Kısa bir süre içinde Suriye ve Irak’ta
büyük bir alanı kontrolü altına alan ve vahşi pratiğiyle dünya çapında tepki
uyandıran sözde »İslam Devleti« (biz DAİŞ demeyi yeğliyoruz), Kobanê’de geri
püskürtülmesine rağmen bölge halkları için büyük bir tehdit oluşturmaya devam
ediyor. DAİŞ vahşeti gerek Kürt Özgürlük Hareketinin (KÖH) kimi kesimlerinde,
gerekse de devrimci kamuoyunda »İslamofaşizm« kavramının kullanılmasına neden
oluyor. Böylesi bir niteleme, skandalize etme anlamında anlaşılır olsa da,
duygusal olmaktan öteye gidemiyor. Bu nedenle DAİŞ’in ne olup olmadığını
irdelemek istiyoruz.
İrdelemeyi iki soru çerçevesinde açmaya
çalışalım: »İslamofaşizm« ve »siyasal İslam« tanımlamaları DAİŞ’i açıklamaya
yeterli mi? DAİŞ münferit bir oluşum ve ilk kez ortaya çıkan bir görüngü mü?
Yani, »dinsel sapmaya dayanan vahşi şiddet« DAİŞ’i açıklamaya yetiyor mu?
»İslamofaşizm« ve »siyasal
İslam« nedir?
Faşizm üzerine var olan büyük külliyata
atıfta bulunarak burada faşizm tahlili yapmayacağımızı vurgulamalıyız – Max
Horkheimer’in »kapitalizmden bahsetmeyen, faşizmden söz etmesin« sözünü
anımsatarak. Bu açıdan »İslamofaşizm« kavramının bir kurgu, asıl arka planın
üstünü örtmeye yarayan demagojik bir söylem olduğunu söyleyebiliriz.
»İslamofaşizm« kavramı Samuel P. Huntington
tarafından geliştirilen ve iki kutupluluğun sona ermesinden sonra NATO’nun
varlık gerekçesini yaratmaya, emperyalist stratejileri meşrulaştırmaya temel
oluşturan ünlü »Medeniyetler Çatışması« tezine dayanmaktadır. Gerek bu tez,
gerekse de »İslamofaşizm« kavramı, İslam’ı »özgür dünyaya yönelik tehdit« diye
lanse etme ve dünya pazarları ile hammadde ve enerji kaynaklarını ele geçirmeye
yönelik emperyalist politikaları »medeni dünyayı koruma tedbirleri« olarak
gösterme çabalarını desteklemektedir. ABD’li Neoconlar tarafından icat edilen
bu kavram, içi boş bir söylem olmakla birlikte, »İslam tehdittir«
propagandasının kapitalizmin merkez ülkelerinde egemen görüş hâline gelmesini
sağlamıştır. O nedenle devrimci kamuoyu bu kavramı kullanmaktan imtina etmeli,
kavramın emperyalist demagojiye dolaylı destek sağladığı unutulmamalıdır.
»Siyasal İslam’ın« ne olduğunu
gösterebilmek için kısa bir tarihsel bakış gereklidir: 13. Yüzyıl’da Moğol
istilası döneminde İslam’ın peygamber dönemindeki yaşama geri dönüldüğü
takdirde yeniden güç kazanacağını iddia eden İbni Taymiya’nın görüşlerini temel
alan günümüz »siyasal İslam’ı« iki kaynaktan beslenmektedir: Birincisi, hâlen
Suudi Arabistan’da devlet dini olan Vahabiliktir. Bu akım Muhammed İbni
Abdülvahab (1703-1792) tarafından kurulmuştur. Selefiliğin kökleri bu gelenekte
yatmaktadır. İkinci kaynak ise Cemalettin el Afgani’ye (1838-1897) dayanan ve
İslam’ın köklerine dönmesi gerektiğini savunan harekettir. Bu hareketten
1928’de Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü çıkmıştır.
Burjuva medyasında Selefilik söz konusu
olduğunda, sadece terörist gruplardan bahsedilmektedir. Halbuki Selefilik
homojen bir hareket değil, her türlü siyasi aksiyonu reddeden gruplardan, şiddet
yoluyla köktenci bir din devleti kurmak isteyen gruplara kadar sayısız akımdan
oluşmaktadır. Farklılıklarına rağmen bütün »siyasal İslam« grupları, her ne
kadar İslam medeniyeti gelişmesinin zirvesine peygamber döneminde değil, aksine
üç yüz yıl sonra Endülüs’te ulaşmış ve astronomi, felsefe, matematik ve tıp
bilimlerine son derece önemli katkılar yapmış olsa da, köktenci bir »geri
dönüş« propagandası yapmaktadırlar.
Sonuçta »siyasal İslam« yaklaşık 100 yıllık
bir tarihi olan ve özellikle 1960’lı yıllardan itibaren – bilhassa Ortadoğu’da
– gelişen laik ve sol hareketlere karşı bir silah olarak kullanılan bir
harekettir. Dahası, »siyasal İslam«, bulunduğu hemen her yerde »adalet« vurgusu
yapsa da, kapitalist sömürü ve neoliberal tedbirlerle hiç bir sorunu olmayan
bir harekettir. Cezayir, Mısır, Tunus ve Türkiye ile en son Suriye ve Irak
örnekleri, »siyasal İslam« akımlarının kapitalist sömürünün İslam kisvesi
altında kökleşmesine hizmet etmekte olduklarını göstermektedir.
Ancak »siyasal İslam« tanımlaması, bu
akımların bütün emarelerini taşısa da, DAİŞ’i açıklamaya yeterli değildir.
DAİŞ’i farklı kılan özellikleri vardır. Bunları da ikinci soru ile açmaya
çalışalım:
DAİŞ münferit bir oluşum mu?
Burjuva medyasında bir iddia sıklıkla
kullanılmakta: »İlk kez böylesi bir vahşete tanık oluyoruz«. İnanlık tarihinin
sadece kapitalist gelişme sürecine baktığımızda, bu iddianın yanlış olduğunu
görebiliriz. Bırakalım bu süreci, sadece 2003 Mart’ında başlayan Irak
savaşından bu yana Irak’ta 1 milyondan fazla insan katledildi. Bunu DAİŞ’in
uyguladığı vahşeti izafileştirmek için değil, bu propagandayla üstü örtülmeye
çalışılan gerçekleri anımsatmak için belirtiyoruz.
Diğer bir iddia DAİŞ’in münferit bir oluşum
ve ilk kez ortaya çıkan bir görüngü olduğudur. Bu iddia da propagandadan
ibarettir. Gerek Soğuk Savaş döneminde, gerek sonrasında ve özellikle 2001’de
başlatılan sözde »teröre karşı savaşta« paramiliter ve devlet dışı askeri
örgütlenmeler rejim değişiklikleri gerçekleştirmek ve/veya emperyalist
çıkarların korunması amacıyla kurulmuş, desteklenmiş ve teşvik edilmişlerdir –
kimileri, amaç yerine getirildikten sonra, »yeni« düşman olarak ilân edilseler
de.
Emperyalist müdahalelerin bilinen
örneklerinden en ünlüsü, ABD’nin Nikaragua’daki kontralara sağladığı destektir.
Ancak DAİŞ benzeri bir oluşumun ve devlet müdahalesi-özel mali destekli savaş
örneği, 1979 Aralık’ında Afganistan’daki »mücahitlerin« Kızıl Orduya karşı
başlattıkları savaştır. O dönemde Arap ülkelerinden çok sayıda gönüllü
Pakistan’a geçmiş, özerk Paştun bölgesinde Suudilerin parasıyla ABD tarafından
eğitilmiş ve Afganistan’a yollanmışlardı. 1989 Şubat’ında Kızıl Ordu
Afganistan’dan çekildikten sonra, bu »mücahitler« Cezayir, Libya, Yemen gibi
ülkelerdeki islamist ayaklanmaların başlarına geçmişlerdi. Bu kadroların büyük
bir kesiminin bugün Irak, Libya, Mali, Somalya, Suriye, Tunus ve Yemen’deki
islamist çetelerin ana çekirdeklerini oluşturdukları biliniyor. Suudi
despotların kendi etkinlik alanlarını genişletmek için eğitimlerini ve
silahlanmalarını büyük meblağlar ile finanse ettikleri »mücahitler« için en
büyük motivasyon nedeni, dün olduğu gibi bugün de, köktenci İslam anlayışını
hakim kılmanın yanı sıra, talan ve yağma olanakları ve nakit paradır.
»Komünist kafirlere karşı mücadele«
gerekçesiyle kurulan bu oluşumları günümüzde Özel Askeri Teşekküller olarak
nitelendirmek olanaklıdır. Özel Askeri Teşekküller 1990 sonrasında ve
neoliberal küreselleşmenin desteklenmesi çerçevesinde hemen her ihtilaf
bölgesinde ortaya çıktılar – sadece islamist terör örgütleri olarak değil.
Irak’ta savaş suçu işleyen Blackwater şirketi muhtemelen bunların en ünlüsüdür.
Özel Askeri Teşekküllerin en önemli emaresi, şimdiye kadar ulus devletlerin
tekelinde olan şiddet kullanma hakkını para karşılığı devletler ve özel
şirketler adına kullanmaktır.
BM hukuku özünde devletler hukukudur.
Devletler, savaş durumunda dahi BM Şartı’na ve Cenevre Konvansiyonuna uymak
zorundadırlar. Özel Askeri Teşekküller ise, devlet dışı aktörler olduklarından,
böylesi bir yükümlülüğü taşımamaktadırlar. Zaten ABD’nin Den Haag Uluslararası
Ceza Mahkemesi antlaşmasını imzalamamasının temel nedeni, ABD’li özel askeri
şirketlerin işledikleri savaş suçlarının hukuki soruşturmasını
olanaksızlaştırma çabasıdır.
Diğer yandan Özel Askeri Teşekküllerin
topladıkları paralı askerler, hiç bir hukuka uymayan özel savaşçılar
statüsündedirler. O nedenle paralı asker toplarken, bunların milliyetine
bakmazlar. Bu teşekküllerin, devletlerin savaşa katılma kararının görece olsa
da parlamenter kurullarca alınması gibi demokratik kontrol altına girme
zorunluluğu bulunmamaktadır. Tek hedefleri, kârdır.
DAİŞ, Özel Askeri Teşekküllerin bütün
emarelerini taşımaktadır. Bir kere çetelere alınan elemanların neredeyse
hepsine para ödemektedir. Elemanların büyük bir çoğunluğu Kuzey Afrika
ülkelerinden, Çeçenya gibi Kafkas ülkelerinden, Arnavutluk ve Kosova’dan,
Afganistan, Pakistan, Endonezya ve Suudi Arabistan ile Avrupa’da yaşayan
Müslüman göçmenler arasından gelmektedir. Türkiye’den de katılım olduğu
defalarca kez kanıtlanmıştır. Çeşitli kaynakların tespit ettiği gibi, çete
elemanlarına çatışmaya katıldıkları gün başına 150,00 ile 300,00 Dolar arasında
para ödenmektedir. Bunun yanı sıra, bilhassa Tunus’ta, DAİŞ’e katılan
elemanların ailelerine – elemanların yaşlarına göre – 10 ila 20 bin Dolar arası
para ödeniyor. Aracılara verilen paralar da işin cabası.
Paralı askerlerin katılımında din ikincil
önem taşıyor. Asıl neden paradır. Kuzey Afrika metropollerinin varoşlarındaki
sefalet bunu göstermektedir. Açlık sınırında yaşayan geniş kesimler açısından
DAİŞ’in sağladığı mali olanaklar hayli çekici gelmektedir. Bununla birlikte,
fanatik Selefi ideolojisiyle çete elemanları arasında yaratılan »ortak kimlik«
ile »medeni« yasa ve kurallara uymadan şiddet uygulama olanakları, yağma ve kişisel
zenginleşme fırsatları da savaşçı eleman bulunmasını kolaylaştırmaktadır.
İslamist çeteleri Batılı özel şirketlerden
ayıran bir özellik, fanatik Selefi ideolojisinin savaşçılara sunduğu »cennet
vaadidir«. Gerçi bu vaat temel motivasyon kaynağı değildir, ama çete elemanları
arasında »birleştirici« işlevini görmektedir. »Emir« olarak nitelendirilen çete
yöneticileri içinse temel nedenin para olduğu kanıtlanmıştır. »İslamist kariyerleri«
araştırılan bir çok çete yöneticisinin yıllardan beri çeşitli ihtilaf
bölgelerinde ve ülkelerde dolaştıkları ve önemli sayılabilecek derecede sermaye
biriktirdikleri ortaya çıkartılmıştır. Şantaj ile para toplama, fidye için
insan kaçırma, organ ve uyuşturucu ticareti gibi eylemler genellikle bu gezgin
Emirlerce gerçekleştirilmektedir.
Paralı asker toplanmasının ne düzeye
ulaştığını BM Suriye Özel Sorumlusu Lakhdar Brahimi’nin 23 Nisan 2013’de BM
Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda okumak olanaklıydı. Brahimi 40 bini aşkın
yabancının Suriye’de silahlı çatışmalara katıldığını belirtiyordu. O dönemde
Ayman El Zavahiri tarafından El Kaide ağına kabul edilen El-Nusra-Cehpesi en
güçlü örgüttü. Ama yabancı devletler ve zengin Arap ailelerinin kurduğu Vahabiliği
yayma vakıflarınca finanse edilen en az on örgütten birisiydi. Bunlar
konjonktürel duruma göre, ya birlikte ya da birbirine karşı savaşıyorlardı.
İdeolojik yanlarına rağmen, tüm bu örgütler Özel Askeri Teşekküller olarak
nitelendirilebilirler.
DAİŞ’in ekonomik arka planı
Alman gazeteci Marc Engelhardt, Afrika’daki
islamist terör örgütleri hakkında yazdığı bir kitapta El Kaide’den, El Şabab’a
ve Boko Haram’a kadar bütün bu örgütlerin din kisvesi altında para için
savaştıklarını belgelerle kanıtlıyor. Bu nedenle »Müslüman« olduklarını iddia
eden tüm bu örgütlerin, farklı mezhepleri ve yorumlarıyla İslam ile söylem
ötesinde hiç bir bağlantıları olmadığı söylenebilir. İslam, daha doğrusu Sünni
gruplardan oluşan »siyasal İslam« açısından bu noktadaki en önemli sorun,
fanatik Selefi ideolojinin »meşru bir İslami yorum« olarak görülmesidir.
Ancak DAİŞ’in Suriye ve Irak’taki kimi
Sünni Arap aşiretince desteklenmesinin arkasında bu »meşru« görme eğilimi
değil, ekonomik ve siyasal çıkarlar durmaktadır. Daha önceleri farklı adlarla
Suriye’de savaşan DAİŞ, özellikle Irak’ın çeşitli bölgelerini kontrolü altına
almasıyla kamuoyunun gündemine oturdu. 2011’den bu yana »düşman« olarak
gördüklerine karşı vahşi bir şiddet uygulayan DAİŞ, korku yaratan bu vahşetiyle
kendi sistemini güvence altına almaya çalışmaktadır.
DAİŞ’i diğer islamist çetelerden ayırt eden
en önemli özelliği, kontrolü altında tuttuğu bölgelerde devletsel işlevleri
üstlenmiş olmasıdır. Suriye iç savaşının başlamasıyla durma noktasına gelen
kimi kamu hizmetleri (gıda maddelerinin satışı, elektrik ve içme suyu vb.) DAİŞ
tarafından sağlanmaktadır. Bunu elindeki devasa mali güç sayesinde
yapabilmektedir. Şu an DAİŞ’in ayda 60 milyon Doları aşan bir gelire sahip
olduğu tahmin edilmekte. Vergiler, yol haraçları, şantaj ile toplanan paralar,
fidye gelirleri, bankaların ve Suriye ve Irak’ın arkeolojik eserlerinin
yağmalanmasının yanı sıra petrol satışı yapılmaktadır. Irak’ta yedi petrol
kuyusu ile iki rafineriyi, Suriye’de ise altı petrol kuyusunu elinde tutan
DAİŞ’in Türkiye’deki aracıları üzerinden petrol sattığı kanıtlanmış durumda.
Bu kaynaklar DAİŞ’e, kendisine şimdiye
kadar mali, lojistik ve askeri destek veren »hamilerinden« bağımsızlaşma ve
müşterilerine sunduğu »hizmetler« için daha fazla para alma pazarlığı yapma
olanağını sunmaktadır. Bu süreç aynı Afganistan’daki Taliban’ın kendisini Suudi
Arabistan ve ABD’den bağımsızlaştırmasında olduğu gibi, benzer şekilde
gelişmektedir. Sadece Vahabiliği yaymayı değil, bölgedeki etkinlik alanını
genişletmeyi amaçlayan Suudi despotları, bugün Afganistan’da gördükleri filmin
tekrarını Suriye ve Irak’ta izlemek zorunda kalmışlardır.
DAİŞ veya Batılı özel askeri şirketler gibi
devlet dışı şiddet aktörlerini analiz etmek için salt dinsel bakış açısı
yeterli değildir. Neoliberalizm çağı, emperyalist ülkelerin ve bölgesel güç
olmak isteyen bölge egemenlerinin hegemonik hedeflerine ulaşmak ve stratejik
çıkarlarını korumak için ellerine şiddet kullanan modern araçlar aldığı bir
çağdır. Taşeronluk artık sadece ekonomik sektörlerde değil, askeri amaçlar için
de uygulanan bir konsept hâline getirilmiştir.
Ancak DAİŞ ile bu konsepte yeni bir nitelik
katılmıştır: Taşeron, kendini hamilerinden bağımsızlaştırabilecek mali
olanaklara kavuşmuş ve var olan devlet sınırlarını ortadan kaldıran, Suriye ve
Irak haricinde başka ülkelerin topraklarına da göz diken bir »İslam devleti«
iddiasını taşımaktadır. ABD, AB ve bölge ülkelerinin egemenlerini
hiddetlendiren, DAİŞ’in uyguladığı vahşet değil, taşeronun kendisini finanse
eden müşterilerinden bağımsız davranmak istemesidir. Emperyalizmin icat ettiği
taşeronluk konsepti, bugün mucidinin çıkarlarını tehdit eden bir
»Frankenstein’a« dönüşmüştür.
Emperyalist güçlerin Birinci Dünya Paylaşım
Savaşı sonrasında, 1920’de, Paris’e bağlı Sèrves kasabasındaki bir toplantıda
cetvel ile çizdikleri Ortadoğu haritası, bu gelişme ile değişme sürecine
girmiştir. Eski düzen, ayakta kalamayacak derecede tahrip olmuştur. Farklı
emperyalist güçlerin çıkarlarına uygun olarak çizilen bölgedeki sınırların ve
»ulus devletlerin« suni yapılar olduğundan şüphe yok. Artlarından gözyaşı döken
pek olmayacaktır. Ancak, etnik farklara ve mezheplere göre düzenlenmek
istendiği görünen yeni Ortadoğu resminin de bölge halklarının ve emekçi
sınıfların lehine olmayacağı çok açık. Dahası, körüklenen mezhepçilik
Ortadoğu’yu hiç sönmeyen bir yangın yerine ve devasa bir kan gölüne çevirmeye
adaydır.
Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, çöldeki
bir vaha misali simgeleşen Kobanê direnişi ve Rojava’daki özerklik deneyi,
emperyalizmin, gericiliğin ve fanatik dinciliğin hedeflerine ulaşmasının önüne
set çekilebileceğini, alternatif gelişme yollarının olanaklı olduğunu
kanıtlamıştır. Bu olanaklı oluşun anahtarı laik ve yoksul sınıflara dayanan
özyönetim anlayışıdır. Rojava özerklik deneyi, savaş koşullarına ve her türlü
olumsuzluğa rağmen, örgütlü halkların egemenlere direnebileceklerini ve kendi
özyönetimlerini kurma yoluna girebileceklerini bölgedeki ezilen ve sömürülen
kesimlere göstermiştir. Her ne kadar Rojava’daki özerklik, özyönetim ve öz
savunma deneyi henüz kökleşmiş olmasa da, hatta ileride yenilgiye bile uğrasa,
bölge halkları ve emekçi sınıflar kendi iktidarlarını kurabilmelerinin olanaklı
olduğunu görmüşlerdir. Sadece bu gerçek Rojava deneyinin önemini ortaya
koymaktadır.
DAİŞ’in ortaya çıkışının olumlu
sayılabilecek tek yanı, fanatik dini ideolojilerin nasıl bir vahşete yol
açabileceklerini tüm dünyaya açık bir şekilde göstermiş olmasıdır. DAİŞ’e karşı
gösterilecek tavır, sadece demokratlar için değil, inanan kesimler için de bir turnusol
anlamına gelmiştir. Komünistler ve bilinçli işçi sınıfı içinse, mücadelelerinin
öneminin altı bir kez daha çizilmiştir: insanlığın kurtuluşu yalnızca
sosyalizmle olanaklıdır. Din eleştirisi, laik tavır ve sınıfsal bakış, bu
mücadelenin olmazsa olmaz ön koşullarıdır.