28 Eylül 2013 Cumartesi günü Yeni Özgür
Politika ve Özgür Gündem gazetelerinde yayımlanan köşe yazım hayli tepki
topladı. Ancak bu tepkileri »twitter küfürleri« ve eleştiriler olarak ikiye
ayırmak gerekiyor. Elbette küfürlere yanıt verecek değilim, ama gelen
eleştiriler bu açıklamayı yapmamı gerekli kıldı.
Önce tepkilere yol açan cümleleri ele
alalım. Köşe yazımı şu iki paragrafla bitirmiştim:
»Birinci Irak Savaşında bir Kürt arkadaşımız şöyle
demişti: ›Yahu o kadar Türkiye’nin kucağında oturduk, başımıza neler geldi.
Biraz da Amerika’nın kucağında oturalım, hiç olmazsa İngilizce öğreniriz‹ diye.
Asıl meselenin kimsenin kucağına oturmamak olduğunu anlamamıştı.
Kıssadan hisse: faydacı yaklaşım ve milliyetçi
gözlükle yapılan değerlendirmeler en fazla oturulacak kucak seçimine yardımcı
olabilirler, ama Kürtler lehine siyaset geliştirmeye asla!«
Bu iki paragraf nedeniyle bana »Kürt
halkına hakaret« ettiğim suçlaması yöneltildi. Cahit Mervan ve Günay Aslan
şüphesiz eleştirilerime kendi açılarından karşı eleştiriyle yanıt
vereceklerdir. Şahsen »eleştirinin eleştirisi« biçiminde yürütülecek bir
tartışma ortaya çıkar ise, sevinirim, çünkü o zaman herkes eteğindeki taşları
dökecektir. Okurlar da bu şekilde kendi görüşlerini oluşturacaklardır. Yani her
halükârda böyle bir tartışma faydalı olacaktır, çünkü – her ne kadar başka
mecralara çekmeye çalışan olacaksa da – meselenin özüne, yani burjuva milliyetçiliği
ve özgürlük mücadelesi arasındaki ilişkiye gelebileceğiz.
Ama tam da o noktaya gelebilecek miyiz,
biraz şüpheliyim açıkçası. Çünkü »Kucağa oturma« ifadesinin böylesine seksist
bir yaklaşımla ele alınabileceğini aklımın ucundan dahi geçirmemiştim doğrusu.
Almancaya hakim olanlar »auf dem Schoss sitzen« veya »der Schoss ist fruchtbar
noch« biçiminde Almanya siyasî literatüründe çokça örnek olduğunu bilirler. Ve
»Schoss«, yani »kucak« seksist anlamda değil, aksine »paternalist hakimiyet
altına girmek«, »işbirlikçilik yapmak« veya »güçlünün koruması altında, onun
oyuncağı olmak« anlamında kullanılır. O nedenle »işbirlikçilik« bağlamında
kullandığım bir metaforun »erkek egemen söylem« çerçevesinde, seksist bir tanım
olarak algılanmasını milliyetçilik eleştirisinin üzerinin kapatılması çabası
olarak gördüğümü vurgulamalıyım.
Elbette anekdotu olduğu gibi vermek üslup
açısından doğru bulunmayabilir. Ama buradan genelleme yaptığımı ve böylelikle
bir halka hakaret ettiğim sonucunu çıkartmak için biraz da yanlış anlamaya
eğimli olmak gerekmez mi? Bir kişinin söylediklerinin tırnak içinde yapılan
alıntısı nasıl olur da bütün bir halka mal edilir? Bu meselenin bir yanı. Diğer
tarafta çok açık olarak yazıyorum, faydacı
yaklaşım ve milliyetçi gözlükle yapılan değerlendirmeler Kürt halkı lehine
siyaset geliştirmeye asla yaramaz diye. Bunu doğru bulmayanlar olabilir,
ama »hakaret« iddiası yerine bu tespitin doğru olmadığını kanıtlamak daha
dürüst olmaz mı?
Kullandığım eleştiri üslubunu sert
görenler de olabilir, bu da son derece doğal. Ama müsaadenizle, eleştirinin
yumuşak olması bir zorunluluk mudur? Eleştiriye konu olan tutum veya iddiaların
kendisi eleştiriyi biçimlendirir. Bu ne »büyük ağabeycilik« taslamak, ne de Kürtlere
»ne yapmaları gerektiğini söylemeye« çalışmaktır. Görüşüme göre pragmatizm
olarak gösterilmeye çalışılan faydacı yaklaşımlar ve milliyetçi bakış açıları,
özgürlük mücadelesi veren Kürt halkının lehine olan bir siyaseti geliştirmeye
engeldir. Özellikle Almanya gibi bir ülkede, Kürtlerin ve Kürt kurumlarının
böylesine ayırımcılığa uğradığı, kriminalize edildiği, yasaklarla boğuşmak
zorunda kaldığı bir ortamda, bu ayırımcılığı yapan, kirli savaşa ortak olan,
Kürt düşmanlığını körükleyen siyasî partilere faydacı yaklaşım gösterilmesinin
doğru olmadığını belirtiyorum. Bu görüşümü de yanlış bulanlar olabilir. Kısacası
kimse görüşlerime katılmak zorunda değil, ama öküz altına buzağı aramaya da hiç
gerek yok.
Köşe yazısına konu olan iddialara
dönersek, bir kere daha neler yazıldığına bakalım. Ne deniyordu? »Kürtler Sol Parti’yi parlamentoya taşıdı«
en önemli iddia. Ben yazımda bunun hiç bir maddî temeli olmadığını
belirtiyorum, çünkü çıplak sayılara baktığımızda Sol Parti’nin aldığı oy oranları
ve Almanya’da ne kadar Kürt kökenli seçmenin olduğu belli. İkinci iddia, Sol
Parti’nin »Kürtler ve kurumları üzerinde
tahakküm kurmasıdır«. Bu tespitin de yanlış olduğunu savunuyorum. Üçüncüsü
de, »Kürtler bu kadar destek verdi, ama
Türkler seçildi, Kürtler seçilemedi« söylemidir. Buna karşılık olarak da
seçilenlerin etnik kökeninin değil, savunduğu görüşlerin, siyasî pozisyonunun
önemli olduğunu vurguluyorum. Ve sonuç olarak da burjuva milliyetçiliğinin
işbirlikçilik olduğunu bir anekdotla kanıtlamaya çalışıyorum.
Yaptığım bundan ibaret, ama görebildiğim
kadarıyla »Sol Parti ve Kürtler« başlıklı köşe yazım daha çok tartışma
yaratacak. Konuyla ilgili daha çok yazılacak, çizilecek. Hoş, söyleyen doğru
söylemiş: »söz uçar gider, yazı baki kalır« diye. O halde buyurun, burjuva
milliyetçiliğinin Kürt halkının çoğunluğunun çıkarlarına aykırı olduğu tezimin
aksini kanıtlayın, beraber tartışalım. Davetlimsiniz.