»Sınırsız olanaklar ülkesi« ABD’nde yapılan
bir araştırma, her 8 saatte 1 insanın polis kurşunları ile öldürüldüğünü ortaya
çıkardı. Sosyal medyada yayınlanan bilgiler bu tespiti teyit ediyor. Burjuva
medyası dahi buna değiniyor ve polis şiddetini kanıtlayan video ve fotoğrafları
ekranlara, gazete sayfalarına taşıyor. Ancak »tarafsız« habercilik gibi görünen
bu yayın politikası rafine bir kurgu ile polis ve devlet şiddetini
münferitleştirmekte, son derece haklı protestoları ve protestocuların
kendilerini polis şiddetine karşı savunmalarını »terör gösterileri« gibi
kavramlarla genelleştirmektedir. ABD’nin Ferguson veya Baltimore gibi
kentlerinde patlak veren toplumsal olayların burjuva medyasındaki haberlere
konu oluş biçimi, bunun iyi örneğidir.
Baltimore’da 27 Nisan 2015 tarihinde 25
yaşındaki Freddy Gray’in gözaltına alındıktan sonra boynu kırılarak öldürülmesi
üzerine patlak veren olaylar, burjuva medyası – bilhassa Avrupa’dakiler –
tarafından sadece »göstericilerin şiddeti« başlığı altında haber konusu
yapıldı. Burjuva medyası haberlerini »yoksul siyahilerin şiddete yatkın
olmaları bir ABD sorunudur« tezi üzerinde kurgulamakta ve toplumsal olayları
skandalize ederek, kapitalist devleti savunma görevini yerine getiriyor.
Nüfusun çoğunluğunu siyah Amerikalıların oluşturduğu kentlerdeki aşırı polis
şiddeti, yaygın yoksulluk, yüksek düzeydeki işsizlik oranları, güvencesizlik,
aşırı sömürü ve adaletsizlik gibi toplumsal hoşnutsuzluğu yaratan ve tabii ki
kapitalizme içkin olan temel sorunlara hiç bir şekilde değinmeyerek, temel
nedenlerin üstü örtülmektedir. Buna karşın sömürüye, kurumsal ayırımcılığa ve
ırkçılığa maruz bırakılan ve bilinçli olarak kriminalize edilen yoksul siyah
Amerikalı nüfusa »kültürel olarak şiddet yatkınlığı« teşhisi konularak, içinde
bulundukları yoksulluktan kendilerinin sorumlu oldukları telkin edilmektedir.
Devlet ve medya taleplere
sağır
Baltimore’lu siyah Amerikalıları temsil
eden kurumlar, on yıllardan beri siyah nüfusun karşı karşıya kaldığı sosyal ve
ekonomik sorunlara dikkat çeker ve örgütlü-örgütsüz yürüyüş ve eylemlerle
taleplerini seslendirirlerken, kent ve eyalet yönetimleri taleplere kulaklarını
tıkamayı ve polis şiddetiyle yanıt vermeyi yeğlemekteler. Burjuva medyası ise
»yoksul siyah nüfusta yaygın olan şiddet ve yağma kültürü« propagandası ile
devletin paramiliterleştirilmiş kontrol mekanizmalarını, kurumsal kötü
muameleyi ve polis kurşunlarını meşrulaştırmaya çalışıyor.
Burjuva medyası protestolarla ilgili
haberlerinde polis teşkilatındaki yaygın yapısal ırkçılığa ve siyah
Amerikalıların taleplerine hiç bir şekilde değinmiyor. Buna karşın bilhassa
kendiliğinden gelişen protesto eylemlerinde ortaya çıkan öfke kriminalize
ediliyor, »maddi zararların« listesi çıkartılıyor ve yorumlarda protestocular
eleştiriliyor. Protesto eylemleri genel olarak »kamu düzenini bozan şiddet
eylemleri« diye tanımlanırken, polis şiddeti »münferit olay« veya »kaza
kurşunu« diye nitelendirilerek, suçları bariz olan polis memurlarının olası bir
mahkemede beraat alabilmelerinin zemini hazırlanıyor. Bu sadece Baltimore için
geçerli değil: Florida’da Trayvon Martin, Ferguson’da Michael Brown, New
York’ta Eric Garner ve 7 yaşındaki Aiyana Stanley-Jones, Cleveland’de Tanisha
Anderson veya Alabama’da Sheneque Proctor’un polis kurşunuyla katledildikleri
olaylarda da aynı yaklaşımlar sergileniyor.
Cinayet işleyen polis memurları ise
neredeyse hiç bir şekilde cezalandırılmıyorlar. 2015 Mayıs’ında Washington
Post’un yayımladığı bir araştırmaya göre ABD’nde son 10 yıl içerisinde ölümcül
şiddet uyguladığı suçlamasıyla mahkeme önüne çıkartılan polis sayısı sadece 54.
Ama mahkeme önüne çıkartılmak, ceza almaya yetmiyor: 54 katil polisin sadece
5’i ceza almış durumda. Henüz empirik veriler olmasa da ceza alan polislerin
oranının sadece binde bir olduğu tahmin ediliyor.
Irkçılık ve sömürünün bütünselliği
Baltimore’daki ayaklanmayı andıran
toplumsal protesto eylemleri, kimilerince 1960’lı yılların antiırkçı
ayaklanmaları ve protestolarına benzetilirken, burjuva medyası benzetmeyi 1967
Detroit olayları ile yapmayı yeğliyor ve o zamandan bu yana yürütülen »1967
ayaklanmaları Detroit’un yoksullaşmasına yol açtı« propagandasını yeniden
üretiyor. Halbuki muhafazakâr kesimler bile, bir zamanlar otomotiv sanayiinin
»Mekkesi« olan Detroit’un sanayisizleşmesinin ve kent nüfusunun
yoksullaşmasının ardındaki asıl nedenin küreselleşme ve neoliberal uygulamalar
olduğunu kabul ediyorlar.
Aslına bakılırsa, benzetme hangi açıdan
yapılırsa yapılsın, her halükârda bir ABD gerçeğini, yani ırkçılık ile kapitalist
sömürünün bütünselliğini sağlayan tarihsel sürekliliği kanıtlıyor. Baltimore
da, aynı Detroit gibi, 1980’li yıllara kadar özellikle siyah işçiler için
istihdam edilebilecekleri bir sanayii mevkii olarak bir çekim merkezi hâline
gelmişti. 1980’li yılların ardından, ama bilhassa 1990 sonrasında hızlanan
kapitalist küreselleşme, kentin ve çevresinin sanayisizleşmesine yol açtı. Bu
yapısal ekonomik değişim genellikle kalifiyesiz işçi olarak çalıştırılan siyah
Amerikalıların kitlesel işsizliğe itilmelerine neden oldu. Yoksullaşma ve
yaygın işsizlik özellikle genç nüfusu etkiledi ve organize suçlar ile
uyuşturucu ticaretinin artmasını sağladı.
Bu gelişme ise hem kapitalist sömürünün
farklılaşarak derinleşmesine, hem de kent yönetiminin otoriterleşmesine malzeme
oldu. »Uyuşturucu ticareti ile savaş« kisvesi altında polis teşkilatı
militaristleştirildi ve özgürlükleri rafa kaldıran tedbirler yaygın bir biçimde
uygulamaya sokuldu. Aynı zamanda hapishaneler özelleştirilerek, müthiş bir özel
güvenlik ve hapishane sanayii oluşturuldu. Mahkemeler en ufak suçlar için dahi
uzun hapis cezaları vermeye başladı.
Bugün hapishanelerde tutulan hükümlülerin
ezici çoğunluğunu siyah Amerikalılar oluşturmaktadırlar. Siyah Amerikalılar,
daha doğrusu »siyah beden« böylelikle bir anlamıyla metaya dönüştü. Kapitalist
sömürünün farklılaşması tam olarak burada karşımıza çıkmaktadır: bir tarafta
kalifiyesiz işçilerin kitlesel işsizliği istihdam edilmiş işçiler üzerinde bir
baskı unsuru olarak kullanılırken, diğer tarafta üretim dışında bırakılan
işgücü, yani siyah beden üzerine kurulan tasarruf yetkisi sayesinde devletin
sübvanse ettiği hükümlü olarak artık değer üretmektedir. Hapishane sanayii
otoriter yönetim, polis şiddeti ve mahkemelerin sert ceza kararlarının
desteğiyle metalaşan siyah beden üzerinden özel sermaye birikimi sağlamaktadır.
Siyah Amerikalıların genelleştirilmiş suçlular potansiyeli olarak görülmesini
sağlayan ırkçılık ise bu bağlamda hapishanelerde tutulan siyah beden sayesinde
elde edilen birikimin sürekliliği için vazgeçilmez bir araç hâline gelmiştir.
ABD’ndeki ırkçılık önemli ölçüde siyah bedenin metalaştırılmasının aracıdır.
Tarihsel süreklilik bununla birlikte
yaşamın her alanının piyasalaştırılması, yaygın özelleştirmeler ve neredeyse
yaşama dair her şeyin metalaştırılması süreci için de geçerlidir. Örneğin polis
tarafından öldürülen Freddy Gray’in Baltimore’da yaşadığı mahalle olan
Sandtown-Winchester bir tarafta giderek yoksullaştırılırken, diğer tarafta da
hem belediye hizmetleri özelleştirilmekte, hem de mahalledeki »gentrifikasyon«
(kentsel dönüşüm) tedbirleriyle özel sermaye için yeni rant alanları
açılmaktadır. Böylelikle doğrudan devletin desteğiyle özelleştirilmiş sağlık ve
belediye hizmetleri üzerinden büyük tekellere kâr olanakları, değiştirilen imar
planları üzerinden büyük inşaat tekellerine ve siyah nüfusa yönelik kriminalizasyon
ile de özel güvenlik ve hapishane şirketlerine rant kapıları açılmaktadır.
Baltimore gibi kentlerdeki siyah nüfus yoksullaştırılarak, eğitimsiz ve işsiz
bırakılarak suç batağına itilmekte ve böylece sürekli yeniden üretilen
metalaştırılmış siyah beden ordusu yaratılmaktadır. Bu durum, klasik burjuva
toplumu değerleriyle dahi ele alındığında, siyah Amerikalılar özelinde
farklılaşan kapitalist sömürünün tam anlamıyla sapık bir biçim aldığını
kanıtlamaktadır.
İşte Baltimore’da meydana gelen olaylar bir
yanı ile bu metalaştırılmaya – büyük ölçüde bilinçsiz – karşı çıkıştır. Maruz
bırakıldıkları kötü muamele ve açık ırkçılığa karşı duyulan derin öfkenin
kendiliğinden protesto eylemlerine ve bunların kimi noktalarında otoriteye
karşı şiddete dönüşmesi de, doğal bir gelişmedir. Burjuva medyasının protesto
eylemlerini genel şiddet olayları olarak göstermesini ise, siyah bedenin
metalaştırılmasını meşru kılma ve bunun için gerekli olan kriminalizasyonu
haklı çıkarma çabası olarak okumak gerekmektedir.
Kapitalizmle birlikte modern köle
ticaretinin hızla yayıldığı Amerika kıtasındaki ve özellikle ABD’ndeki
kapitalist sömürü ve ırkçılığın bütünselliği, yüzyıllardır kesintisiz devam
eden tarihsel süreklilik göz önünde tutulduğu takdirde anlaşılabilir olacaktır.
Gerçi köle ticareti, yani insanın meta olarak alınıp satıldığı sistem uzun süre
önce aşıldı, ama ırkçılık ve ırkçı baskı ABD’ndeki kapitalist egemenliğin en
önemli sütunlarından birisi olarak var olmaya devam etmektedir. Irkçılık
ABD’nde sistematik ve yapısaldır. Irk profili gerek polis ve hukuk
kovuşturmalarında, gerekse de özel ve kamu istihdamında merkezi bir rol
oynamakta, siyah Amerikalılar ortalamanın iki ya da üç katı işsizlik ve
yoksulluk altında ezilmekte, buna karşın beyaz Amerikalılara nazaran çok daha
yüksek cezalara çarptırılmaktadırlar. Siyah Amerikalıların bu toplumsal gerçeği
ABD işçi sınıfının örgütsüz ve bilinçsiz kalması ve böylelikle de burjuvazinin
sınıf tahakkümünün devamı için temel koşullardan birisidir.
Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin
öncü gücü ABD’ndeki ırkçılık ile diğer
kapitalist ülkeler ve emperyalist merkezlerde de yaygın olan ırkçılık
arasındaki özgün fark, siyah bedenin metalaştırılmasıdır. Her ne kadar
Avrupa’da da hapishanelerin ve kamu güvenliği araçlarının özelleştirilmesi
tartışılsa, hatta proje amaçlı kimi yerlerde gerçekleştirilmiş olsa da,
Avrupa’daki kapitalist sermaye birikimi ABD’ndeki gibi sapık sömürü biçimine –
şimdilik – gereksinim duymamaktadır.
Direnişin yoksul ve siyah
hâli
ABD’nde 1960’larda siyah Amerikalıların
başlattıkları ve sonra genişleyerek büyüyen yurttaş hareketi, ırkçılığın ve
Apartheid politikalarının mevzi kaybetmesi ve eşit burjuva toplumu haklarının
elde edilmesi konusunda şüphesiz küçümsenemeyecek katkılar sundu. Ancak bu eşit
haklar mücadelesinin özünde bir sınıf savaşı olduğunu ABD’li komünistler
dışında kimse ifade etmediğinden ve gereğini yerine getirmediğinden,
egemenlerin yurttaş hareketinin sistemi tehdit edebilecek bir unsur hâline
gelmesini engellemelerini kolaylaştırdı. Dahası, yurttaş hareketinin önde gelen
kişi ve kurumları sisteme koopte edilerek, sınıf tahakkümünün devamlılığı
sağlanabildi.
1960’lardaki mücadelelerden sonra ABD’nde
iki toplumsal fenomen gözlenebilir: sosyal eşitsizlik aşırı derecede artar,
işçi sınıfının ve bilhassa gençliğin durumu yarım yüzyıl öncesine nazaran daha
da kötüleşirken, ortaya çıkan siyah, ama imtiyazlı katmanlar egemen sınıf
tarafından sisteme entegre edildiler ve siyah nüfusun yoğun yaşadığı
kentlerdeki yağma ve sömürünün sorumluluğunu üstlendiler; her renk ve kökenden
işçi sınıfının düşmanı olarak, aynı günümüz ABD Başkanı Obama gibi, egemen
sınıfın tenleri siyah, ama özleri »beyaz« parçası oldular.
2015 Nisan’ı ve Mayıs’ında Baltimore’da
meydana gelen olaylar, bu nedenle 1960’lı yılların direnişinden çok daha farklı
bir momentin: direnişin yoksul ve siyah hâlinin belirgin bir şekilde ortaya
çıkmasına yol açtı. Göstericilerin öfkesi sınıfsal bir karakter kazanarak,
kendileri de siyah Amerikalı olan Büyükşehir Belediye Başkanı ve polis teşkilatının
şefine yöneldi. Sadece bu da değil: siyah nüfusun (ve elbette seçmen sayısının)
yüksek olması, siyasi kariyer peşinde koşan siyah »elitlerin« kente doluşarak,
ulusal ve uluslararası medyadan faydalanmaya çalışmaları, göstericilerin sert
tepkisiyle karşılaştı.
Aslına bakılırsa kamuoyunun ilgisini çeken
olaylara ve bilhassa cenazelere üst sınıflardan tanınmış kişilerin katılmaları,
ırkçılık karşıtı konuşmalar yapmaları, siyah Amerikalıların alışkın oldukları
bir gelenek. Yapılan konuşmalarda genel geçer doğruların yanı sıra, »ırkçılığa
karşı mutlaka barışçıl direniş gösterilmesi« istenir. Ama bu sefer aynı
lafazanlık Baltimore’da da tekrarlanınca, her gün polis şiddetine ve kurumlarda
ayırımcılığa maruz kalan, işsizliğin cenderesinde yaşam savaşı veren yoksullar,
zengin mahallelerinde rahat bir yaşam sürdüren siyah »elitlere« sert tepki
gösterdiler. Ferguson veya Baltimore’da ilân edilen sokağa çıkma yasaklarını
delen, ırkçılığın yanı sıra sosyal sorunları ön plana çıkaran ve tüm
kısıtlamalara rağmen eylemler düzenleyen yoksul siyahların kendiliğindenci
tepkisi bu şekilde bilinçsiz bir sınıfsal karakter kazanmaktadır.
Hareketin kendiliğindenciliğini yetersiz
gören aktivistler, öz örgütlenmeye yönelmektedirler. Ferguson olayları
sonrasında oluşan »Black Lives Matter« veya Baltimore’daki »#BlackRising« hareketi sosyal medya araçlarını da
kullanarak, siyah Amerikalı yoksulları örgütlemeye çalışıyor. Olaylarda polis
otolarının yakılmasının veya kredi ofislerinin camlarının indirilmesinin asıl
şiddet olmadığını, »asıl şiddet, kentlerimizde kapatılan dükkânlar ve iş
yerleri, kullanılamaz hâle gelmiş sosyal konutlar ve en önemlisi yoksulluktur«
diyerek, gerçek sorunlara dikkat çeken hareket, siyah Amerikalıların sadece
eşit yurttaşlar olarak kabul edilmelerini değil, aynı zamanda sosyal
sorunlarının da çözülmesini talep ediyorlar.
»Black Lives Matter« veya »#BlackRising« hareketinin henüz kapitalizm karşıtı
harekete dönüştüğü söylenemez elbette. Buna rağmen bu hareketin ırkçılık ve
kapitalist sömürü arasında bir bağlantı olduğunu görmesi ve sorunun çözümünün
sadece siyah değil, tüm Amerikalı işçi ve yoksulları ilgilendirdiğini
belirtmesi, öz örgütlenmenin siyasi söylemi hâline gelmesi nedeniyle önemlidir.
Doğru, protestocu kitlelerin kendiliğindenci eylemleri henüz bilinçli bir
eylemliliğe dönüşmedi, ancak ABD gibi bir ülkede örgütlenme gerekliliğinin
yoksullar arasında tartışılır olması dahi küçümsenemeyecek bir gelişmedir.
ABD Komünist Partisi New York Bölge Başkanı
Jarvis Tyner, »Ferguson ve Baltimore gibi kentlerdeki siyah Amerikalı
yoksulların kalkışması, büyük özgürlük savaşlarının ve eşit haklar
mücadelelerinin günümüzdeki devamıdır. Şimdi önemli olan, bu mücadelenin sınıf
mücadelesinin parçası olduğunu her kökenden ve renkten ABD işçi sınıfının bilincine
çıkartmak ve mücadeleyi ırkçılığa ve emek sömürüsüne karşı sınıf mücadelesine
dönüştürmektir« diyerek, ABD’li komünistlerin görevlerine dikkat çekiyor.
Toplumsal etkinliği zayıf olan ABD Komünist Partisi’nin bu görevi yerine
getirmede ne kadar başarılı olabileceğini zaman gösterecek, ama Tyner’in ifade
ettiği görev dünyanın diğer bölgeleri, özellikle Avrupa için de geçerli.
Çünkü Avrupa’da da kapitalist sömürü ve
ırkçılık mekanizmaları iç içe geçmektedir. Göçmen ve mültecilerin kriminalize
edilmeleri, güvenlik aygıtının özelleştirilme çabaları, mültecilerle mücadele
etmeyi görev bilen sınır rejimlerinin oluşturulması, göçmen ve mültecilerin
sosyal kısıtlamalar ve antidemokratik uygulamalar için »günah keçisi« olarak
kullanılmaları, sistematik kurumsal ayırımcılıklar ve yapısal ırkçılık
Avrupa’da da yaygınlaşmaktadır. Göçmen ve mültecilerin varlığı, Avrupa işçi
sınıfını bölmek, toplumsal direnç mekanizmalarını kırmak, neoliberal tedbirleri
dayatmak ve iç ve dış politikanın militaristleştirilmesini sağlamak için
malzeme olarak kullanılmaktadır. Mültecilerin barındırılması şimdiden özel
şirketlere verilmekte ve bu çerçevede yeni sermaye birikimi olanakları yaratılmaktadır.
Mültecilerin »siyah bedenleri« Avrupa’da da metalaştırılmaya hazır hâle
getirilmeye çalışılmaktadır ve Akdeniz’deki binlerce mülteci cesedi bu
politikanın bir sonucudur.
ABD’nin çeşitli kentlerinde baş gösteren
protesto olaylarını şüphesiz aşırı polis şiddeti tetikledi. Ancak protestolar
sadece polis şiddetine karşı çıkışı değil, kriminalizasyona ve insan bedeninin
metalaştırılmasına karşı bir direnişi ifade etmektedir. Görünen o ki, gelecek
yıllarda bir, iki, belki de daha fazla Baltimore’lara tanık olacağız. Baltimore
sonrası, Baltimore öncesidir.