»Toplumsal
Adalet« dergisinin Mayıs 2013 sayısında yayımlandı.
Yıllardan beri
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde dikkat çeken bir fenomen nihâyet Almanya’ya da
ulaştı: Alternative für Deutschland – AfD (Almanya için alternatif) adlı parti
ile sağ popülizm Almanya’da da siyasî formasyonuna kavuştu. 14 Nisan 2013’de
Berlin’de kurulan AfD şimdiden Almanya medyasını hayli meşgul edecek gibi
görünüyor. Peki, bu partinin Almanya siyasî sahnesindeki etkisi ne olacak?
Alman
muhafazakarları yıllarca »CDU/CSU« partilerinin sağında başka bir partiye »yer
bırakmayacaklarını« açıklıyor ve öncelikle aşırı sağ/ırkçı partilerin Federal
Parlamento’da yer almalarını engelleyen bir pozisyonda duruyorlardı. Ancak bu
pozisyon, Hristiyan Demokratların siyasetlerini milliyetçi ve sağ popülist
söylemle yönlendirmelerini de gerektiriyordu. 1960lı yıllardan bu yana da bu
politikanın başarılı olduğu söylenebilir.
Diğer yandan
Almanya’nın AB bütünleşme politikalarından en fazla faydalanan ülke olması,
süregiden iktisadî ve malî krizlerin »kazananı« hâline gelmesi ve dünyanın en
zengin ihracat ülkelerinden birisi olma konumunu koruyabilmesi nedeniyle,
Avrupa’nın diğer ülkelerinde başarı kazanan ve genellikle AB karşıtı programla
büyük oy potansiyeline kavuşan sağ popülistlerin Almanya’da aynı başarıyı
gösterebilmeleri beklenmiyordu. Ortaya
çıkan ve Almanya’nın »demokratik konsensüsü« çerçevesinde Nazi’lerle
ortaklıktan kaçınmak zorunda kalan sayısız parti deneyimi bu nedenle marjinal kalmıştı.
Geleneksel
burjuva partilerinden ayrılan ve çoğunlukla yerel ya da eyalet düzeyinde
örgütlenen kimi sağ popülist hareket, yerel ve eyalet düzeyinde parlamenter
engelleri aşabilse de, Federal Parlamento için geçerli olan yüzde 5 barajını
aşamamıştı. Buna rağmen araştırma kurumları, Alman halkı arasında yaygın olan
yabancı düşmanı, ırkçı ve refah şovenisti yaklaşımlar nedeniyle, yüzde 20 – 25
arasında bir sağ popülist potansiyelin olduğunu tespit etmişti. Özellikle Avro
Bölgesi’ndeki kriz, burjuva basınında »Almanya iflas eden ülkeleri finanse
etmek zorunda« propagandası, orta katmanlardaki korkunun derinleşmesine neden
oldu.
Alman sermayesi,
hem bu korkulara reaksiyon göstermek, hem de çalışan sınıflar arasında var olan
parçalanmışlığı sürdürebilir tutabilmek amacıyla, bilhassa sendika üyelerinin
belirgin kesimlerini oluşturan çekirdek kadrolara toplu iş sözleşmelerinde
çeşitli tavizler verdi. Örneğin metal iş kolunda 2013 toplu iş sözleşmelerinde
bir kaç saatlik toplantı sonrasında yüzde 4,3 düzeyinde ücret artışı kabul
edildi. Daha önceleri yüzde 2 gibi cüzî artışlar için dahi haftalarca
müzakereleri dayatan, hatta sendikaların uyarı grevlerine gitmelerinden dahi
çekinmeyen metal sanayicilerinin bu kadar kısa zamanda böylesi bir artışı kabul
etmeleri, hatta otomotiv tekellerinin çekirdek kadrolarına »çok kâr yaptık«
gerekçesiyle kendiliğinden 6 ila 8 bin Avroluk »prim« vermeleri, sol
sendikacılar arasında »sus payı« olarak değerlendirilmişti.
Gerçekten de
çalışan sınıfların sendikal örgütlülüğünün hayli yüksek olduğu Almanya’da
1990lı yıllardan sonra hızlanan neoliberal dönüşüm ve bu çerçevede Alman sosyal
devleti anlayışının ciddî erozyona uğratılması, geniş kitleler arasında
siyasete duyulan güvenin azalmasına ve toplumsal hareketlenmelere neden olmuştu.
2003’de sosyaldemokrat-yeşiller hükümetinin uyguladığı sosyal kırım
politikaları ise, Almanya’da hiç beklenmeyen bir dinamiğe: Almanya çapında
örgütlü bir sol/sosyalist partinin ortaya çıkıp, parlamenter başarı
göstermesine neden olmuştu. Bu gelişme, artık iktisadî ve sosyal
politikalarında aralarında sadece nüans farkı olan, tek tipleşmiş geleneksel
partilerin »alternatifinin« gerçekçi olabileceğini göstermişti.
Böylesi bir
alternatifin ortaya çıkması, peş peşe Federal Parlamento’ya girmesi, bir tarafta
geleneksel partilerin yeniden »sosyal söyleme« sarılmalarına ve ihracat
şampiyonu Alman sermayesinin elde ettiği kârlardan »kırıntı« sayılacak paylar
vermeye yanaşmasına neden oldu. Bilhassa 1990lı yıllarda göçmenlere yönelik
»günah keçisi« politikasıyla refah şovenizminin teşvik edilmesi taktiğinin
2000li yıllarda yeterince etkisinin kalmayacağı görüldü. Sol Parti, sendikalara
ve toplumsal hareketlere yakınlığı ile muhalefet dinamikleri üzerinde daha
etkin olmaya başlamıştı.
Hristiyan
Demokratların »sosyaldemokratlaşması«, SPD ve Yeşillerin »sosyal konuları«
yeniden parti retoriğine alması, krizlerden ve neoliberal dönüşümden etkilenen,
korku toplumunun çekirdeğini oluşturan refah şovenisti kimi orta katman
mensubunun yeni arayışlara girmesine neden oldu. Nitekim aralarında Alman
Sanayiciler Birliği eski başkanı Hans Olaf Henkel ile onlarca üniversite
profesörünün olduğu bir ekip, AB ve Avro karşıtlığı ile eski D-Mark özlemini
sağ popülist söylemle birleştirerek yeni bir formasyonla ortaya çıktılar. İşte
AfD böylesi bir siyasî formasyondur.
Parti programına
bakıldığında, aşırı sağ ile Neofaşist hareket arasında kalın bir çizgi koyan
AfD, temel talep olarak Almanya’nın Avro Birliği’nden çıkarak, yeniden D-Mark’ı
para birimi olarak uygulamaya sokmasını, koruyucu tedbirlerle AB içerisinde
gümrük sınırlarını düşünerek, Almanya’nın iç pazarının AB içinde de koruma
altına alınmasını v. b. gerici pozisyonları savunmakta. Partinin kısa süre içerisinde
7.500 üyeye sahip olması ve seçim anketlerinin partiye şans tanınması, AfD’nin
ciddîye alınacak bir formasyon olduğunu göstermekte.
Ancak, AfD’nin
2013 Eylül’ünde yapılacak olan Federal Parlamento Seçimlerinde başarı elde
edebileceğini söylemek için henüz erken. Aslına bakılırsa, sağ popülizmin bu
taarruzunun öncelikle hedefi de bu değil. Çünkü böylesine bir siyasî gücün
ortaya çıkması en başta muhafazakâr ve liberallerin siyasî söylemlerini ve
programatik hedeflerini etkileyecek. Her ne kadar kimi yorumcu AfD’nin
iktidardaki muhafazakâr-liberal hükümet için bir tehdit oluşturduğunu belirtse
de, tam tersi olacaktır. Sağdan gelecek olan baskı, »kendi sağlarında« başka
partilere »yer bırakmayacak« CDU/CSU ve FDP’nin neoliberal iktisat
politikalarını sertleştirmelerine ve sağ popülist söylemi parti retoriğine daha
güçlü bir şekilde almalarına neden olacak.
Daha şimdiden
CDU/CSU ve FDP içerisindeki sağ kanattan AfD’nin kurulmasına gösterilen
reaksiyon, 2013 seçim kampanyalarının nasıl bir yön alacağını göstermekte.
CDU/CSU’nun önde gelen isimlerinden Wolfgang Bosbach yaptığı bir açıklamada
»AfD’yi karşıt değil, partner olarak görmemiz gerekir« diyerek, belirgin
»muhafazakâr« profil göstermeye çalışmakta.
Kısaca,
neoliberalizmin egemenlik aracı olan sağ popülizm, başarılı olduğu Fransa,
Hollanda, Belçika veya Doğu Avrupa ülkelerinde nasıl sermaye yanlısı ve
milliyetçi politikaların kökleşmesini sağladıysa, Almanya’da da aynı sonucu
alabilmek için siyaset sahnesine sürülmüş durumda. Sağ popülizmin asıl hedefi,
deklare ettiği gibi geleneksel siyaset değil, emek, sosyal adalet, barış ve
demokratikleşme yanlısı güçlerdir. Parti programı bunu ilân etmekte, egemen
siyaseti bu yönde baskı altına almaktadır. Asıl mesele, dünyanın en imtiyazlı
coğrafyalarından birisinde yaşayan emek ve demokrasi güçlerinin bu ilâna nasıl
bir yanıt vereceğidir. Bu yanıtın verilebileceği süre ise önümüzdeki 5 aydır.
22 Eylül 2013 akşamı Almanya için önemli bir dönüm noktası olacaktır. Bu dönüm
noktasının çalışan sınıfların lehine olmasını sağlamak Almanya solunun
göstereceği basirete bağlıdır ve maalesef korkutucu olan da budur.