Son dönemlerde ABDli
stratejik araştırma kurumlarında İran’ın bölgedeki rolü ve ABD-İran
ilişkilerinin geleceği üzerine alışılagelmiş olandan farklı sesler duyuluyor.
Washington kulislerinde tekrarlanan bir tespit, ABD’nin İran değerlendirmesinde
değişikliğe gitmekte olduğuna işaret ediyor: »Irak dağılıyor. Suriye yangın
yeri. Pakistan dağılmaya yol açabilecek tehlikeli bir süreçte. Taliban
Afganistan’da yeniden güçleniyor. Libya dağıldı. Suudi Arabistan ciddi bir
iktidar krizine girmek üzere. İran ise bölgede bir istikrar adası olarak
görünüyor.«
İran ile 30 yılı aşkın bir
jeopolitik düşmanlık içinde olan ABD’nden gelen sinyaller, İran nükleer
programında atılan adımlar ve Irak merkezi hükümetindeki krizin bizzat ABD ve
İran tarafından ortaklaşa çözüldüğü göz önünde tutulursa, kamuoyunun
dikkatinden uzakta bir denge değişiminin oluşmakta olduğu görülebilir. İran söz
konusu olduğunda Avrupa’dan Türkiye’ye kadar hükümetlere yakın duran strateji uzmanlarında
ortak bir özellik göze çarpıyor: İran’ı küçümseme. Ancak bu küçümseyici
yaklaşım köklü bir devlet geleneğine sahip olan İran hakkında ciddi yanılgılara
yol açıyor. Irak, Suriye ve en son Yemen’deki gelişmeler, İran’ın bölgedeki en
önemli güç olma yolunda hayli mesafe aldığını gösteriyor.
ABD’nin İran politikasındaki
değişimin ardında yatan en temel neden şüphesiz Pasifik’e yönelme
stratejisidir. Bölgedeki askeri gücünü azaltacak olan ABD bir tarafta »istikrar
çapası« olacak bir alan yaratmaya çalışırken – ki burada Güney Kürdistan büyük
bir rol oynayacak, çünkü ABD Güney Kürdistan’da Kosova’daki Camp Bondsteel
formatında bir askeri üs kurmayı planlıyor –, diğer yandan da İran ile olan
ihtilafı adım adım çözmeye çalışıyor ve kısmî işbirliği denemeleriyle, ABD-İran
yakınlaşmasının olası sınırlarını görmeye çalışıyor.
İran ise özellikle son
yıllarda Batı tarafından »istikrar sağlayıcı partner« olarak kabullenme
hedefini güdüyordu. Ancak ABD ile olan ihtilafını sürdürdüğü müddetçe de, bu
hedefine ulaşamayacağını gördü. Aynı şekilde bilhassa İsrail ve Suudi
Arabistan’ın oluşturdukları yeni ittifakın, bölgedeki etkinliğini
zayıflatabilecek bir potansiyel taşıdığını da. ABD yönetiminin Afganistan ve
Irak’ta yarattıkları kaos ortamını, »İran ile birlikte hareket edilseydi
engelleyebilirdik« düşüncesinde olduğundan hareket eden İran egemenleri, DAİŞ
çetelerinin saldırılarıyla yeni bir rol oynama fırsatını ellerine geçirdiler.
Görüldüğü kadarıyla da bu rolü hayli iyi oynamaktalar.
İran egemenleri, Şahın devrilmesinden
sonra ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyasını, Lübnan Hizbullah’ı gibi Arap
dünyasındaki muhalif gruplara destek vererek zayıflatma hedefinin peşinde
koştular. Bu politikanın arkasında islamist hareketlerin güçlenerek, zaman
içinde bölge ülkelerindeki iktidarı ele geçirebilecekleri varsayımı
yatmaktaydı. Tahran’daki kimi kesimler, İran tipi siyasal İslam’ın İsrail
karşıtı retorik ve islamist hareketlere destek sayesinde, geleneksel Şii-Sünni
karşıtlığı aşma ve Tahran öncülüğünde bir Arap-Fars yakınlaşmasını sağlama
umudu ifade ediliyordu.
Ancak bu umut hiç bir zaman
gerçekleşmedi. Özellikle 2011 sonrasında Arap dünyasında gelişen devinimler,
islamist hareketlerin İran’dan ziyade Suudi Arabistan ve Körfez despotlarına
sadık kaldıklarını kanıtladı. Dahası, İran’ın Esad rejimine çıktığı açık
destek, Sünni Araplar arasındaki Şii karşıtlığını ve böylece İran düşmanlığını
derinleştirdi.
Diğer yandan ABD-İran
ilişkilerinin salt düşmanlık çerçevesinde değil, hayli değişken bir çizgide
ilerlemesi de yeni bir olgu değil. Örneğin ABD’nin 11 Eylül 2001
saldırılarından sonra Afganistan’da başlattığı operasyona İran’ın istihbarat,
lojistik ve siyasi destek verdiği hafızalardadır. ABD’nin o dönemlerde
Afganistan özel elçisi olan büyükelçi Jim Dobbins, İran’ın verdiği desteğin
»belirleyici« olduğunu söylüyor. Ama George W. Bush yönetimi İran’ın yardımına
ihtiyacı kalmayınca, eski düşmanlık politikasını yeniden başlattı. Şimdi ise,
Pasifik’e yönelme stratejisi ve bölgedeki gelişmeler Washington açısından İran
ile yakınlaşma politikasını gerekli kılıyor.
Elbette bu gerçek ABD ve İran
arasındaki çeşitli sorunların çözüldüğü ve rekabetin bittiği anlamına gelmiyor.
Çekişmenin bir örneğini şu an Yemen’de takip etmek olanaklı. İran uzun zamandır
kuzey Yemen’de yaşayan ve ülke nüfusunun üçte birini oluşturan Yemen Şiilerinin
(»Husiler«) oluşturduğu »Enserullah« örgütünü destekliyor. Yemen ordusu son on
yıl içerisinde Şii nüfusa karşı defalarca askeri operasyon başlatmış, hatta
kimi dönemler, askeri ve malî yardım aldığı Suudilerin savaş uçaklarının
desteği ile sonuç almaya kalkışmıştı. Başarılı olamadı. Nitekim İran’ın
desteğini alan » Enserullah « 2014 Eylül’ünde haftalarca süren çatışmalar
sonrasında başkent Sanaa’nın bir kısmını işgal etti ve güneydeki islamist
gruplar ile onları destekleyen Sünni aşiretlere karşı harekete geçti. Şu anda
aralarında devlet başkanı Abdurabbu Mansur Hadi’nin makamı ve rezidansı ile
başbakanlık binasını ve bir roket üssünü elinde tutan » Enserullah «,
geçenlerde bir ateşkes antlaşmasını imzaladı. Ama ABD 5. Filosunun Iwo Jima ve
Fort McHenry isimli ve toplam 2.400 asker taşıyabilen iki çıkarma gemisinin
Aden Körfezi’ne hareket ettiği haberleri, imzalanan ateşkes antlaşmasının pek
uzun ömürlü olmayacağını gösteriyor. Bu nedenle, ki açık olarak görülen bu,
2012’de eski başkan Ali Abdullah Salih’i istifaya zorlayan ABD bu sefer İran’ın
desteğini almadan Yemen’de istediği »istikrarı« sağlayamayacak.
İran bunun yanı sıra Güney
Kürdistan’da da bölgedeki bir diğer stratejik rakibi Türkiye’nin etkisini
azaltmak üzere. Irak merkezi hükümetinin Peşmergelerin maaşlarını ödeme
kararını almasında ABD ve AB ile birlikte belirleyici rol oynayan İran, hem
Barzani yönetiminin bağımsızlık adımlarını ertelemesini, hem de – şimdilik olsa
da – Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasını sağladı. Irak ve Güney
Kürdistan’ın doğal gaz kaynaklarının »verimli« kalmasını isteyen ABD ve AB’nin
çıkarları bu noktada İran’ın stratejileriyle örtüşüyor. Bu çıkar örtüşmesinin orta
ve uzun vadede Türkiye’nin bölgedeki etkisini kısıtlayacağını ayrıca
vurgulamaya gerek yok. Güvenliği açısından ABD ve İran’a, enerji altyapısının
kurulması açısından Batı’ya ve iktisadî sorunlarının çözülmesi açısından Irak
merkezi hükümetine bağımlı kalan bir Güney Kürdistan, tüm iyi ilişkilere rağmen
Türkiye’nin etki alanından çıkacak. Bu gelişme İran’ın stratejik yaklaşımının
bir sonucudur.
Sonuç itibariyle kendi
halkına, bilhassa Doğu Kürdistan’a karşı baskıcı politikalar uygulayan Molla
rejiminin, bölgedeki rakiplerinden bir adım önde olmayı başardığını teslim
etmek gerekiyor. Türkiye ile işbirliği ve rekabet temelinde ilişkilerini
kurgulayan, Güney Kürdistan yönetimine yakınlaşırken, aynı anda kendi sınırları
içerisinde yaşayan Kürt halkına idamları reva gören ve Aden Körfezi’nden İran
Körfezi’ne, Bağdat’tan Şam’a ve Beyrut’a kadar geniş bir coğrafyada etkinliğini
artıran, ABD’nin yeni istikrar partneri olmaya aday İran’ı küçümsemek, Molla
rejimine verilebilecek en büyük siyasi destek anlamına gelmektedir. İran’ı
değerlendirirken, bu ülkenin Ortadoğu’nun değişen dengelerinde başrollerden
birisini oynamaya aday aktör olduğu unutulmamalıdır.