9 May 2013

Sağ popülizm taarruzda


»Toplumsal Adalet« dergisinin Mayıs 2013 sayısında yayımlandı.
Yıllardan beri Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde dikkat çeken bir fenomen nihâyet Almanya’ya da ulaştı: Alternative für Deutschland – AfD (Almanya için alternatif) adlı parti ile sağ popülizm Almanya’da da siyasî formasyonuna kavuştu. 14 Nisan 2013’de Berlin’de kurulan AfD şimdiden Almanya medyasını hayli meşgul edecek gibi görünüyor. Peki, bu partinin Almanya siyasî sahnesindeki etkisi ne olacak?

Alman muhafazakarları yıllarca »CDU/CSU« partilerinin sağında başka bir partiye »yer bırakmayacaklarını« açıklıyor ve öncelikle aşırı sağ/ırkçı partilerin Federal Parlamento’da yer almalarını engelleyen bir pozisyonda duruyorlardı. Ancak bu pozisyon, Hristiyan Demokratların siyasetlerini milliyetçi ve sağ popülist söylemle yönlendirmelerini de gerektiriyordu. 1960lı yıllardan bu yana da bu politikanın başarılı olduğu söylenebilir.
Diğer yandan Almanya’nın AB bütünleşme politikalarından en fazla faydalanan ülke olması, süregiden iktisadî ve malî krizlerin »kazananı« hâline gelmesi ve dünyanın en zengin ihracat ülkelerinden birisi olma konumunu koruyabilmesi nedeniyle, Avrupa’nın diğer ülkelerinde başarı kazanan ve genellikle AB karşıtı programla büyük oy potansiyeline kavuşan sağ popülistlerin Almanya’da aynı başarıyı gösterebilmeleri  beklenmiyordu. Ortaya çıkan ve Almanya’nın »demokratik konsensüsü« çerçevesinde Nazi’lerle ortaklıktan kaçınmak zorunda kalan sayısız parti deneyimi bu nedenle marjinal kalmıştı.
Geleneksel burjuva partilerinden ayrılan ve çoğunlukla yerel ya da eyalet düzeyinde örgütlenen kimi sağ popülist hareket, yerel ve eyalet düzeyinde parlamenter engelleri aşabilse de, Federal Parlamento için geçerli olan yüzde 5 barajını aşamamıştı. Buna rağmen araştırma kurumları, Alman halkı arasında yaygın olan yabancı düşmanı, ırkçı ve refah şovenisti yaklaşımlar nedeniyle, yüzde 20 – 25 arasında bir sağ popülist potansiyelin olduğunu tespit etmişti. Özellikle Avro Bölgesi’ndeki kriz, burjuva basınında »Almanya iflas eden ülkeleri finanse etmek zorunda« propagandası, orta katmanlardaki korkunun derinleşmesine neden oldu.
Alman sermayesi, hem bu korkulara reaksiyon göstermek, hem de çalışan sınıflar arasında var olan parçalanmışlığı sürdürebilir tutabilmek amacıyla, bilhassa sendika üyelerinin belirgin kesimlerini oluşturan çekirdek kadrolara toplu iş sözleşmelerinde çeşitli tavizler verdi. Örneğin metal iş kolunda 2013 toplu iş sözleşmelerinde bir kaç saatlik toplantı sonrasında yüzde 4,3 düzeyinde ücret artışı kabul edildi. Daha önceleri yüzde 2 gibi cüzî artışlar için dahi haftalarca müzakereleri dayatan, hatta sendikaların uyarı grevlerine gitmelerinden dahi çekinmeyen metal sanayicilerinin bu kadar kısa zamanda böylesi bir artışı kabul etmeleri, hatta otomotiv tekellerinin çekirdek kadrolarına »çok kâr yaptık« gerekçesiyle kendiliğinden 6 ila 8 bin Avroluk »prim« vermeleri, sol sendikacılar arasında »sus payı« olarak değerlendirilmişti.
Gerçekten de çalışan sınıfların sendikal örgütlülüğünün hayli yüksek olduğu Almanya’da 1990lı yıllardan sonra hızlanan neoliberal dönüşüm ve bu çerçevede Alman sosyal devleti anlayışının ciddî erozyona uğratılması, geniş kitleler arasında siyasete duyulan güvenin azalmasına ve toplumsal hareketlenmelere neden olmuştu. 2003’de sosyaldemokrat-yeşiller hükümetinin uyguladığı sosyal kırım politikaları ise, Almanya’da hiç beklenmeyen bir dinamiğe: Almanya çapında örgütlü bir sol/sosyalist partinin ortaya çıkıp, parlamenter başarı göstermesine neden olmuştu. Bu gelişme, artık iktisadî ve sosyal politikalarında aralarında sadece nüans farkı olan, tek tipleşmiş geleneksel partilerin »alternatifinin« gerçekçi olabileceğini göstermişti.
Böylesi bir alternatifin ortaya çıkması, peş peşe Federal Parlamento’ya girmesi, bir tarafta geleneksel partilerin yeniden »sosyal söyleme« sarılmalarına ve ihracat şampiyonu Alman sermayesinin elde ettiği kârlardan »kırıntı« sayılacak paylar vermeye yanaşmasına neden oldu. Bilhassa 1990lı yıllarda göçmenlere yönelik »günah keçisi« politikasıyla refah şovenizminin teşvik edilmesi taktiğinin 2000li yıllarda yeterince etkisinin kalmayacağı görüldü. Sol Parti, sendikalara ve toplumsal hareketlere yakınlığı ile muhalefet dinamikleri üzerinde daha etkin olmaya başlamıştı.
Hristiyan Demokratların »sosyaldemokratlaşması«, SPD ve Yeşillerin »sosyal konuları« yeniden parti retoriğine alması, krizlerden ve neoliberal dönüşümden etkilenen, korku toplumunun çekirdeğini oluşturan refah şovenisti kimi orta katman mensubunun yeni arayışlara girmesine neden oldu. Nitekim aralarında Alman Sanayiciler Birliği eski başkanı Hans Olaf Henkel ile onlarca üniversite profesörünün olduğu bir ekip, AB ve Avro karşıtlığı ile eski D-Mark özlemini sağ popülist söylemle birleştirerek yeni bir formasyonla ortaya çıktılar. İşte AfD böylesi bir siyasî formasyondur.
Parti programına bakıldığında, aşırı sağ ile Neofaşist hareket arasında kalın bir çizgi koyan AfD, temel talep olarak Almanya’nın Avro Birliği’nden çıkarak, yeniden D-Mark’ı para birimi olarak uygulamaya sokmasını, koruyucu tedbirlerle AB içerisinde gümrük sınırlarını düşünerek, Almanya’nın iç pazarının AB içinde de koruma altına alınmasını v. b. gerici pozisyonları savunmakta. Partinin kısa süre içerisinde 7.500 üyeye sahip olması ve seçim anketlerinin partiye şans tanınması, AfD’nin ciddîye alınacak bir formasyon olduğunu göstermekte.
Ancak, AfD’nin 2013 Eylül’ünde yapılacak olan Federal Parlamento Seçimlerinde başarı elde edebileceğini söylemek için henüz erken. Aslına bakılırsa, sağ popülizmin bu taarruzunun öncelikle hedefi de bu değil. Çünkü böylesine bir siyasî gücün ortaya çıkması en başta muhafazakâr ve liberallerin siyasî söylemlerini ve programatik hedeflerini etkileyecek. Her ne kadar kimi yorumcu AfD’nin iktidardaki muhafazakâr-liberal hükümet için bir tehdit oluşturduğunu belirtse de, tam tersi olacaktır. Sağdan gelecek olan baskı, »kendi sağlarında« başka partilere »yer bırakmayacak« CDU/CSU ve FDP’nin neoliberal iktisat politikalarını sertleştirmelerine ve sağ popülist söylemi parti retoriğine daha güçlü bir şekilde almalarına neden olacak.
Daha şimdiden CDU/CSU ve FDP içerisindeki sağ kanattan AfD’nin kurulmasına gösterilen reaksiyon, 2013 seçim kampanyalarının nasıl bir yön alacağını göstermekte. CDU/CSU’nun önde gelen isimlerinden Wolfgang Bosbach yaptığı bir açıklamada »AfD’yi karşıt değil, partner olarak görmemiz gerekir« diyerek, belirgin »muhafazakâr« profil göstermeye çalışmakta.
Kısaca, neoliberalizmin egemenlik aracı olan sağ popülizm, başarılı olduğu Fransa, Hollanda, Belçika veya Doğu Avrupa ülkelerinde nasıl sermaye yanlısı ve milliyetçi politikaların kökleşmesini sağladıysa, Almanya’da da aynı sonucu alabilmek için siyaset sahnesine sürülmüş durumda. Sağ popülizmin asıl hedefi, deklare ettiği gibi geleneksel siyaset değil, emek, sosyal adalet, barış ve demokratikleşme yanlısı güçlerdir. Parti programı bunu ilân etmekte, egemen siyaseti bu yönde baskı altına almaktadır. Asıl mesele, dünyanın en imtiyazlı coğrafyalarından birisinde yaşayan emek ve demokrasi güçlerinin bu ilâna nasıl bir yanıt vereceğidir. Bu yanıtın verilebileceği süre ise önümüzdeki 5 aydır. 22 Eylül 2013 akşamı Almanya için önemli bir dönüm noktası olacaktır. Bu dönüm noktasının çalışan sınıfların lehine olmasını sağlamak Almanya solunun göstereceği basirete bağlıdır ve maalesef korkutucu olan da budur.