Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda rejimin paralı bekçileri özgürlük isteyen insanlara atlar, develer, taşlar ve sopalarla saldırırlarken, görüntüleri yorumlayan bir Alman gazeteci, gıpta ile Mısır ordusunun »ne denli sağlam durduğunu« anlatıyordu. Son günlerin Batı basınına bakıldığında, uzmanların ve yorumcuların paylaştığı yaygın görüş, »Mısır ordusu sağlam durdukça, islamist tehlike gelişemeyecektir« yönündeydi. Hatta kimi AB politikacısı, Mısır’da »düzenli geçiş sürecini« örgütlemek için ordunun artan önemine dikkat çekmekte.
Sahiden Mısır ordusu ayaklanan halkın yanında mı yer alıyor? Ordu, halkın özgürlük, adalet ve demokrasi taleplerine tercüman olabilecek mi? Ordu yönetimi bundan sonraki süreçte nasıl bir rol üstlenecek?
Okuduğunuz bu yazının amacı, doğrudan bu sorulara yanıt vermek değil – yanıt aramayı başka bir yazıda deneyeceğim. Nasıl devam edeceği belli olmayan süreçte ordunun alacağı tavırları belirleyecek olan çeşitli etkenler söz konusu. Bununla birlikte ABD ve AB başta olmak üzere, uluslararası aktörlerin ve bilhassa komşu İsrail’in yaklaşımları belirleyici olacaktır düşüncesindeyim. Ama buna rağmen, henüz süreç konusunda kesin bir tespitte bulunmak için erken. Bu açıdan bu yazının amacı, Mısır ordusunu televizyon ekranlarındaki resimlerinin ötesinde biraz yakından tanımaya çalışmaktır.
Devlet içerisinde devlet
Bu tespit Türkiyeli okur için tanıdık gelecektir. Gerçekten de orduya yakından bakıldığında özellikle Mısırlı generallerin, bizlerin hiç te yabancısı olmadığımız bir takım imtiyazlarla donatılmış oldukları görülebilir. Pek fazla geriye gitmeden bu orduyu tanımaya çalışalım.
Öncelikle Mısırlı generallerin ABD, AB ve NATO ile »içli-dışlı« olduklarını vurgulamak gerekiyor. Geçenlerde Brüksel’de yapılan bir NATO toplantısında, Mısır ordusunun kendi halkına karşı şiddet uygulamamış olmasının ardında »NATO’nun Mısırlı subaylara yönelik eğitim programının belirleyici olduğu« tespit edilmişti. NATO aynı tespiti Tunus ordusu için de yapmakta.
Tunus ve Mısır orduları, NATO’nun »Akdeniz Diyaloğu« başlığı altında 1994’den bu yana sürdürdüğü programa katılıyorlar. Güney Akdeniz ülkelerine yönelik olan bu programa üye olan diğer devletler ise Cezayir, Fas, Moritanya ve Ürdün. Program çeşitli düzeyde bu ülkelerin NATO’yla askerî işbirliğinin yanısıra, »ordu mensuplarının uluslararası hukuk standartlarını« öğrenecekleri seminerler de içeriyor. NATO programına katılan bu devletler aynı zamanda AB’nin kurduğu »Akdeniz Birliği«nin de üyeleri. Her iki grup için geçerli olan gerekçe: »barış için işbirliği, subayların eğitimi, silahlanma kontrolü, gizli servislerin işbirliği, hukuksal işbirliği« ve elbette »teröre karşı mücadele«.
NATO’nun resmî sitesinde (http://www.nato.int/docu/review/2003/issue1/german/art4.html) NATO-Akdeniz Diyaloğu’nun temel hedefinin »bölgesel güvenlik ve istikrarı teşvik etmek ve NATO ile partner devletler arasında Akdeniz’de karşılıklı anlaşılmayı iyileştirme« olarak tanımlanıyor ve NATO’nun 1999 Stratejik Konsepti’nde belirtildiği gibi, »NATO’nun güvenlik çevresinde tehditlere karşı olası reaksiyonlarını güçlendirmeyi amaçladığının« altı çiziliyor.
13 Temmuz 2008’de Paris’te kurulan »AB Akdeniz Birliği« ise, üye ülkelerle birlikte AB’nin öncelikli elektrik projesi olarak geliştirdiği ve toplam 450 milyar Avro’ya mal olacak olan »Desertec Güneş Kolektörleri« yatırımında işbirliğini öngörüyor. AB, bu proje ile yıllık elektrik ihtiyacının yüzde 15’ni karşılamayı umuyor. Birliği siyasî amaçları ise »üye ülkelerde demokrasi ve siyasî çoğulculuğu teşvik etmek ve terörizme karşı mücadele« olarak açıklandı. »AB Akdeniz Birliği«ne Türkiye başta »AB üyeliğine rakip olur« diye karşı çıkmış, ama daha sonra üye olmuştu.
Bu açıdan gerek NATO’nun, gerekse de NATO ile eşgüdümlü çalışan AB’nin uzun bir dönemdir Kuzey Afrika ülkelerinin orduları üzerinde giderek artan bir etkilerinin olduğunu söylemek gerekiyor. Her iki birlik içerisinde hedeflenen »teröre karşı mücadele«nin ise ne anlama geldiğini herhalde burada açıklamaya gerek yok.
Bütün bunların yanısıra, eski başkan Enver Sedat’ın bir cinayete kurban gitmesinden bu yana başkanlığını (14 Ekim 1981) sürdüren Hüsnü Mübarek’e iktidarı boyunca destek çıkan Mısır ordu yönetiminin, özellikle 1978 Camp David Barış Antlaşması’ndan bu yana ABD yönetimi ile son derece bağlantılı olduğu herkesce biliniyor. Bundan birkaç gün önce basına bir demeç veren ABD Savunma Bakanı Robert Gates, meslektaşı ve şu an Başbakan Yardımcılığına getirilmiş olan mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi Süleyman ile sürekli görüştüğünü ve ülkedeki gelişmelerden anında haberdar edildiğini açıklamıştı. Pentagon’dan gelen bilgilere dayanarak haber geçen ABD basını, ABD’li generallerin »Mısır ordusunun profesyonelliğine son derece değer verdiklerini« bildiriyor.
http://wapedia.mobi/de adlı internet sitesi, Mısır ordusu hakkındaki bilgileri verirken, ordunun 450 bin aktif personeliyle dünya sıralamasında 11. olduğunu belirtiyor. Zorunlu askerlik, 18 yaşından itibaren eğitim durumuna göre 12 ila 36 ay arasında sürüyor. Yıllık 2,4 milyar Dolar’lık ordu bütçesi ise, yurtiçi GYSH’nın yüzde 3,4’üne eşit. ABD, Mısır ordusuna her yıl 1,3 milyar Dolar yardım yapıyor. Zorunlu askerlik yapanlar Mısır toplumunun tam bir aynasını oluşturmakta. Bazı Mısır uzmanları, Tahrir Meydanı’nda başlangıçta görülen halk ile asker kucaklaşmalarını, öncelikle erlerin sıradan halktan olmasına bağlıyorlar.
Ancak subay ve komuta kademesi neredeyse Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir benzeri. Her ne kadar Mısırlı generaller OYAK benzeri bir holdinge sahip olmasalar da, ülkedeki en büyük şirketlerin sahipleri, yani aynı Türkiye’deki gibi »üniformalı kapitalistler«. Özellikle savunma sanayii generallerin ve emekli subayların elinde. Çiftliklerden, inşaat şirketlerine, turizm sektöründen banka ve finans sektörüne kadar generallerin el atmadığı dal yok gibi. Sermaye birikimindeki dağılım, rütbeye göre biçimlendiriliyor. Generaller ve subaylar paylarını alabilirken, ordu personelinin çoğunluğunu oluşturan zorunlu askerlik mükellefleri bu dağılımın dışında tutuluyorlar. Bu hâliyle generallerin emrindeki askerî ve sermaye gücünü »devlet içerisinde semirmiş devlet« olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Gerçi ordu başkomutan olarak, kendisi de eski bir havacı subayı olan Hüsnü Mübarek’e bağlı gibi görünüyor, ama asıl komuta mareşal Tantavi Süleyman ile genelkurmay başkanı Sami Hafız Enan’ın elinde. Sami Hafız Enan, Mısır’daki olayların başladığı ilk günlerde Washington’a gitmiş ve ABD’nin 3. Ordu Kumandanı William G. Webster ile görüşmüştü. Bu görüşme ardından ABD Mısır ordusunun olaylara hakim olacağına inandıklarını belirtmişti.
Bugünkü (4 Şubat 2011) Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yayımlanan bir yorumda, uzmanların »Mısır ordu yönetimi içerisinde başkan Mübarek ile olan ilişkiler konusunda ciddî tartışmaların yaşandığını tahmin ettikleri« belirtiliyordu. Bir tarafta, kendilerinden saydıkları Mübarek’in onursuz bir şekilde görevinden ayrılmasını istemedikleri, ama diğer taraftan da »ülkedeki istikrar için bir tehdit hâline geldiğini« düşündükleri vurgulanıyor. Aslına bakılırsa, ordu yönetimi – artık gideceği kesinleşen Mübarek’ten – uzak durmak zorunda. Çünkü Mübarek’e ne denli bağlanırlarsa, onun gitmesiyle imtiyazları tehlikeye düşecek. Ve görüldüğü kadarıyla da ABD yönetimi de ordu üzerindeki etkisini kaybetmemek için, ordu yönetimine Mübarek’le aralarına mesafe koymaları için yeşil ışık yakmış durumda. ABD başkanı Barack Obama’nın, Mübarek’in televizyon konuşmasından sonra alel acele yaptığı açıklamayı başka türlü yorumlamak yanlış olacaktır.
ABD, AB ve NATO çevrelerinden son bir iki gündür gelen sinyaller, Batılı güçlerin Mısır’daki gelişmelerde ordunun rolünün arttığı gördüklerini ve bu çerçevede Mübarek sonrası bir iktidarı oluşturmak için çeşitli adımlar atacaklarını gösteriyor. Diğer taraftan ordu yönetimi de kalkışmayı kontrol altına almak için harekete geçti. Muhalefete, protestoları durdurma ve başkan yardımcısı Ömer Süleyman ile görüşmelere başlaması yönünde çağrıda bulunan Mısırlı generaller, geçiş sürecinde belirleyici rol üstleneceklerini gösteriyorlar. Elbette burada halkın saldırılara rağmen vazgeçmediği protestoların dinamiğini azaltmak hedefleniyor. Diğer tarafta ise hem Batının, hem de generallerin Mısır’daki orta katmanlara, ülkenin yeni yönetiminde yer verecekleri sinyallerini okumak olanaklı.
Ancak »sivil« kesimlere nasıl bir rol oynatılacağı henüz belli değil. Olaylar başladığında hemen Mısır’a geri dönen 68 yaşındaki eski IAEA başkanı ve Arap milliyetçisi Muhammed el Baradei, bugün bir Avusturya gazetesine (Der Standart) verdiği bir demeçte, olası bir anayasa değişikliği sonrasında »Mısır devlet başkanlığına aday olmayacağını« açıkladı. Diğer taraftan hayli geniş bir tabanı olduğu tahmin edilen Müslüman Kardeşler Örgütü de, Reuters Ajansı’nın bildirdiğine göre, El Cezire televizyonuna verdikleri bir demeçte, »herhangi bir üyemizi başkanlığa veya hükümet koalisyonuna aday göstermeyeceğiz« açıklamasını yapmış.
Kanımca bu gelişmeleri, ordu yönetiminin Mübarek sonrası bir iktidarın nasıl olacağı konusunda henüz netleşmediğini göstermesi olarak okumak doğru olacaktır. AB çevreleri, Mübarek’in yerine Ömer Süleyman veya Sami Hafız Enan’ın getirilmesinin olası olduğu görüşündeler. Ancak Mısır’ı ve Arap dünyasını yakından tanıyan kurt gazeteci Peter Scholl-Latour da, Mübarek istifa ettikten sonra, aynı 1952’de olduğu gibi bir askerî konseyin oluşturulabileceği varsayımından hareket ediyor.
Öyle ya da böyle; hangi olasılık gerçekleşirse gerçekleşsin, ordu yönetimi için asıl hedefleri, ülkedeki politik, hukuksal ve ekonomik imtiyazlarının korunması olacaktır. Bu amaçla, Arap dünyasında İsrail ile barış yapan tek ülke olarak kalmanın garantörü olduklarını ve Mübarek sonrasında da rejimin esaslarının değişmeden, Batı’nın lehine bir konumda devam edeceğini göstereceklerdir. Kendi çıkarlarını kollamaları ve bu uğurda alacakları kararların halkın, bilhassa yoksul ve emekçi kitlelerinin çıkarlarına hizmet edeceği ise hayli şüphelidir.