ortadoğu’da her an beklenmedik gelişmelerin bütün planları altüst
edebileceği de hesaba katılmaktadır.
Aslına
bakılırsa AB’nin, daha doğrusu Almanya ve Fransa’nın Türkiye’ye yönelik olan
siyasetlerinde esaslı bir rota değişikliğini gerektirecek şartlar henüz
olgunlaşmamıştır. Türkiye’ye yönelik siyasetlerinde »yeni« olan, bir tarafta AB
dışından da destek bulabilmiş ve bu şekilde müzakere gücünü artırabilmiş olan
bir partnere verilebilecek ek tavizlerin ne olabileceğinin araştırılması, diğer
tarafta da AB’nin kendi yapılanmasını değişen koşullara uyumunu sağlama
çabalarıdır.
Gerek
Merkel, gerekse de Hollande Türkiye’yi ziyaret etmeye elleri boş gelmeyecek,
muhtemelen de elleri boş dönmeyeceklerdir. Bir kere Merkel de, Hollande da
önümüzdeki on yıl içerisinde Türkiye’nin AB’ne üye olamayacağını çok iyi
bilmekteler. Kıbrıs karşılıklı olarak »şartlı rehin« hâlindedir. Kıbrıs sorunu
var olduğu, yani Türkiye Kıbrıs’ın AB ile olan Gümrük Birliği’ne dahil edilmesini
engellediği müddetçe, açılmış olan 12 müzakere başlığının halledilmesinin
olanaksız olduğunu Paris de, Berlin de, Ankara da bilmektedirler. Kaldı ki daha
açılmamış olan müzakere başlıklarının halledilmesi de uzun bir süre alacaktır.
Formel açıdan müzakere başlıklarının halledilmesi, Türkiye’nin AB’ne üye
olmasının değişmez önkoşuludur. Bu önkoşulun da önümüzdeki on yıl içerisinde
yerine getirilmesi olanaksız olacağına göre, Merkel’in de, Hollande’ın da
müzakere sürecinin devam etmesi yönünde verecekleri sözler, onları hiç bir
siyasî rizikoya sokmayacaktır.
Diğer
yandan AKP hükümeti de bölgedeki gelişmelerin, özellikle Suriye’de umut edilen
rejim değişikliğinin hâlâ gerçekleşmemiş olması ve aynı zamanda Tunus ve
Mısır’daki yönetim krizlerinin, o hülyası görülen bölgesel önderliğin çok
sınırlı olduğunu gösterdiğini ve bölgesel önder olabilmek için AB’nin
desteğinin gerektiğini kavramış durumda. Zaten Almanya dışişleri bakanı Guido
Westerwelle’nin bugünlerde Türkiye’nin AB’ne yakınlaştırma sürecinin
hızlandırılmasını istemesi de, Türkiye’nin AB’nin desteğine ihtiyacı olduğunu
görmesindendir.
Bu
karşılıklı reel bağımlılıklar, ister istemez karar vericilerin esnek reel
politikalar geliştirmelerine ve pragmatik davranmalarına neden olmakta. O
nedenle gerek Merkel’in, gerekse de Hollande’ın Türkiye’ye çantalarında çeşitli
»hediyelerle« gelecek olmaları büyük bir olasılıktır. Getirecekleri
»hediyelerin« arasında şüphesiz Avrupa’daki Kürt kurumlarına yönelik sertleşme
politikaları, askerî yardımlar ve bir dizi yatırımlar olacaktır. Ama en büyük
»hediye« Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına AB’de serbest dolaşım hakkının
verilebileceği vaadi olacaktır. Bu ise »ev sahibinin« ne kadar »misafirperver«
olacağına, yani karşılığında neleri vermeye yanaşacağına bağlıdır. Önümüzdeki
yerel seçimler ve bilhassa ilk kez gerçekleştirilecek olan cumhurbaşkanlığı
seçimleri düşünülecek olursa, »Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına serbest dolaşım
hakkını söke söke alan lider« olma düşüncesinin, Erdoğan için ne denli çekici
olabileceği tahmin edilebilir. Asıl mesele, Erdoğan’ın böylesi bir desteğe
karşı ne kadar bonkör olmayı göze alabileceğidir.
Merkel’in
Türkiye ziyaretine Almanya açısından baktığımızda ise, Almanya’nın Türkiye
siyasetinde sadece taktiksel bir değişimin söz konusu olduğu görülebilir. Çünkü
bu siyasetin özü, Kaiser Wilhelm döneminden beri değişmemiştir ve sadece
Almanya sermayesinin iktisadî, siyasî ve stratejik çıkarlarının korunması
üzerine kuruludur.
***
[1]
Bkz.: 19 Şubat 2013 tarihli Frankfurter Rundschau gazetesi: http://www.fr-online.de/politik/eu-beitritt-annaeherung-an-die
-tuerkei, 1472596,21861424.html
[2]
Ulrich Weisser: Für eine Revision der Türkei-Politik (Türkiye siyasetinin
revizyonu için), 31 Ocak 2013 cicero.de