25 Mayıs 2013
Türkiye’deki barış ve demokratikleşme yanlısı
güçlerin ajandalarına baktığımızda, doğal müttefik olması ve hükümet üzerinde
parlamento dışı baskı mekanizmasını kurması gereken kesimlerin »süreçte« parçalı
konumlanışları ve şüphesiz ciddî bir potansiyeli olan geniş toplumsal muhalefet
dinamiğini oluşturmadaki yetersizlikleri hemen göze çarpıyor. Ancak bu tespit
bir yanılgıya sebep vermemeli.
Güncel »süreci« farklı değerlendiren kesimlerin
kendi çıkar ve beklentileri doğrultusunda »sürece« etkide bulunmak, seyrini
belirleyecek müdahaleleri gerçekleştirmek için kendileri gibi veya kendilerine
yakın düşünenlerle bir araya gelip birliktelikler kurmaları, elbette doğal bir
gelişmedir. Bu açıdan »Çözüme Evet Koalisyonu«, »Toplumsal ve Demokratik Barış
İnisiyatifi« ve Ankara’da bugün başlayan »Demokrasi ve Barış Konferansı«
girişimi gibi birbirlerinden farklı oluşumların ortaya çıkması şaşırtıcı değil.
Kısacası, »süreç« daha şimdiden toplumsal
kesimleri sınıfsal çıkarları, gereksinimleri ve beklentileri temelinde hem
ayrıştırmakta, hem de birleştirmektedir. Ve eşyanın tabiatına uygun olan da
budur.
Peki, barışın kalıcılaştırılması ve
demokratikleşmenin gerçekleştirilmesi için gerekli olan geniş toplumsal muhalefet
böylesi bir durumda nasıl oluşturulabilecektir? Daha doğrusu, böylesi bir
muhalefet dinamiğinin koşulları olgunlaşmış mıdır?
Evet, olgunlaşmıştır. Çünkü, birincisi, PKK lideri
Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’undaki açıklamasıyla – aslında açlık grevlerinin
ardından demek daha doğru olur – önü açılan »süreç«, farklı sosyal sınıf ve
katmanlar arasında geniş destek bulmaktadır. Yapılan anketlerin sonuçları,
başta ezilenler ve sömürülenler olmak üzere, farklı sosyal sınıf ve katmanların
bu »sürecin« kendi çıkarlarına olduğuna inandıklarını kanıtlamaktadır. Aynı
şekilde, ikincisi, AKP hükümetinin ve devlet bürokrasisinin »süreç«
çerçevesinde yerine getirilmesi gereken görevleri savsakladıkları konusunda da kamuoyunda
yaygın bir kanı hakimdir. Nihâyetinde, üçüncüsü, hiç bir iktidarın toplumsal
baskı olmaksızın kendiliğinden herhangi bir reform adımını atmaya yanaşmadığı
kamuoyunca bilinmektedir.
Diğer yandan »sürecin« gidişatıyla, bilhassa
hükümetin tutumu ve Ortadoğu politikalarıyla ilgili hiç de hafife alınmaması
gereken kaygılar söz konusudur. Hükümetin demokratikleşme yönünde henüz somut
adımlar atmamış olması, dahası otoritarizmi daha da belirginleşen devlet aklı
ve bölgesel emperyalizm hevesleri bu kaygıları derinleştirmektedir.
Ancak yukarıda belirttiğimiz üç gerçek bu
kaygılara rağmen, hatta kaygı duyulan gelişmelerin gerçekleşmesini engelleme
amacıyla farklı kesimlerin barış ve demokratikleşme için ortaklaşabilmelerinin
koşullarını yaratmışlardır. Bugün Ankara’da başlayan konferans, akabinde Amed,
Brüksel ve Hewler’de yapılacak olan diğer konferanslar, bu ortaklaşmanın
gerçekleştirilmesi için tarihsel birer fırsat sunmaktadırlar.
Ortaklaşma gerçekleştirilebildiği takdirde barış
ve demokratikleşme yanlısı kesimlerin barış ve demokratikleşme için gerekli adımların
atılmasını toplumsal talep hâline getirebilmelerinin önü açılabilecek, hükümet
ve bürokrasinin, TBMM ve siyasî karar alma merkezlerinin göz ardı
edemeyecekleri bir toplumsal baskı mekanizması oluşturulabilecektir.
Ortaklaşmanın anahtar kelimesi, demokratik ulus,
demokratik cumhuriyet ve demokratik anayasa ilkeleri temelinde sınırsız
demokrasi talebidir. Ankara’yla start alan Demokrasi ve Barış konferansları bu
radikal talebi, içeriğini doldurarak ve ivedi yol temizliği, yüzleşme,
kapsayıcı çözüm ve demokratik mücadele hedefli bütünsel bir eylem planı
hazırlayarak toplumsal alternatif programı hâline getirmeyi önlerine görev
olarak koymalıdırlar.
Bunun içinse Ankara Konferansı sadece bir
deklarasyonla yetinmemeli, 4 konferansın da eşgüdümlü ve sürdürülebilir bir
çalışmaya başlaması için katkı sunmalıdır. Aynı zamanda diğer girişimlerin de
içerisinde yer alabileceği katılımcı, eşitlikçi, demokratik bir
kurumsallaşmanın önü açılmalıdır. Bilhassa on binlerce darbe ve kirli savaş
mağdurunun sürgün hayatı yaşadığı Avrupa’daki göçmen kitlesinin özgün sorunları
ve olanakları dikkate alınmalı, »diasporanın« ortaklaşmaya doğrudan katılımı
sağlanmalıdır.
Hiç kuşku yok: bugünden itibaren barış ve
demokrasi diyenler, şu soruya yanıt vermek zorundadırlar: Ortaklaşabilenlerden
misiniz, yoksa ayrı düşenlerden mi? »Ankara« yanıtını yarın verecek!