Arap dünyasındaki, özellikle Mısır’daki gelişmelere Israil’den devlet ve toplumun bakışı
Tunus’da başlayarak, Arap dünyasını bütünüyle saran özgürlük ve demokrasi ateşi, doğal olarak Israil’i yakından ilgilendirmekte. Israil devleti ve apartheid rejimi hakkında hayli yazılıp-çiziliyor, ama bunlar genellikle Israil yönetiminin Filistinlilere karşı Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki politikalarıyla sınırlı. Buna karşın Arap dünyasındaki kalkışmaların Israil’de nasıl görünüp, değerlendirildiğine dair bilgiler pek fazla değil, daha doğrusu ben fazlacasına rastlamadım.
Aslına bakılırsa Arap dünyasındaki, bilhassa Mısır’daki devam eden kalkışmalar dinamiği Israil açısından yaşamsal önem taşımakta. Israil’in, gelişmelerin yönünü kendi konumuna ve lehine doğru yönlendirmeye çalışacağını söylemek, pek çok insan için şaşırtıcı olmayacaktır. Gelişmelerin nasıl bir sürece gireceği konusunda az çok tahminler olsa da, sonucu henüz belli değil. Bu açıdan Israil’in gelişmelere nasıl baktığını, olası bir Ortadoğu Resmi’ni çizmek için, irdelemek doğru olacaktır. Bu yazıda, meslekdaşım ve Rosa Luxemburg Vakfı Tel Aviv ofisinin yöneticisi Angelika Timm’in verdiği bilgiler ışığında bunu denemeye çalışacağım.
Dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi, Israil’de de medya, Tunus diktatörü Ben Ali’nin kaçışından bu yana gelişen süreç hakkında her gün geniş bir biçimde haberler veriyor. Televizyonlarda ve internette hararetli bir biçimde »Arap devriminin yayılması« üzerine tartışmalar yürütülüyor ve »Yeni Ortadoğu« tanımlaması yaygınlaşıyor. Doğal olarak da bu tartışmalar Israil’deki kamuoyu görüşünün biçimlenmesinde merkezî rol oynuyor.
Angelika Timm, Israil toplumundaki değerlendirmelerin, kişilerin eğitim düzeyine ve siyasî ilgisine göre farklılıklar gösterdiğine dikkat çekiyor. Ancak, Tunus konusunda kamuoyu ilgisi pek yüksek değilken, olaylar Mısır’a sıçradığında gündemin birinci maddesi hâline geldiğini belirtiyor. Ve bunu da, Israil toplumunun ezici çoğunluğunun ülkenin yaşamsal çıkarlarının Mısır’daki gelişmelerden etkileneceğine inanmasına bağlıyor.
Israil için demokrasi değil, »güvenlik« önemli
Sahiden de Mısır-Israil ilişkilerine baktığımızda, Mısır’ın Israil açısından ne denli önem taşıdığını görürüz: Bir kere Israil-Mısır sınırı, 1978’deki Camp-David-Antlaşması’ndan bu yana otuz yıldan fazla bir süredir »sorunsuz sınır« olarak görülmekteydi. Israil ordusunun stratejileri açısından »sorunsuz sınır«, eldeki güçlerini başka alanlara (Lübnan, Gazze Şeridi, Batı Şeria, Iran) yoğunlaştırma olanağını veriyordu. Gazze Şeridi’ne yönelik askerî saldırı ve hâlen Filistinli örgütlerin yönetici kadrolarına karşı devam eden hedefli infaz saldırıları, »sorunsuz sınır« olmaksızın gerçekleştirilemezdi. O nedenle Gazze’de öldürülen binlerce sivilin kanında »Mısır egemenlerinin de sorumluluk payı« olduğuna yönelik eleştirilere hak vermek gerekmektedir.
İkincisi, Israil artık gideceğinden şüphe duyulmayan Hüsnü Mübarek ile »ulusal güvenliğinin« en önemli garantörünü kaybedecek. Batı’nın sadık müttefiki ve »Soğuk Barışın« uygulayıcı partneri olan Mübarek, Israil hükümetlerinin sürekli görüştüğü ve güvendiği devlet başkanıydı. Mübarek’in yerine geçmesi beklenen başkanvekili Ömer Süleyman, despotik rejimin mimarlarından olmasına rağmen, aynı güveni »hak« ettiğini henüz kanıtlamadı – en azından Israil’deki yaygın görüş bu.
Üçüncüsü, her ne kadar Israil ve Mısır arasındaki ticaret hacmi yılda 500 milyon Dolar ile marjinal sayılsa da, Mısır, Israil’in yıllık doğalgaz gereksiniminin yüzde 40’ını karşılayan en önemli doğalgaz tedarikçisiydi.
Ve dördüncüsü, Mısır (Gazze Şeridi’ne giren malların kontrolünün haricinde), Israil’e geçmek isteyen Afrikalı kaçak göçmenleri daha Sina Yarımadası’na gelmeden durduran bir karakol görevini yapıyordu.
Israil’deki karar vericiler ve toplumun ezici çoğunlu için belirleyici olan noktalar bunlar. Angelika Timm, Arap dünyasındaki kalkışmaların temel nedenleri olan yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, enflasyon, dikta rejimleri gibi konuların ise ne devlet düzeyinde, ne medyada, ne de toplumsal gruplar arasındaki tartışmalarda tematize edilmediğini, Israillilerin bu konularla ilgilenmediklerini belirtiyor.
Buna karşın, Alman medyasında da defalarca aktarıldığı gibi, Israil’deki karar vericilerin ve toplum çoğunluğunun kaygıları çok farklı:
- Mısır’da iktidara gelecek olan yeni bir hükümet, iki ülke arasındaki barış antlaşmasını iptal edip, Israil’in güvenliğini tehlikeye sokacak mı?
- Demokratik seçimler olsa bile, Müslüman Kardeşler gibi »köktendinci islamist« güçler parlamentoda güçlü bir konuma gelebilir, yürütmede kilit noktaları kontrol edebilir ve »bölgesel güvenlik ve istikrar açısından« (30 Ocak 2011 tarihli Haaretz gazetesi) tehdit oluşturabilir.
- En kötü durumda Israil, büyük bir olasılıkla kendisine düşman ve »islamist« ülkeler (Mısır, Lübnan Hizbullahı, Gazze’de Hamas, Türkiye, Iran v.s.) tarafından çembere alınabilir. Bu durum da Israil’in Ortadoğu’daki varlığını ciddî bir biçimde tehdit eder ve ülke kaynaklarının daha büyük bir bölümünün savunma giderlerine akmasına neden olur.
Israil gardını almaya başladı
Israil devleti, yaygın medyanın da yardımıyla böylesi korku senaryolarının kamuoyunda tartışılmasını sağlıyor ve böylelikle Israil toplumunda, ırkçılığın ve Arap düşmanı fobilerin daha da yaygınlaşmasına neden oluyor. Israil’deki toplumsal etkisi zayıf olan barış hareketinin, »komşu ülkelerdeki demokratikleşme süreçlerinin bölgesel güvenlik ve istikrar açısından olumlu etkileri olacağına« dair (Moshe Zuckermann, 7 Şubat 2011 tarihli Junge Welt gazetesi) çağrılarının da duyulmaz olmasını sağlıyor.
Israil’deki barış yanlıları buna rağmen ellerinden geldiğince seslerini yükseltmeye çalışıyorlar. Buna iki örnek vermek gerekirse, önce Uri Avnery’i okuyalım (www.gush.shalom.org): »Şu an Mısır’da olan, yaşamımızı değiştirecektir. (...) Filistinlilerle barış artık bir lüks değildir. Tam aksine mutlak zorunluluktur. Barış şimdi, barış hemen!« Ve 4 Şubat 2011 tarihli Maariv gazetesinden Jonathan Gefen: »Son yıllar ve onyıllarda bir çok beklenmedik devrim gerçekleşti. Tanrı aşkına! Bize ne zaman sıra gelecek? Bizde de devrim için koşullar olgunlaşmadı mı – tek bir nokta olarak, işgalin, hiç bir plastik ameliyatla düzeltemeyecek olan çirkin yara izleri dahi olsa?«.
Maalesef bu gibi onurlu sesler çok cılız çıkıyor ve Arap dünyasındaki kamuoyunun çoğunluğunun kulağına ulaşamıyorlar. Arap kamuoyunun gördükleri ise sadece Israil devletinin gelişmeler karşısında aldığı somut adımlar:
- Israil başbakanı 30 Ocak 2011 tarihinde bütün kabine üyelerine, Mısır hakkında kamuoyuna açıklama yapmalarını yasakladı.
- Dışişleri Bakanlığı, Israil’in bütün elçiliklerine gönderdiği bir genelge ile, şimdiki Dışişleri Bakanı’nın daha bir kaç yıl önce Assuan Barajı’nı bombalama tehditinde bulunmasına ve Mübarek »Israil’e resmî ziyaret yapmazsa canı cehenneme« demesine rağmen, bütün elçilerin bulundukları ülkelerin devlet ve parti yöneticilerine telkinde bulunarak, Mübarek’i eleştirmemelerini sağlamalarını emretti.
- Başbakan Benjamin Netanjahu müttefik ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarına 1 Şubat 2011’de bir mektup yazarak, Mısır’da hangi hükümet iktidara gelirse gelsin Camp-David-Antlaşması’nın devamını sağlamaları için baskı uygulamalarını rica etti.
- Camp David-Antlaşması’nın Sina Yarımadası’nı askerden arındırılmış bölge olarak öngörmesine ve otuz yıldır Mısır askerî birliklerinin burada bulunmamasına rağmen, Israil hükümeti Mısır hükümetine, »olası kaçak göçmen dalgalarını önlemek amacıyla« iki tabur asker konuşlandırması iznini verdi.
- 5 Şubat 2011 sabahında Mısır’dan Israil ve Ürdün’e doğalgaz taşıyan nakil hattında patlama olduktan hemen sonra Israil hükümeti bir açıklama yaparak, Mısır’dan alınan doğalgaz kapasitesinin ivediyen azaltılacağını ve başka tedarikçi ülkelerle doğalgaz nakliyatı için görüşmelere başlanacağını bildirdi.
Görüldüğü kadarıyla Israil karar vericileri kendilerince olumsuz gelişmelere karşı »gard« almaya başlıyorlar. Ortadoğu’yu yakından tanıyan uzmanlardan Prof. Werner Ruf bunu, »Israil’in, Batılı ülkelerin yaptırım gücüne pek fazla güvenmediğine« bağlıyor ve Israil’deki militarist çılgınlığın derinleşeceğine inanıyor. Angelika Timm’in verdiği bilgilere bakılırsa, haksız da değil. Çünkü Israil toplumunun çoğunluğu, hükümet çevrelerinin ve yaygın medyanın »köktendinci islamistler iktidarı ele geçirebilir« sözlerine fazlasıyla inanıyor.
Elbette bu yaklaşımın ardında, Israil toplumunda uzun bir zamandan beri yaygın bir biçimde var olan ve »ancak güçlü ve silahlı bir güç olursak, var olmaya devam edebiliriz« diye tercüme edilebilecek bir ruh hâlinin yattığı söylenebilir. »Düşmanlarla sarılı ülke« ve Ehud Barak’ın deyimiyle »vahşi ormanda yalnız bir villa« paradigması neredeyse bütün Israil toplumunu esaretine almış gibi. Ve bu esaret, Israil’in apartheid rejiminin bir nevî »fundamentum et columna imperii«sini (temelini ve taşıyıcı sütununu) oluşturuyor. Bu nedenle hükümet ve medya, korkuları daha da derinleştirmek için, kalkışmaların Ürün’e, Filistinlilerin bulundukları bölgelere ve Israil’in arap kökenli yurttaşlarına da sıçrayabileceği propagandasına ağırlık vermiş durumdalar.
Daha bir kaç gün önce, 1 Şubat 2011’de bunu bizzat başbakan Netanjahu yapıyordu. Netanjahu, Alman birinci kanalından verilen konuşmasında »Eğer aşırı güçlere, iktidara gelme ve antidemokratik hedefler gütme amacıyla demokratik süreçlerden faydalanmaları için izin verilirse – nasıl Iran’da ve başka yerlerde olduysa – o zaman bunun sonucu barış ve demokrasi için kötü olacaktır« diye konuşmuştu. Bir gün sonra Israil Parlamentosu Knesset’te yaptığı hükümet açıklamasında da, »iki farklı dünya, iki karşıtolum, iki dünya görüşü söz konusu – bir tarafta özgür, demokratik dünya, öbür tarafta da radikal bir dünya. Mısır’da bunlardan hangisi zafer kazanacaktır?« diye soruyordu.
Hiç kuşkusuz bu propagandif ve kışkırtıcı yaklaşım, Mısır’daki gelişmelerin arka planını inatla görmeme ve korku senaryoları, sadece Israil toplumundaki korkuları derinleştirmeye yaramıyor, aksine Israil siyasî sahnesindeki aşırı sağ grupların güçlenmesine de neden oluyor. Böylece, »Arap komşularımızla barışçıl ve karşılıklı dostluğa dayanan bir diyaloğ, Israil’in güvenliğini artıracaktır« argümanları boşa çıkartılıyor.
Ortadoğu’da nükleer silahlara sahip tek ülke olan Israil, bu politikasıyla Arap dünyası ile arasındaki, çok ince ipliklerle bağlı olan bir köprüyü atacak gibi görünüyor. Yapılan araştırmalar, Arap dünyasındaki insanların yaklaşık yüzde 70’inin »baş düşman« olarak Israil’i gördüğü gerçeğinden hareket edersek, ırkçı-köktenci Israil hükümetinin yangına körükle gittiğini söylemek zorundayız. Eğer Arap dünyasında – kısmî de olsa – bir takım düzelmeler yaşanacak, kozmetik rütuş düzeyinde demokratikleşme gerçekleşecekse, bu sürecin en büyük tehditi Israil’in politikaları olacaktır.
Israil’in »düşman algısına« dayanan bu politikaları, bölgeyi tam anlamıyla bir felaket üçgenine çevirebilecek bir potansiyel taşıyor. Israil’den gelen haberler, Arap dünyasındaki süreci değerlendirirken, mutlaka Israil’in atacağı adımlara bakmak gerektiğini gösteriyor. Ve öyle zannediyorum ki kanayan bir yara misâli onyıllardır çözülememiş olan Filistin Sorunu barışçıl bir çözüme ulaştırılamadan, Arap coğrafyasındaki yoksul halk ve emekçi kitleleri özlemini çektikleri özgür ve demokratik bir topluma kavuşamayacaklardır. Kalkışmalar, salt ulusal sınırlar içerisinde hapsedildikleri müddetçe ve kitleler Filistin Davası’na sahip çıkmadan, gelişmelerin sonucu ne bir devrim sürecine yönelecektir, ne de bir değişime yol açacaktır. Uzun lafı kısası, Arap coğrafyasında demokrasinin anahtarı Filistin’in özgürlüğüdür. Israil anahtarı denize atmadan bu gerçek kitlelerin ve onları temsil eden siyasî yapılanmaların bilincine çıkabilecek midir – işte bu son derece şüphelidir.