Almancada bakar-körlüğü tanımlayan güzel bir deyiş
var: »Ağaçların çokluğundan ormanı görememek«. PKK gerillalarının çekilmesinin
başladığı, uluslararası silah tekellerinin ülkede cirit attığı, Suriye’deki iç
savaşın bölgeye yayılma tehlikesinin akut olduğu, sınıf çelişkileri ile sosyal
ihtilafların keskinleştiği ve otoritarizmin devlet aklı hâline geldiği bir
dönemde yürütülen »barış ve demokratikleşme« tartışmalarındaki bakar-körlük
hayli belirgin. Halbuki dönem »kartal olmayı« gerektiriyor.
Türkiye ve Kürdistan’daki güncel gelişmeler,
müthiş bir değişim dinamiğine sahip olmakla birlikte, son derece heyecan
verici. Heyecan verici çünkü, sadece tek bir devletin değil, dört devlet ile
büyük bir coğrafî bölgenin, küresel etkileri olacak bir dönüşümü söz konusu.
Ancak ucu açık olduğundan, bu dönüşüm sürecinin kimin lehine, kimin aleyhine
olacağı belli değil.
Tam da böylesi bir dönemde ezilenler ve
sömürülenlerden yana olanların alacağı tutarlı tavır, sayıları ne denli az,
güçleri ne kadar zayıf olursa olsun, tarihsel gelişmelere etkide bulunacaktır.
Tutarlı tavır, bakar-körlükten kurtulmayı gerektirir. Bu ise ancak doğru
soruları sorarak, »neyin ne olduğunu söyleyerek« ve gelişmeleri bağlantıları ile
analiz ederek olanaklı olacaktır.
»Kimin için, kiminle birlikte, kime karşı mücadele
verilecek« sorusu, şüphesiz sorulacak ilk sorulardandır. Bu sorunun yanıtı aynı
zamanda »ne için« mücadele edilmesi gerektiğini de açıklayacaktır. Eğer her
siyasî formasyonun belirli sosyal sınıf ve katmanların gereksinim ve
çıkarlarının bir ifadesi olduğu konusunda hem fikir isek, o zaman ezilenler ve
sömürülenlerden yana olanların, »insanın aşağılanan, köleleştirilen, terk
edilen, hor görülen bir varlık olduğu bütün koşulları alaşağı etmeyi« bir
kategorik emir kipi olarak kabul etmeleri gerektiği sonucuna varırız.
Pekâlâ, bu kategorik emir nasıl uygulanacaktır –
toplum böylesine parçalanmış, egemenler böylesine birleşik, muhalefet böylesine
bölük-pörçükken? En başta daha ileri hamleler yaparak ve elde edilen
kazanımlarla yetinmeyerek! Yani, ezilenlerin ve sömürülenlerin çıkarlarını daha
radikal savunarak, sınırsız demokrasi taleplerini daha güçlü seslendirerek.
Lenin’in »O, bir kartaldı« dediği Rosa Luxemburg
1918’de taslak olarak kaleme aldığı ve Paul Levi tarafından 1922’de olduğu gibi
yayımlanan »Rus Devrimi Üzerine« başlıklı makalesinde bize önemli bir ipucu
veriyor: »Devrimlerin hiç birinde ›altın orta yol‹ ayakta kalamaz. [Devrimin]
doğa yasası acil kararları gerekli kılar: Ya lokomotif tarihsel yükselişin en
uç noktasına kadar son süratle ilerletilecektir, ya da kendi ağırlığıyla çıkış
noktasına geri kayacak ve yarı yolda zayıf güçleriyle geriye dönüşü durdurmak
isteyenleri kurtulamayacak bir biçimde uçuruma sürükleyecektir.«
Güncel süreci tetikleyen hiç şüphesiz kitlesel
Kürt hareketidir – bu hareketin taşıyıcısı ve itici gücü ise Kürt yoksulları ve
Kürt kadınlarıdır. Bu nedenle genelde kitlesel Kürt hareketi, özelde ise BDP
gelinen bu aşamadan itibaren geliştirecekleri siyasette esas ile tali olanı, öz
ile tesadüfî olanı ayırt etme becerisini gösterme yükümlülüğünü
taşımaktadırlar. Bilhassa parlamenter temsilîyet olarak BDP’nin sosyal
içgüdüsüne daha çok güvenmesi, rehavet yerine kitle inisiyatifini teşvik etmesi
ve formel demokrasinin çerçevesini, sınırsız demokrasi taleplerini savunmak
için kullanması gerekmektedir.
Sınırsız demokrasi, radikal bir taleptir ve hem
milliyetler sorununun çözüm adımlarını içermesi, hem de
sosyal-feminist-ekolojik özü taşıması nedeniyle, en başta milliyetlerinden,
cinsiyetlerinden ve inançlarından bağımsız bütün ezilenler ve sömürülenlerin
yaşamsal çıkarının bir ifadesidir. Ama sınırsız demokrasi talebi, aynı zamanda
modern ve laik yaşam biçimini sahiplenen şehirli orta katmanların, vicdan özgürlüğünü
savunan dindarların, farklı inançların ve her milliyetin kolektif ve bireysel
haklarının çıkarınadır.
Bu gerçek, »kimin için, kiminle birlikte«
sorusunun yanıtını vermektedir. Ezilenler ve sömürülenlerden yana olanların
görevi, »Demokratik Ulus – Demokratik Cumhuriyet – Demokratik Anayasa« ilkeleri
temelinde bu yanıtın gereğini yerine getirmektir. Bu ise, ne »CHP faşisttir«
indirgemeciliği, ne »süreç AKP’ye yarıyor« banalliği, ne de formel demokrasiye
güvenme naifliği ile başarılabilir.
»Hak verilmez, alınır« sözü boş bir söylem değil,
güncel sürecin gerçeğidir.