Yarın Almanya’da Federal Parlamento
Seçimleri yapılacak. Seçimler sadece Almanya’nın değil, aynı zamanda AB’nin geleceği için de
büyük önem taşıyor. Çünkü Almanya sadece kapitalist dünyanın en önemli merkez
ülkelerinden birisi değil, aynı zamanda AB’nin de »patronu« konumunda.
Almanya, AB içerisindeki dominant konumunu
kullanarak AB’nin neoliberal dönüşümünün ve dış politikasının
militaristleştirilmesinin motoru oldu. Hâlen de öyle. İhracatının yüzde 60’ını
AB üyesi ülkelere yapan Almanya bu şekilde AB’ni kendi »iç pazarı« hâline
getirdi. AB’nin çeper ülkeleri ekonomilerini iflasın eşiğinde ayakta tutmaya
çalışır, halkları her gün daha da sertleşen sosyal ihtilaflarla mücadele
ederlerken, Almanya zenginliğine zenginlikler kattı.
Almanya tüm AB üyesi ülkelere ekonomi,
malî ve sosyal politikalar alanlarında Alman sermayesi ve uluslararası malî
piyasalar lehine olan tedbirleri dikte etti, etmeye de devam ediyor. Aslında
AB’nin çeper ülkelerinin içine düştükleri iflas batağının – ki burada bilhassa
Yunanistan’ı anmak gerekir – baş sorumlusunun Almanya olduğunu söyleyebiliriz.
Yunanistan’da protesto için sokaklara dökülen halkın »bu bizim de seçimimiz«
diyerek eleştiri oklarını şansölye Merkel’e yönlendirmelerinin nedeni, bunun
farkında olmalarıdır.
Ancak Almanya’ya baktığımızda seçmen
çoğunluğunun durumdan hayli hoşnut olduğunu görmekteyiz. Öyle ya, komşuları
yüksek işsizlik oranları, sosyal kısıtlamalar, sağlıksız gelişme ve krizin
faturaları altında ezilirken, hissedilen refahın arttığı, - istatistik oyunları
ile olsa da – işsizliğin azaldığı zengin bir ülkede rahatsız olacak değiller.
Bununla birlikte Federal Parlamentoda
temsil edilen partiler de – bir tek DIE LINKE hariç – birbirlerinden pek büyük
farklılık göstermiyorlar. Seçim vaatleri çerçevesinde ortaya çıkan ufak nüans
farkları, seçimlerden sonra hangi hükümet iktidara gelirse gelsin, Almanya’nın
siyasetinde herhangi bir değişiklik olmayacağını gösteriyor.
Yapılan kamuoyu anketleri Hıristiyan
Birlik Partileri ile SPD’nin bir »büyük koalisyon« oluşturacaklarına işaret
ediyor. Her ne kadar SPD »biz kırmızı-yeşil koalisyon için uğraşıyoruz« dese
de, son kertede her defasında olduğu gibi devlet aklına teslim olacak olan
Alman sosyaldemokrasisi büyük koalisyona hayır demeyecektir.
Şansölye Merkel’in şimdiki koalisyon
ortağı FDP’yi ise zor günler bekliyor. Anketlerde yüzde 5 sınırında görülen FDP
umudunu muhafazakâr seçmenin ikinci oyuna (liste oyu) bağlamış durumda. Ancak
yaygın medyada da görülen genel kanı, yeni parlamento aritmetiğinin CDU/CSU-FDP
koalisyonuna yeni bir şans daha vermeyeceği yönünde.
Yeşiller ise özellikle Fukuşima Felaketi
sonrasında elde ettikleri toplumsal desteği önemli ölçüde kaybettiler ve tek
haneli bir sonuçla yetinmek zorunda kalacaklar gibi. Sonuç itibariyle ufukta ne
bir CSU/CSU-FDP, ne de bir SPD-Yeşiller koalisyonu görünüyor. Alman sermayesi
büyük koalisyona çoktan hazırlandı bile.
Geriye tek gerçek muhalefet olarak DIE
LINKE kalıyor. DIE LINKE’nin neden tek gerçek muhalefet partisi olduğunu hafta
ortasında yayınlanan bir haber tekrar teyit etti. Alman televizyonları geçen
Çarşamba günü Almanya’nın 2002-2006 yılları arasında Suriye’ye toplam 111 ton
kimyasal malzeme sattığını ve bu kimyasalların sarin gazının bileşenleri
olduğunu bildirdi. Gerek SPD-Yeşiller hükümeti, gerekse de CDU/CSU-SPD
koalisyonu »ulusal güvenlik« gerekçesiyle bu kimyasalların satışını onaylamış.
Bu skandal haber ise DIE LINKE’nin girişimleriyle ortaya çıktı.
Tek başına bu haber dahi DIE LINKE’nin
Federal Parlamentoda ne kadar gerekli bir parti olduğunu göstermekte. DIE
LINKE’nin Kürtçe dahil çeşitli dillerde seçim programı yayınlayan tek parti
olduğunu da anımsatalım. Adayları arasında Anadolu-Mezopotamya kökenli çeşitli
adayları olan DIE LINKE’nin göçmenlerin seçmesi gereken tek parti olduğunun
altını çizmeye bilmem daha fazla gerek var mı?