Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın önerisiyle
başlatılan konferanslar süreci, Ankara ve Amed Konferanslarından sonra, bugün
Brüksel’de başlayacak olan Avrupa Konferansı ile devam ediyor. Konferansların
önemi, bilhassa barış ve çözüm sürecinin toplumsallaşmasına katkısı üzerine
çokça yazıldı-çizildi. O açıdan konferansın gerçekleştirildiği bugünlere
değinmek yararlı olacak.
Perşembe günü basına düşen ve hem birbirleriyle,
hem de barış süreciyle pek alakalı değilmiş gibi görünen üç haber, nasıl bir
dönemden geçtiğimizi ve bu haberlerin konferans bileşenlerince neden dikkate
alınması gerektiğini gösteriyor.
İlk haber kuşkusuz Türkiye’nin güncel gündemini,
yani Gezi kıvılcımıyla başlayan isyanın arka planıyla da bağlantılı: Türk-İş’in
yaptığı Haziran 2013 Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırması’na göre Türkiye’de
dört kişilik bir aile için açlık sınırı 1.021 Lira, yoksulluk sınırı ise 3.328
Lira olduğu ortaya çıkmış. Net asgarî ücret ise sadece 773 Lira. Hane başına borçlanmanın
had safhaya çıkmasıyla finanse edilen görece refahın kırılganlığı, ortalamanın
üzerinde geliri olan iyi eğitimlilerinin yoksulluk sınırına düşme tehlikesinin
artması ve uluslararası malî piyasalarına bağımlı Türkiye ekonomisinin karşı
karşıya olduğu yeni bir kriz dalgası, »Haziran İsyanının« arkasındaki sosyal
sorunun devasa boyutuna işaret ediyor.
Diğer haber ise, AKP hükümetinin TSK İç Hizmet
Kanunu’nun 35. Maddesini değiştirmek için hazırladığı kanun tasarısıyla ilgili.
Tasarıya göre TSK’nin yeni görevi »Yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere
karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün
muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen
görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır«
biçiminde ifade edilecek.
Bu kanun tasarısı uzun zamandır sürdürülen ve
kirli savaşla finansman gerekçesi hazırlanan »modernizasyonun«, yani TSK’nin
emperyalist müdahale savaşlarını yürütme yetisini kazandırılmasının büyük ölçüde
tamamlanmış olduğunu göstermektedir. Muhtemelen »TSK’nin darbe yapmasını
engelliyoruz« demagojisiyle savunulacak olan bu tasarı, özünde Türkiye
sermayesinin yurtdışındaki yatırımlarını askerî güvenceye almanın ve yeni
pazarları »fethetmenin« bir adımıdır.
Üçüncü haber ise, AB üyelik müzakereleri ile
ilgili. Bu habere göre Almanya şansölyesi Merkel, bir tarafta müzakerelerin üç
yıllık aradan sonra yeni bir fasıl açılarak sonbaharda devam ettirilmesini
»temel olarak doğru olduğunu«, ama »Türkiye’de göstericilere yönelik şiddet
konusunda ise hiç bir şey olmamış gibi yapılamayacağını« vurgulamış.
AB üyelik tartışması oldum olası hem AB elitleri,
hem de Türkiye karar vericileri tarafından sürekli iç politika malzemesi olarak
kullanılmıştır. Çekirdek Avrupa, Kopenhag Kriterleri’ni Türkiye’ye karşı
emperyalist politikaları ve stratejik çıkarları savunmak için bir »şartlı
rehin« olarak kullanırken, Türkiye karar vericileri de üyelik tartışmasını bir
tarafta içeride »demokratikleşiyoruz« söylemine gerekçe olarak, diğer tarafta
da Kıbrıs Sorununu kendi »şartlı rehini« hâline getirerek Türkiye sermayesinin
çıkarlarını kollamak için kullanmaya devam etmiştir.
Peki, bu haberlerin konferanslar süreci ile
bağlantısı nedir? Telgraf biçiminde sıralayacak olursak; konferanslarda oluşan
irade, demokratikleşme ve kalıcı bir barışın, sosyal adalet olmaksızın
gerçekleşemeyeceğini görmek, sadece demokratik değil, aynı zamanda sosyal bir
cumhuriyet için de mücadele etmek zorundadır. İkincisi, resmî devlet sınırları
içerisinde tesis edilen barışın, bölgesel emperyalizm hevesleri çerçevesinde
biçimlenen ve küresel çapta gerçekleştirilen müdahale savaşlarına katılmayı
önceleyen sözde »savunma politikaları« ile ayakta kalamayacağını kabul etmek
durumundadır. Bu nedenle Brüksel’den, dört parçası ile Kürdistan başta olmak
üzere, tüm bölge halklarına yönelik barışçıl geleceği ortak kurma beyanı
yankılanmalıdır. Üçüncüsü ise, demokratikleşme ve barışın AB üyeliğinin değil,
ülke ve bölge halklarının yaşamsal bir gereksinimi olduğu görülmeli, ama aynı
zamanda AB’nin neoliberal dönüşümüne ve militaristleştirilmesine karşı verilen
mücadelenin parçası olunduğu vurgulanmalıdır.
Sadece bu üç haber bile, konferanslar sürecinin
küresel önemini vurgulamaya yetiyor. Hiç kuşku yok; geleceğimizin ortaklaşa
şekillendirilmesi, küresel gelişmelerle kopmaz bir bağ içinde. Öcalan’ın
uzattığı elin önemi de burada görülmekte – tabii, görmek isteyene.