George W. Bush 20 Eylül 2001 tarihinde ABD Kongresinde yaptığı
konuşmada, »Teröre karşı savaşımız El Kaide ile başlıyor, ama onunla
bitmeyecek. Bu savaş küresel erimi olan her terörist grup bulunana, durdurulana
ve yok edilene dek devam edecektir« diyerek, emperyalizmin yeni »büyük anlatısını«
ilân ediyordu. Bu »büyük anlatı« son 15 yılın tüm jeostratejik hedefli,
uluslararası hukuka aykırı ve eski Ahit’in »iyi« ve »kötü« tanımları üzerine
oturtulmuş müdahale savaşlarının (»Haçlı Seferinin«) temel gerekçesi oldu.
Dahası, egemen sınıflar ve emperyalist güçler içeriğini stratejik hedeflerine
göre keyfi bir biçimde belirledikleri »terör«, »terörizm« ve »terörist«
tanımlarıyla, klasik askerî operasyonların yanı sıra gizli servislerin ve özel
timlerin yürüttükleri, yargısız infazların, işkence merkezlerinin ve topyekun
yok edilmelerin belirgin emareleri olduğu savaşları yaygınlaştırdılar.
»Teröre karşı savaş« yalanının bir diğer etkisi, hem demokratik
kamuoyunda, hem de dünya çapındaki barış hareketleri ile ulusal kurtuluş
hareketlerinde kısmî felce yol açması oldu. Çünkü bizzat emperyalist devletler
ile dünyanın muhtelif yerlerindeki bölgesel egemen sınıfların lojistik, maddî,
siyasî ve askerî destekle büyüttükleri ve kullandıkları »İslam Devleti«, »El
Nusra Cephesi« veya »El Kaide« gibi sayısız terör örgütünün barbarlıkları ve
sivillere yönelik vahşi eylemleri, »güvenlik« için her aracın »mubah« olduğu
algısını yaygınlaştırdı. Hukukun eğilmesi ve burjuva medyasının bilinçli
demagojisi ile skandalize edici haber politikasının hukuk dışı devlet
tedbirlerini olağanlaştırması sonucunda, kamuoyu burjuva hukuk devleti anlayışı
temelindeki polisiye ve yargılama tedbirleri yerine, yargısız infaza dayanan
askerî ve gizli servis operasyonlarına »alıştırıldı«. Emperyalizmin yeni »büyük
anlatısı« ve bu »alıştırma« özellikle emperyalist ülkelerdeki barış
hareketlerinin büyük ölçüde paralize edilmelerine neden oldu.
Aynı zamanda emperyalist yayılmacılığa, iç ve dış politikanın
militaristleştirilmesine, sosyal ve demokratik hakların rafa kaldırılmasına
toplumsal rıza sağlamaya ve böylelikle de işçi sınıfını kendi yaşamsal sınıf
çıkarları için burjuvazinin sınıf tahakkümüne karşı vermesi gereken sınıf
mücadelesinden uzaklaştırmaya yarayan bir egemenlik aracı hâline dönüştü.
Ankara, Brüksel, İstanbul ve Paris gibi merkezi kentlerde ve hemen
her gün Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde patlayan ölümcül bombalar, bu uğursuz
sürecin güncelliğini gösterdikleri kadar, sürecin arka planını, neden ve
sonuçlarını işçi sınıfının çıkarları açısından analiz etmenin, kamuoyu
tartışmalarındaki kavram karmaşasını çözmeye çalışmanın ne denli gerekli
olduğunu kanıtlamaktadır. Bu da işçi sınıfının bilinçli, devrimci güçlerine
sınıfı ve toplumu aydınlatma, onlara, emperyalist yayılmacılık ve sömürüden
bahsetmeden, terörden bahsedilemeyeceğini anımsatma görevini yüklemektedir.
Görevi layığıyla yerine getirebilmek içinse, önce kavramlara gerçek anlamlarını
yeniden vermek gerekmektedir.
Kavramları yerlerine oturtmak için...
Temel soruyla başlayalım: »Terör« nedir? Nesnel bakıldığında
»terör«, belirli hedefler için eşyaların ve/veya – kendi yaşamı dahil – insan
yaşamının yok edilmesine yol açacak şiddet araçlarını kullanan eylem metodu
olarak tanımlanabilir. Terör kavramı çeşitli mücadele biçimleri ve araçları
arasında bir farklılaştırma çabası olsa da, aynı zamanda normatif ve
değerlendirici bir kavramdır, yani taraflıdır. Çünkü neyin »terör« olup
olmadığı tarihsel ve kültürel geleneklere ve elbette toplumsal sınıfların
çıkarlarına göre tanımlanır. Zaten bu nedenle de herkesin kabul edeceği genel
ve bilimsel bir »terör« kavramı üzerinde anlaşmak, neredeyse olanaksızdır –
çünkü belirleyici olan sınıf çıkarlarıdır. Bu açıdan bizim »terörü« tanımlamak
için hareket ettiğimiz temelin işçi sınıfının genel çıkarları olduğunun altını
çizmemiz doğru olacaktır.
»Terör« kavramının, burjuva toplumlarının gündelik tartışma
dilinde aşağılayıcı çağrışımları olduğundan, genellikle »karşıt« veya »düşman«
olarak tanımlananların mücadele metotları ve araçlarını, böylelikle de
karşıtların/düşmanların hedeflerini henüz tartışma aşamasında gayri meşru
kılmak için kullanılmaktadır. Günümüzde »terör« kavramı egemen politikalara ve
koşullara, bilhassa işgallere ve askerî operasyonlara, müdahalelere karşı
mücadele edenleri aşağılayan ve »temizlenmesi/kökünün kurutulması« meşru olan
»haşarat/insan dışı varlıklar« olarak gösteren emperyalist savaş
propagandasının vazgeçilmez bir aracı hâline getirilmiştir.
»Terörizm« ise şiddet uygulayan eylem metotlarının »teröründen«
daha fazlasıdır. Terörist pratiğin yanı sıra, şiddet eylemlerini gerçekleştiren
yapıların personel ve maddî ağı, ideolojik üst yapıları, stratejik konseptleri
ile kolektif ve bireysel motifler »terörizm« kavramı içerisindedirler. Ancak
»terörizm« kavramı sadece devlet dışı unsurlar için geçerli değildir: »düzenli«
savaşlardan farklı olarak, sivil halka ve yerleşim bölgelerine, askerî olmayan
hedeflere yönelik, ordu ve istihbaratın »özel« birimlerinin ortaklaşa
gerçekleştirdikleri şiddet de »terörizm« kavramı içinde yer almaktadır. Her ne
kadar kavramsal olarak »düzenli« savaşlar ve devlet güçlerinin terörü arasında
fark olsa ve bunların uygulanma metotları ve uygulayıcı birimleri farklı olsa
da, sonuçta her ikisi de günümüz emperyalist savaşlarının birbirini tamamlayıcı
unsurlarıdır.
Ancak eylem metotları tek başına »terör« ve »terörizm«
kavramlarını işçi sınıfının çıkarları temelinde ele almak için yeterli
olamamaktadırlar. Burada »terör« olarak nitelendirilen eylemlerin toplumsal
içerikleri ve hedefleri açısından da bir farklılaştırmaya gitmek zorundayız.
Genel ve tarihsel olarak devletlerin ve devlet dışı güçlerin uyguladıkları
şiddetin veya »terörün« toplumsal içeriğine ve hedeflerine göre ilerici veya
gerici hedeflere hizmet eden bir araç olduğunu söyleyebiliriz. Devlet
şiddetinin gerici veya ilerici hedeflere hizmet etmesi konusunda tarihsel örnek
olarak Fransız feodalizminin terörü ile Büyük Fransız Devrim sonrasının şiddet
uygulamalarını veya Rus Çarının vahşi istibdadı ile Büyük Ekim Devrimi
sonrasında Bolşeviklerin karşı devrime karşı uygulamak zorunda kaldıkları
şiddeti gösterebiliriz.
Ama asıl sorun »aşağıdan«, yani ezilen ve sömürülenlerin
uyguladıkları şiddeti tanımlamakta yatmaktadır. Yakın tarihe baktığımızda antikapitalist
devrimci güçlerin, antiemperyalist ve sömürgecilik karşıtı özgürlük
hareketlerinin, yüzbinlerce insanın yaşamına mal olan devlet terörüne karşı her
defasında şiddete başvurmak zorunda kaldıklarını görebiliriz, ki bu şiddet her
defasında ve doğal olarak egemen sınıflar ve emperyalist güçler tarafından
»terör« olarak tanımlanmıştır.
İşçi sınıfının bilimsel dünya görüşü şiddetin bir araç olarak
kullanılmasını a priori reddetmez. Lenin’in »Ne Yapmalı?« da açıkladığı gibi,
şiddet sorunu işçilerin örgütlenmesi ve kitlelerin mobilize edilmesi için
verilmesi zorunlu olan asıl mücadelenin bağımlı değişkeni, amaç için aracıdır. Ama
asıl belirleyici toplumsal, siyasî, ekonomik kurtuluş için verilmesi gereken
sabırlı sınıf mücadelesi olduğundan, bireysel-terörist aksiyonizmin,
kontraprodüktif şiddet eylemlerinin Marksizm-Leninizm’de yeri yoktur. Çünkü
bireysel ve sivillere yönelik her şiddet eylemi, her durumda ve her defasında
gerici hedeflere hizmet eder, kapitalist devletin baskı ve şiddet araçlarını
meşrulaştırıcı etkide bulunur. Bu nedenle bireysel ve sivillere yönelik şiddet,
işçi sınıfının çıkarları açısından reddedilmesi gereken terör eylemleridir.
Rasyonel ve hümanist bir güç olarak proletaryanın örgütlü sınıf
hareketi, komünistler, şiddeti öncelikle toplumsal devinimin, işçi sınıfının ve
böylelikle tüm insanlığın kurtuluşu amacıyla kullanılabilecek bir araç olarak
görürler. İşte bu toplumsal-tarihsel hedef, mücadele araçlarının seçiminde
determine edici rol oynar – örneğin Küba Devriminde gerillanın kitleler içinde
kök salması gibi. Tam da bu nedenlerle devrimci şiddet ile kendilerini
milliyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik üzerinden meşrulaştırmaya çalışan sağcı
örgütlerin şiddeti aynı şeyler değildir. Kurtuluş amacının aracı olarak
devrimci şiddet, emperyalist güçlerin, kapitalist devletlerin ve faşist
örgütlerin terörünün karşıolumudur. Aynı zamanda İrlanda veya Kuzey
İspanya’daki burjuva milliyetçiliğinin mücadele biçimlerinden de farklıdır.
Sonuç itibariyle devrimci şiddet burjuvazinin sınıf tahakkümünü yıkmaya ve
sosyalist demokrasiyi kuracak olan işçi sınıfının iktidarını oluşturmaya hizmet
eden araçlardan birisidir ve tam bu nedenle egemen sınıflarca »terör« olarak
tanımlanmakta, sınıf mücadelesi de »terörizm« diye yaftalanmaktadır.
Terörün kaynakları
Terörün antik dönemden bugüne her zaman emperyal/emperyalist
egemenlikle birlikte var olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Günümüzdeki
temel kaynağı ise emperyalizme içkin saldırganlık ve kapitalizm koşullarında
çözülmesi olanaksız krizlerdir. Terörizm her şeyden önce gerek kurban
sayılarına göre niceliksel olarak, gerekse de uygulanan vahşete göre niteliksel
olarak emperyalist devletlerin en önemli egemenlik aracıdır.
Egemen sınıflar baskı aygıtlarını ve yayılmacılığı meşrulaştıran
»terörün« işlevselliğinin çok iyi bilincindedirler. Nasıl Soğuk Savaş döneminde
masif antikomünist propaganda silahlanma programlarının yürütülmesi ve nükleer
cephanenin genişletilmesi için gerekçe olarak kullanıldıysa, bugün de »terör
tehlikesi« neoliberal güvenlik rejimlerinin inşa edilmesi, militarizmin yaşamın
her alanını esir alması ve emperyalist saldırı savaşları için gerekçe olarak
kullanılmaktadır. Egemenlik aracı olarak »terörün« bu işlevselliği, »terör
tehlikesine« gerektiğinde ajan-provokatörler üzerinden bizzat Batılı gizli
servislerin operasyonlarıyla süreklilik kazandırılmasına yol açmaktadır. Aynı
şekilde »terörle mücadele« adı altında yürütülen ve bilinçli olarak yerleşim
bölgelerinin bombalanarak yerle bir edilmesi, sivil halkın yaralamalar ve
öldürmeler ile infiale sürüklenmesi, iğfaller, öldürülen direnişçilerin
cesetlerinin parçalanması gibi çeşitli vahşi uygulamalardan oluşan askerî veya
paramiliter güç operasyonları ile »intikam« duyguları deşilmekte, direnişçi
güçlerin veya bunlara yakın duran kesimlerin bireysel ve sivillere yönelik
şiddete yönelmeleri veya bunları onaylamaları da dolaylı olarak teşvik
edilmektedir.
Bireysel terör ve sivillere yönelik şiddet eylemleri egemen
sınıfların ve emperyalist güçlerin hem haklı direniş davalarını kriminalize
etme ve böylelikle özgürlük, eşitlik, adalet taleplerinin haklılığını boşa
çıkartmak, hem de askerî müdahalelere toplumsal rıza almak için yürüttükleri
propagandaya malzeme sağlamakta, silahlanmayı, polis teşkilatlarının
paramiliterleştirilmesini, devletlerin baskı aygıtlarının güçlendirilmesini ve
sonucunda burjuva hukukunun dahi rafa kaldırılmasını meşrulaştırıcı etkide
bulunmaktadırlar. Örneğin DAİŞ’in Avrupa’da gerçekleştirdiği terör eylemleri,
Batı Avrupa toplumlarında yaygın olan savaş karşıtı tutumu, »hurra
yurtseverliğine« ve saldırgan savaş taraftarlığına dönüştürebilmektedir. Aynı
şekilde TAK adlı örgütün Ankara’da gerçekleştirdiği terör eylemi, 7 Haziran
süreciyle oluşan ve halkları yakınlaştıran gelişmeyi tersine döndürücü etkide
bulunmuştur. Bu bağlamda bireysel ve sivillere yönelik terör eylemlerinin hem
DAİŞ gibi sansasyonel eylemlerle kadro devşirmeye çalışan cihatçı terör
örgütlerinin, hem de politikalarına gerekçe arayan egemen sınıfların işine
gelmektedir. İki taraf da bu terörden beslenmektedir. İşte bu gerçekler
bireysel ve sivillere yönelik şiddetin gerici hedeflere hizmet ettiğini
kanıtlamaktadır.
Aslına bakılırsa ve »terörün belirli siyasî amaçlar için hukuksuz
öldürme eylemi« olduğu tanımında kalırsak, en büyük terörün emperyalist
güçlerin ve kapitalist devletlerin terörizmi olduğu sonucuna varırız. Yakın
tarihe baktığımızda, ABD emperyalizminin 1990 sonrası geliştirdiği
stratejilerin ve George W. Bush yönetiminin 2001’den itibaren yürürlüğe soktuğu
»Patriot Act« veya »ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi« gibi yasalar ve belgeler
ile, başta ABD olmak üzere tüm NATO devletleri ve bunlarla işbirliği içerisinde
olan despotik bölge güçlerinin uygulamaları ve politikalarının hem bizzat
bunların terörü olduğunu, hem de »karşı terör« olarak da nitelendirebileceğimiz
devlet dışı unsurların terörünü teşvik ettiğini görebiliriz.
Emperyalist güçler stratejik hedeflerine ulaşmak için »teröre
karşı savaş« kisvesi altında gerçekleştirdikleri askerî müdahaleler, işgaller
ve rejim değişiklikleriyle dünyanın çeşitli bölgelerini etki alanları içine
alabildiler, ama ne asıl hedeflerine ulaştılar, ne de ilân ettikleri
»istikrarı« sağlayabildiler. Tam tersine »yeryüzünün lanetlileri« yoksulluk,
ezilme ve sömürüden kurtulamazlarken, yıkılan rejimlerin devlet ve askeri aparatları
da »kaybedenler kulübüne« katıldılar. Gerçi Afganistan, Irak ve Libya başta
olmak üzere farklı ülkelerde işbaşına getirilen işbirlikçi hükümetler
işbirlikçilere belirli avantajlar sağlayabildiler, ama aynı zamanda yeni
sorunların da ortaya çıkmasına neden oldular. Yıkılan rejimlerin aparatları,
Batının taşeron örgütlerine katılarak, bu örgütlerin (DAİŞ, El Kaide vs.) kendi
»hesaplarına« çalışmaya başlamalarına neden oldular. Ve sonunda George W. Bush
haklı çıktı: »teröre karşı savaş« sonu olmayan savaşa dönüştü.
Ancak yüzbinlerce askerin işgal gücü olarak konuşlandırılması,
dünya çapında gözetleme, özel timlerin uyguladıkları terör, nokta vuruşlu
bombardıman ve sistematik işkence istenilen sonucu vermeyince, Obama yönetimi
altında strateji değişimine gidildi. Aslında görüntü haricinde herhangi bir
değişim olmadı: Değişen, uygulanan terörün teknolojikleştirilmesi,
otomatikleştirilmesi, özelleştirilmesi ve uzaktan kumanda edilmesi oldu.
Predatör veya Reaper gibi İHA’ların geliştirilmesi ve »Hellfire« roketleri ile
donatılmaları, dünya çapında istihbarat, bilgi ve yönlendirme ağlarının
oluşturulması, öldürülecek »teröristler« listelerinin hazırlanması ve
Blackwater gibi özel şirketlere »görev« verilmesi, strateji değişiminin temel
unsurları oldu.
Strateji değişiminin en önemli başarısı, Edward Snowden’in veya
Wikileaks belgelerinin ortaya çıkardığı gibi, »terörle savaş« metotlarının
kamuoyundan gizlenmesi oldu. Medyada görünür olmayan, kamuoyu algısında da var
olamayacağından, emperyalist güçlerin otomasyonla anonimize edilmiş, uzaktan
kumandalı »yüksek teknoloji terörü« kamuoyu dikkatinden uzak, ama Bush
döneminden çok daha şiddetli bir biçimde sürdürüldü ve hâlen sürdürülmektedir.
Terörün panzehri antikapitalist ve
antiemperyalist mücadeledir
Haksızlık, eşitsizlik, adaletsizlik, yani kapitalist sömürü ve
emperyalist yayılmacılık, terör ve bireysel şiddetin yeşerdiği topraklardır.
Terör ve bireysel şiddet aynı zamanda toplumların dikkatini asıl meydan
okumadan, yani toplumsal değişim zorunluluğundan çekme amacına hizmet
etmektedir. Terör çirkin yüzü ile aktif katılımı zorunlu kılan ilerici değişimi
ve sınıf mücadelesinin gerekliliğini gizlemeye yaramaktadır. Dikkat edilirse
cihatçı terör örgütlerinin etkin olduğu coğrafyalarda ve kadrolarını devşirdikleri
Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde vahşi kapitalist sömürü koşulları
egemendir. İşte terör ve terörizm bir tarafta baskı ve sömürüye direnme
enerjilerini çıkmaz sokağa kanalize etmekte, diğer tarafta da ezilen ve sömürülenlerin toplumsal, siyasî ve iktisadî yapıların değişmesi zorunluluğunu
bilinçlerine çıkartmalarını engellemektedir.
»Teröre karşı savaş« terör ve vahşi şiddeti sonlandırmamış, aksine
çoğaltmıştır. Aslında »teröre karşı savaş« egemen iktidar ve mülkiyet
ilişkilerinin devamı, hammadde ve enerji kaynakları ile piyasalara ve nakliyat
yollarına hakim olunması, sermaye lehine kâr ve zenginleşme olanaklarının
artırılması ve bu politikalara karşı oluşabilecek direniş potansiyellerinin
henüz yeşerme aşamasında kırılması için burjuvazinin dayattığı sınıf savaşının
ifadesinden başka bir şey değildir. Sonuç itibariyle savaş, üretici güçlerin
yok edilip, ardından aynı üretim ve egemenlik koşulları altında daha kârlı
üretim yapma metodudur – ve bu metot hep daha fazla terör doğurmaktadır.
O açıdan bilhassa ulusal kurtuluş hareketleri bu gerçekleri
görmek, mücadelenin içeriği ve metotları arasındaki diyalektik birliği dikkate
almakla yükümlüdürler. Aksi takdirde emperyalist güçlerin ve kapitalist
devletlerin terörizminin tuzağına düşülecektir. Günümüz emperyalist-kapitalist
dünya düzeninin gerçekliği, 21. Yüzyıl’da da terörün ve terörizmin en etkin
panzehrinin antikapitalist ve antiemperyalist mücadele olduğunu göstermektedir.
Çünkü aslolan devrimci çalışmanın, metotlarının ve içeriğinin sınıf mücadelesi
ile bütünleştirilmesidir. Günümüzün tüm olumsuzluklarına, toplumsal güçlerin ve
sınıf hareketinin tüm zayıflığına, asıl düşmanın tüm vahşetine ve
askerî-siyasî-maddî üstünlüğüne rağmen bu olanaklıdır. Lenin’in »Ne yapmalı?«da
yazdığı gibi, »Her kim ki bu olanağa olan inancını kaybettiyse veya asla bu
inanca sahip olamadıysa, onun için hiddetine ve devrimci enerjisine terörden
başka bir çıkış yolu bulmak gerçekten zordur«.
***