18 Eyl 2011

Boşanma Davası


İsrail-Türkiye krizinin arka planı üzerine
Bu makale, yazarın »Der Scheidungskrieg – Über die Hintergründe der aktuellen israelisch-türkischen Krise« başlıklı Almanca makalesinin kısaltılmış bir versiyonudur. Gazetede yayınlanması için çeşitli dipnotlarının eklenmesinden vazgeçilmiştir. Yazıyla ilgili dipnotları http://murat-cakir.blogspot.com adlı sayfada bulabilirsiniz. 

Yeni Zelanda’nın eski başbakanı Geoffrey Palmer’ın başkanlığındaki BM Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı »Mavi Marmara« Raporu, beklenildiği gibi Türkiye’nin sert tepkisine yol açtı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül (»Rapor bizim için yok hükmünde«), Başbakan Recep T. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu peşpeşe Türkiye’nin rapor hakkında düşündüklerini açıkladılar.

Aslında Palmer Raporu haftalar önce bitirilmişti. İsrail ve Türkiye’nin, ki her iki hükümet te önceden haberdar edilmişti, uzlaşabileceği umuduyla kamuoyuna açıklanması geciktirildi. Sonuçta uzlaşı umutları fos çıktı, çünkü Türkiye, İsrail’in özür dilemesinde, »Mavi Marmara« kurbanlarına tazminat ödemesinde ve en önemlisi, Gazze Ablukası’nı kaldırmasında ısrar ediyordu. Ve bu talepler yerine getirilene dek İsrail ile olan ilişkilerin maslahatgüzâr seviyesine indirilmesine, projelerin dondurulmasına ve İsrail büyükelçisinin yurtdışı edilmesine karar verildi. Böylece »Boşanma Davası« başlatıldı.

Gözler Türkiye’ye çevrilmişti. ABD ve AB yetkilileri, »İsrail-Türkiye ilişkilerinin geldiği noktadan büyük kaygı duyduklarını« dile getiriyor, BM Genel Sekreteri, krizin aşılması için iki ülke yönetiminin birbirleri ile konuşmasını talep ediyordu. İsrail ve Türkiye’deki yaygın basın, iki ülke arasında »Buz Çağı«nın başladığını ilân ediyor, aynı zamanda da yangına körükle gidiyordu.

Halbuki İsrail ve Türkiye birbirlerine »ikiz kardeşler« (Haluk Gerger) kadar yakındılar. Aralarındaki iktisadî ve askerî ilişkileri 1980’den bu yana derinleştirmiş ve stratejik ortaklıklarını kurmuşlardı. Peki, nasıl oldu da, kimi yorumcu tarafından »danışıklı dövüş, duygusal çıkış« olarak nitelendirilen 2009 Davos Krizi Ortadoğu’yu bütünüyle etkileyebilecek bir krize dönüştü? Ardından neler gelebilir? Krizin arkasında yatan gerçek nedenler nelerdir ve kriz nasıl bir dinamik kazanabilir? ABD ve bölgedeki stratejik çıkarlarının oynadığı rol nedir? Gelişmeler, sahiden Türkiye’nin İslam dünyasının öncüsü olma olasılığına işaret ediyor mu? Okuduğunuz bu makale, bunlara ve benzer sorular yanıt bulma çabasından ibarettir.

Doğuştan ruh ikizleri

İsrail ve Türkiye arasında kızgınlaşan kavganın nedenlerine gelmeden, kısaca iki ülke ilişkilerinin tarihsel sürecine bakmak yol gösterici olacaktır.

Türkiye, İsrail’i ilk tanıyan ülkedir. 28 Mart 1949’daki resmî tanınma aktinden sonra 1950’de büyükelçilik düzeyinde ilişkilere geçilmişti. Her iki ülke elitlerinin yönlendirdiği bu ilişkiler, her zaman ulusal güvenlik siyaseti çerçevesinde değerlendirilmekteydi.

İsrail ve Türkiye kararvericilerinin yakınlaşmalarının iticisi ABD olmakla birlikte, temel nedenlerinden birisi, iki ülkenin de birbirlerine benzer spesifik konumlarının olmasıdır. Türkiye 1948’de de salt bir Ortadoğu-Ülkesi nitelendirilemezdi. Türkiye, her zaman Batı ve İslam dünyaları arasında bir »menteşe« işlevini görüyordu. Fransa Başkanı Charles de Gaulle’ün dediği gibi, Türkiye »Boğaz’ların ve Ortadoğu’ya açılan kapının efendisi«ydi. Bu kapı, Avrupa’ya, Balkanlar’a, Karadeniz’e, Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ya açılıyor, ülkeyi hem hepsinin bir parçası, hem de hiç birine »ait olmayan« hâline getiriyordu. Türkiye, farklıydı.

Farklı olmak İsrail için de geçerlidir, hele kuruluşunda. Hem bir Ortadoğu-Ülkesi, hem de siyasî ve ideolojik olarak Avrupalı’ydı. İsrail, kuruluşundan itibaren hep Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi içerisinde yer aldı.

Farklı olma, etnik-dinî ve kültürel çeşitliliği içinde taşıma ve iki kutuplu dünyanın aynı kutbunda yer alma, iki ülkeye yakınlaşmaktan başka bir olanak tanımıyordu.

Ancak bu yakınlaşma her zaman inişli-çıkışlı oldu ve bölgedeki gelişmelerden, bilhassa Filistin Sorunu’ndan etkilendi. İsrail’in Arap ülkelerine karşı giriştiği 1956, 1967 ve 1973 savaşları, işgal ettiği topraklarda uyguladığı politikalar ve bir türlü üzerinden atamadığı kibir, Türkiye hükümetlerinin ilişkilerin seviyesini sürekli değiştirmesine neden oldu.

Başka bir neden de, Türkiye’nin Kıbrıs politikasıdır. 1960 Garanti Antlaşması gereğince Kıbrıslı Türklerin garantörü olan Türkiye, kanlı 1963 olaylarından sonra hamîsi ABD’ne dahi »kafa tutacak« bir politika izlemeye başlamıştı. Türkiye, 1964 »Johnson-Mektubu-Krizi«nden sonra ve bilhassa petrol bağımlılığı nedeniyle yeni arayışlara gitti. Arap ülkeleriyle yakınlaşma ile Kıbrıs Sorunu’nda destek alınması ümid ediliyordu, ama bu yakınlaşma İsrail ile olan ilişkilerin seviyesinin düşürülmesini de gerektirdi. İlişkiler artık sadece maslahatgüzâr seviyesinde yürütülüyordu.

Türkiye kararvericileri, toplumda yaygın olan Filistin sempatisini de göz önünde tutarak, Filistin Davası’na sahip çıktıklarını gösterdiler. Uluslararası arenada Filistinlileri savunuyor, hatta 1967 Altı-Gün-Savaşı’nda İsrail’e yardım için İncilik Üssü’nden savaş uçaklarını kaldırmak isteyen ABD’ne izin vermiyorlardı. Diğer yandan ise Sovyetler Birliği’ne, Arap ülkelerine gönderdiği askerî yardımlar için Türkiye hava sahası kullanıma açılıyordu. Bu konumlanış, 1975’de BM Genel Kurulu’nda kabul edilen 3379 nolu ve »Siyonizm, ırkçılığın ve ırkçı ayırımcılığın bir biçimidir« kararını Türkiye’nin desteklemesiyle zirve yapmıştı.

Yeniden yakınlaşma

Ancak Arap despotları, Türkiye kararvericilerinin beklentilerini yerine getiremiyorlar ve 20 yılı aşkın bir stratejinin boşa çıkmasına neden oluyorlardı. Bu zaman zarfında Türkiye, Soğuk Savaş’ın da etkisiyle ABD’ne daha da yakınlaşmış ve İsrail politikalarını gözden geçirir olmuştu.

Nitekim, 1980 askerî darbesinden sonra İsrail ile yakınlaşma yeniden hız kazandı. Bunda, ABD’nin teşvik etmesi kadar, 1979 İran Devrimi’nin de etkisi büyüktü. İktidarı ele geçiren Molla Rejimi, Türkiye’nin çıkarlarına ters düşen bir dış politika uygulamaya başladı. İsrail ve Türkiye hem güçlü bir müttefiklerini kaybetmiş, hem de bölgedeki etkinlik konusunda yeni ve hırslı bir rakip kazanmışlardı. İsrail ve Türkiye’nin işbirliği daha da önem kazanmıştı.

Cunta dönemi, Türkiye’yi neoliberal politikaların bir laboratuvarı hâline getirmekle birlikte, devlet aklını İsrail lehine çevirdi. Cuntacılar açısından bu işbirliği son derece kârlıydı. İsrail, 1982 Lübnan İşgali sonrasında, cuntanın ASALA yöneticilerini öldürmek için neofaşist katilleri görevlendirdiği bir dönemde, Lübnan’daki ASALA kamplarında elde ettiği bilgileri Ankara’ya bildiriyor, ABD’ndeki AIPAC veya Jewıish Institute for National Securtiy Affairs gibi silah ve Musevî lobileri, 1989’da olduğu gibi, ABD Senatosu’nda »Ermeni Soykırımı Tasarısı«nın kabul edilmesinin engellenmesini sağlıyorlardı.

İsrail’le olan işbirliği, 1990’lı yıllarda daha da derinleştirildi, ki uzmanlar 1980ler ve 1990ların İsrail-Türkiye ilişkilerinde »Altın Çağ« olduğunu belirtirler. 1991’den itibaren karşılıklı olarak yeniden büyükelçi atanmasını, çeşitli iktisadî ve askerî antlaşmalar izledi. 1994’de hava kuvvetleri arasında pilot eğitimi üzerine bir antlaşma, 1996’da da askerî işbirliği üzerine kapsamlı bir antlaşma imzalandı. Askerî İşbirliği Antlaşması, bizzat dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı tarafından İsrail’de imzalandı.

Daha sonraları, 1998’de, ABD-İsrail-Türkiye Stratejik Partnerliği’ne dönüşen işbirliği, İsrail’e para kazandırıyor, Türkiye’deki askerî vesayet rejimine ise silahlı kuvvetlerini modernize etme olanağı veriyordu. İsrail Türk F-4 ve F-5 jetlerinin modernizasyonunu üstlendi ve TSK’ne Phyton-4 roketleri,  Popey hava-kara roketleri, Arrow roketsavar sistemleri ve saldırı helikopterleri için gece görüş sistemleri sattı. Oluşturulan ortak Stratejik Çalışma Grubu sadece ortak tatbikatları organize etmekle kalmıyor, aynı zamanda istihbarat işbirliğini de derinleştiriyordu.

1997’de İsrail ve Türkiye »diplomatik namlularının« ucunu Suriye’ye çevirdiler. 1997 Mayıs’ında dışişleri bakanları Turan Tayan ve Yitzhak Mordechai birlikte yaptıkları açıklamada Suriye’yi »terörizmi desteklemekle« suçladılar. Suriye üzerinde artırılan baskı, Suriye’nin Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ı yurtdışına çıkmaya zorlamasına neden oldu. Ardından 1999’da ABD ve İsrail gizli servislerinin ortak operasyonu ile Öcalan Kenya’da kaçırıldı ve Türkiye’ye teslim edildi. İsrail, Türkiye’ye olan desteğini dışpolitikada da gösteriyordu: 1999’da Bakü-Tiflis-Ceyhan boru antlaşmasının imzalanması esnasında, İsrail projeyi desteklediğini açıkladı.

İktisadî ilişkilerin boyutu

İsrail-Türkiye arasındaki ticaret hacmi, TUİK verilerine göre Türkiye’nin ticaret hacminin yüzde 1’ini oluşturuyor. 1996’da 446 milyon Dolar olan ticaret hacmi, 2009’da 3,3 milyar Dolar’a yükselmiş. TUIK verilerine göre, sadece silah ticaretinin hacmi iki milyar Doları aşıyor, ancak Türkiye’deki askerî-sanayi kompleksinin sahibi Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı tarafından yapılan satın almalar bu ticaret istatistikleri içerisinde yer almıyor.

Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Fevzi Öztürk bir yazısında, »ilişkilerin bozulmasından ilk etapta İsrail savuna sanayi darbe alacaktır« tespitini yapıyor. Yüzeysel bir bakışla, Öztürk’e hak vermemek elde değil, çünkü silah satımı ve askerî yüksek teknoloji ürünleri İsrail ekonomisinin temel direğini oluşturuyor. Şu anda dondurulan projelerin, İsrail silah sanayiini etkilemesi elbette söz konusu, ama kanımca Öztürk’ün vurguladığı oranda değil. Çünkü İsrail menşeili sayılacak 250 şirket Türkiye’de ticaret yaparken, doğrudan İsrail’in ortak olduğu sayısız uluslarası silah tekelleri üzerinden silah satımının devam etmesi söz konusu.

Güncel kriz ile bağlantılı olarak ise, iktisadî ilişkilerin belirleyici olmadıklarını söylemek gerekiyor.

Stratejik ortaklıktan rekabete

2000li yıllarda, özellikle 2002’den itibaren AKP iktidarıyla, İsrailli ve Türk elitlerin kurduğu ortaklığın temellerinin sarsıldığı görüldü. AKP iktidarıyla İsrail ilişkileri, değişen dışpolitik vizyonlar ve önceliklerce belirlenmeye başladı. Elitlerin stratejisi kof çıkıyordu.

2001 krizinden sonra uygulanan tedbirlerin meyveleri, AB’ne yakınlaşma süreci ve iktisadî kalkınma AKP’nin pozisyonunu güçlendiriyor ve ekonomik büyümenin, G 20 üyeliğinin, ayrıca da enerji dağıtım merkezi olmanın artırdığı stratejik konumun verdiği rüzgârı arkasına alan AKP, yeni devlet partisi olma yolunda ilerliyordu.

Türkiye, artık bölge gücü olmak istiyor, rakip olarak ise İran ve İsrail’i hedefine koyuyordu. AKP iktidarının emperyal yönelimli dışpolitikası bir tarafta ordu yönetiminin yeniden biçimlenmesini, diğer taraftan da askerî vesayet rejiminin güvenlik ve savunma politikalarının değiştirilmesini zorunlu kılıyordu. Rejimin, »Türkiye, etrafı düşmanlarla çevrili bir ülkedir« tespitine dayanan askerî doktrini, zamanla »komşularla sıfır sorun politikası«na dönüştürüldü. AKP’nin ikinci seçim başarısından sonra hem bu politikalar, hem de ABD desteğiyle yürüttüğü devlet içi iktidar kavgası derinleştirildi.

»Komşularla sıfır sorun politikası« çerçevesinde ebedî »düşmanlar« Ermenistan ve Yunanistan ile olan ilişkilerde ilerleme kaydedildi. AKP hükümeti, Kafkaslar’dan Ortadoğu’ya bütün yakın ihtilaf bölgelerinde aracı olmaya çalışıyor, hatta İsrail bile Türkiye’den Suriye konusunda destek istiyordu. 2008’de Türkiye’yi ziyaret eden İsrail Başbakanı Olmert, Erdoğan’ın yardımcı olma önerisini kabul etmedikten ve ertesi gün Gazze’ye saldırmasından sonra ipler koptu.

Ankara, İsrail hükümetinin bu tavrının arkasında, Türkiye’nin bölgesel güç olma hedefine verilen bir yanıtın da gizli olduğunu değerlendiriyordu. Bu açıdan, Erdoğan’ın 2009’da Davos’ta koyduğu tavrı, basit bir sinirlenme olarak değil, İsrail’in yanıtına verilen bir yanıt olarak değerlendirmek gerekiyor.

10 Ekim 2002’de ABD’ndeki Musevî lobileri toplantısında »ilişkilerimizin geliştirilmesi için bizzat uğraşacağını« ilân eden ve 2009 Ocak sonunda Amerikan Musevî Komitesi’nin »Profiles of Courage« ödülünü alan Erdoğan, aslında İsrail’in yürüttüğü Filistin politikalarının ve 2000li yılların sonuna kadar gerçekleştirdiği saldırıların rahatsızlığını dile getiriyordu. Ama aynı süreç icerisinde, iktisadî ve askerî ilişkiler derinleşerek sürüyor, TSK İsrail’den silahlar alıyor ve İsrail’in su sorununu çözmesi planlanan bir içme suyu projesi üzerine çalışılıyordu. 13 Kasım 2007’de İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez TBMM’inde konuşma yaptığında, gözlemciler, Türk hükümetinin İsrail karşıtı retoriğinin iki ülke arasındaki ilişkileri belirlemediği tespitini yapıyorlardı.

Çelişkilerin bulandırdığı resim

İlişkilerdeki bu gidiş-gelişler, ortaya çıkan çelişkiler gerçek resmi görmeyi zorlaştırıyor. Bu nedenle Türkiye’deki yorumcular bile Erdoğan’ın »Davos Çıkışı«nı tam olarak değerlendiremiyordular. Çoğu yorumcu, Erdoğan’ın iç politikaya oynadığını ve krizin »danışıklı dövüş« olduğu görüşündeydiler.

Gerçekten de Erdoğan, Davos dönüşü bir »fatih« gibi karşılanmış, Arap gazeteleri bile onu »kahraman« ilân etmişlerdi. Ama diğer taraftanda İsrail ile olan ilişkiler tüm hızıyla devam ediyordu. TSK, PKK’ye karşı kullanmak için İsrail’den 10 Heron aracı satın alıyor ve İsrail’e gizli servis desteği için 167 milyon Dolar ödüyordu. Aynı tarihlerde, F-4 ve F-16 jetlerinin radar resimlerini değerlendirmek için açılan Datalink 16 ihalesi İsrailli bir şirkete verilmişti. 4 Haziran 2009’da ise bir gece oturumunda, 510 km’lik bir alanı kapsayan mayın temizleme işi TBMM’nde kabul ettirildi. İsrail’e verilen bu ihale, 2009 Temmuz’unda Anayasa Mahkemesi kararıyla durduruldu.

Sadece Gazze katliamı değil, İsrail’deki büyükelçi Ahmet Oğuz Çelikkol’un, İsrail Dışişleri Bakanı Yardımcısı Danny Avalon tarafından 11 Ocak 2010’da televizyon kameraları önünde hakarete uğraması ve 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan »Mavi Marmara« saldırısı dahi, sertleşen İsrail karşıtı retoriğin doğal sonucunu vermesine, yani ilişkilerin kesilmesine neden olmuyordu. AKP hükümeti sadece yürüyen projelerin »gözden geçirileceğini« ve ortak tatbikatların yapılmayacağını duyurdu. Henüz zaman olgunlaşmamıştı – 17 Haziran 2010’da Taraf gazetesinde yayımlanan bir haber »neden?« sorusunu yanıtlıyordu: Genelkurmay »Modernize edilen F-4 ve F-5 savaş uçaklarımız ile M60 tanklarımızın hâlen İsrail’den gelecek parçalara ihtiyaçları var. Bu nedenle askerî işbirliği mutlaka devam ettirilmelidir« buyuruyordu.

Zaman, 2011 Ağustos’unda ordu yönetiminin istifasıyla olgunlaştı. ABD icazetli Neoosmanlılar artuk emperyal hırslarını daha açık ifade edebilirlerdi. Ve 1 Eylül 2011 tarihinde Palmer-raporu’nun New York Times’da yayımlanmasıyla eskalasyon vidası çevrilmeye başlandı.

Sisi aralama denemesi

İki devlet arasındaki ilişkilerin farklı alanlarının ve iktisadî ve jeostratejik çıkarların gözden geçirilmesi, asıl gerçekleri örten sisin aralanmasına yardımcı olabilir. Salt güncel krize ve kullanılan retoriğe bakıldığı takdirde, İsrail ve Türkiye’nin kader birliği göremeyiz.

İki ülkenin kadar birliği belirleyen iki temel neden var. Bunları Haluk Gerger bianet.org sitesinde kısa, ama öz olarak açıklamış. Gerger’e göre, ki katılıyorum, bölge gücü olma rekabetine rağmen her iki ülkenin de, ulusal devlet olarak varolma ve toprak bütünlükleri konusundaki temel çıkarları birbirleriyle örütüşüyor. Cengiz Çandar’ın deyimiyle, çözülemeyen Kürt Sorunu Türkiye’nin »Aşil Topuğu«nu oluştururken, İsrail Filistin konusunda giderek izole oluyor. İki ülke de temel sorunları konusunda yenilgi ile karşı karşıya ve uyguladıkları politikalarla kendi sınırlarını tehlikeye sokuyorlar.

Diğer taraftan İsrail’in de, Türkiye’nin de Batı’ya olan bağımlılıkları, bu kader birliğini belirleyen ikinci bir neden. Ekonomilerinin yabancı sermaye akışı olmadan iflas edeceğini bir yana bırakırsak, iki ülke de NATO, ABD ve AB’nden ayrı politika yapmamayı, emperyalizmin küresel stratejileri ve Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi içerisinde hareket etmeyi devlet aklı hâline getirmişlerdir.

Zaten gerek Erdoğan’ın, gerekse de, »deniz kuvvetlerini gönderme« tehditini kullanan AB’den sorumlu bakan Egemen Bağış’ın, her fırsatta »bizim karşı çıkışımız İsrail hükümetinedir, yoksa İsraillilerle ve İsrail devletiyle bir sorunumuz yok« demeleri boşuna değil. Yani söz konusu olan güncel kriz, hükümetler arasındadır, devletler arasında değil. İsrail ve Türkiye, tehlikeli sularda seyreden aynı tekne içerisindedirler – hiç birisi tek başına tekneyi terk etmeyi göze alamaz.

Bu, madalyonun bir yüzüdür.

Diğer taraftan krizi belirleyen, Türkiye’nin bölge gücü olma çabasının yanı sıra, ABD’nin İsrail hükümetinden duyduğu rahatsızlıklardır. ABD gerek küresel ekonomik ve malî kriz nedeniyle, gerekse de, başta Afganistan olmak üzere, ihtilaf bölgelerinde içine düştüğü bataklık nedeniyle zordadır. Obama yönetimi bu nedenle uzun zamandır küresel stratejilerin yükünü müttefikler arasında paylaşılmasının gerekliliği ve ihtilaf bölgelerinde istikrarın sağlanması için politikalar geliştirmektedir. Özellikle Arap dünyasındaki ucu açık son gelişmeler ve bununla bağlantılı olarak İsrail’in ısrar ettiği politikalar, Netanyahu-Liebermann-Hükümeti’nin giderek daha büyük bir riziko faktörü olarak görülmesine neden oluyor.

Obama hükümetinin bu rahatsızlığı uzun zamandır biliniyor. Geçenlerde Alman basınına sızdırılan bir habere göre, eski ABD Savunma Bakanı Robert Gates, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında Netanyahu’yu »nankör« ve »gerçekleri göremeyen kör adam« olarak nitelendirmişti. Görüldüğü kadarıyla Obama hükümeti İsrail hükümetinin politikalarıyla İsrail’in kendisini ve dolayısıyla ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını tehlikeye atıyor. Gates’in söylediklerinin yayınlandıktan sonra Beyaz Saray çevrelerince yalanlanmaması, gözlemcilerle »resmî doğrulama« olarak nitelendirildi.

Batı basını da ABD’nin kaygılarını dile getiriyor. Avrupa’da yayımlanan çeşitli gazetelerde (The Guardian, F.A.Z., Liberation v.b.) yer alan yorumlarda, İsrail’in »büyük bir hata yaptığı«na dikkat çekiliyor ve ABD ile AB çevrelerine »İsrail’e yönelik önkoşulsuz destek politikalarını gözden geçirme ve Filistin devletinin BM Genel Kurulu’nda tanınması konusunda bir daha düşünme« telkini yapılıyor.

Obama hükümetinin de benzer düşünceler taşıdığı olası, ancak iç politik dengeler nedeniyle eli-kolu bağlı. İşte tam bu noktada AKP devreye giriyor. İsrail hükümetine karşı aldığı pozisyonla, bölgedeki istikrarı sağlayacak tek güç olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. ABD’nin de desteğine sahip. Ne de olsa Erdoğan, İsrail hükümetine karşı medyatik çıkışlar yapabilen tek lider ve TSK NATO’nun ikinci büyük ordusu. Türkiye, güçlü ordusuyla bölgedeki ve uluslararası alandaki bütün askerî operasyonlara katılmaya niyetli ve katılıyorda. Ayrıca, Arap dünyasında son derece iyi ilişkileri olan bir hükümete sahip. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, ABD çıkarlarının kollanması için en uygun partner.

Emperyalist emellerini açığa çıkaran ve Ortadoğu’nun yeni dizaynında etkin rol oynamak isteyen Türkiye ile bölgesel istikrar sayesinde çıkarlarını kollamak isteyen ABD’nin çıkarları tam olarak örtüşüyor. ABD, Netanyahu-Liebermann-Hükümeti üzerinde gerekli olan baskıyı artırma olanağına sahip değil. Böylece bu görevi Erdoğan üstleniyor.

Güncel İsrail-Türkiye krizinin temel nedenlerinden birisi budur.

Görüldüğü kadarıyla İsrail’de de hükümete karşı olan sesler güçleniyor. Basının bildirdiğine göre uzun zamandan beri çeşitli politikacılar, analistler ve bilhassa askerî gizli servis, sivil gizli servis ve MOSSAD hükümete »gerginlikleri giderecek tedbirler almasını ve politikalarını gözden geçirmesini« ısrarla öneriyorlar. Ancak İsrail hükümetinin bu, kuşkusuz akıllı önerilere kulak verip vermeyeceği pek açık değil. Netanyahu Filistinliler ve Türkiye ile yumuşama politikalarına meyilli olsa bile, hükümetinin geleceği buna bağlı olduğundan, bunu göze alamaz. Hükümetin aşırı sağcı kanadı ihtilaf politikalarından vazgeçmeyeceğini defalarca kanıtladı. Bu nedenle İsrail hükümeti hesap edilebilir politikalara sahip değil.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hesapları ise çok açık. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun »seyrüsefer serbestisi« lafını ağzına alması, basit bir tehdit değil: bu çerçevede söz konusu olan, Akdeniz’de tahmin edilen müthiş doğalgaz rezervleri. Basında yer alan bilgilere göre Doğu Akdeniz’deki »Levante Havzası«nda yaklaşık 3,5 trilyon metreküp doğalgaz rezervi olduğu ve Gazze sahillerine yakın sularda da 4 milyar Dolar değerinde rezervler olduğu tahmin ediliyor.

Enerji rezervleri üzerine verilen mücadele, uluslararası hukukta net olarak tanımlanmamış Münhasır Ekonomik Bölgeler, her ülkenin kendi ekonomik bölgesinde bulunan doğal kaynakları çıkartma hakkı, İsrail-Türkiye krizinin diğer temel nedenlerini oluşturmaktadır.

Bu sorun sadece Türkiye ve İsrail arasında ihtilaf yaratmıyor, Suriye, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin Yönetimi (tanındığı takdirde Filistin Devleti) de hakları olduklarını ileri sürüyorlar. Kıbrıs’ın 2010 Aralık’ında İsrail ile ortak deniz sınırlarını belirlediği antlaşma ve 2011 Ağustos’unda birlikte arama çalışmalarına başlayacakları açıklaması, Türkiye’yi 1982 BM Deniz Hukuku Antlaşması çerçevesinde girişimlerde bulunmaya ve 13 Eylül 2011’de Egemen Bağış’ın CNN Türk’de yaptığı gibi, »her türlü arama çalışmalarını engellemek için deniz kuvvetlerimizi göndereririz« mealinde tehditler savurmasına neden oluyor. (Bu sorunun bir başka boyutu da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyesi olması dolayısıyla, olası bir ihtilafa AB’nin de muhatap olmasıdır.)

Doğu Akdeniz’de didişme ile bağlantılı olarak alınan tedbirlerden birisi »Barbaros Eylem Planı«dır. Türkiye bu planla, 2006’da Millî Güvenlik Kurulu kararıyla oluşturulan ve Ceyhan Enerji Bölgesinin güvenliğini tesis edecek olan »Akdeniz Güvenlik Kalkanı«nı, savaş gemileri, denizaltılar ve savaş uçaklarının sayısını artırarak genişletmek, Türk Deniz Kuvvetleri’nin »deniz aşırı operasyon yetisinde olduğunu« kanıtlamak istiyor.

Aslına bu planın temeli 1997’de atılmıştı. Yayını durdurlan Yeni Yüzyıl gazetesi 17 Mart 1998 tarihinde »Küreselleşen ordumuz« başlıklı bir haberle, TSK’nin Kasım 1997’de »Açık Denizlere Doğru« başlıklı bir siyaset belgesi hazırladığını bildiriyordu. Bu belgede şöye deniyordu: »Ege, Karadeniz ve Akdeniz’in Türkiye için yaşamsal önemi vardır. Hazer Denizi, İran Körfezi, Kızıl Deniz ve Atlantik’in Cebelitarık yakınlaşma suları TSK’nin ilgi alanıdır. (...) Bu tespit, vatan limanından çok uzaklarda lojistik destek sağlayabilen ve vurucu gücü olan deniz kuvvetlerini gerekli kılmaktadır«. Aynı tarihlerde eski Genelkurmay Başkan Yardımcısı Çevik Bir, Frankfurt Marriot Hotel’de yapılan bir toplantıda şöyle diyordu: »21. Yüzyılın enerji kaynakları Kafkaslar ve Ortadoğu’dadır. Bu nedenle Balkanlar-Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninde çeşitli senaryolar hazırlanmaktadır. Ancak hangi senaryo uygulanmaya sokulursa sokulsun, Türkiye başrolü oynayacaktır«.

Bu alıntılar, bugün uygulamaya sokulan politikaların daha o günlerde ifade edildiğini göstermektedir. Siyaset belgelerinde yapılan tespitlerin sonuçlarının alınması ve konjonktürün Türkiye lehine değişmesi sonucunda güçlenen Türkiye, bugün Doğu Akdeniz’de güç gösterisi yaparak, ABD çıkarlarını en iyi koruyabilecek yegâne devlet olduğunu kanıtlamak istemektedir. İsrail hükümeti ile olan kriz, bu çabanın bir parçasıdır.

Sonuç yerine

İsrail-Türkiye krizi, Akdeniz ve Ortadoğu’daki değişimler, ABD’nin stratejik çıkarları, enerji kaynakları üzerine yürütülen bölgesel mücadeleler ve Neoosmanlıların emperyalist emelleri bağlantısında değerlendirilmelidir. Güncel kriz, her iki ülkenin de birbirlerine ihtiyacı olduğunu ve aynı cephede yer aldıklarını unutturmamalıdır.

2011 Temmuz’unda, »İsrail: Değişen Ortadoğu’nun değişmeyen ülkesi« başlığıyla yayımlanan bir USAK analizi, Türkiye ve ABD yönetimlerinin İsrail’den beklentilerine tercüme olmaktadır. Osman Bahadır Dincer’in kaleme aldığı analizde şunlar denmekte: »Türkiye-İsrail ilişkilerinde yapısal sorunların çözümü için İsrail’in, Türkiye ve Arap Dünyası’ndaki mevcut gelişmeleri doğru okuyarak paradigma değişimine gitmesi gerekmektedir. Türkiye-İsrail ilişkileri ele alınırken üzerinde durulması gereken en önemli nokta, artık ilişkilerin eski parametreler üzerinden yürütülemeyecek olduğudur.(...) Dış politikasında sağlıklı ilişkiler kurmasını engelleyen iç hastalıklarının tedavisi için İsrail’in bir an önce kolları sıvaması büyük önem arz etmektedir. Karşılıklı bağımlılığın derinleştiği günümüz dünyasında İsrail, çözüm getirmeyen politikaların tutsaklığından kendini kurtarmanın yollarını aramalıdır.(...) Türkiye ve İsrail’in birbirine ihtiyacı olduğu hemen herkesin hem fikir olduğu bir gerçektir. Ancak daha da önemlisi, Ortadoğu’nun iyi ilişkilere sahip bir Türkiye-İsrail ikilisine ihtiyacı bulunmaktadır.«

Buradan da Netanyahu-Liebermann-Hükümeti’nin ABD ve Türkiye tarafından istenmediği okunabilir. Ancak bu sorun sadece İsrail’de ve İsrailli seçmen tarafından çözülebilecektir. Son haftaların sosyal protestolarının, bir hükümet değişikliği sürecinin başlangıcı olabileceği olasılığı var, ancak hükümet değişikliğinin otomatikman politika değişikliğine yol açacağı ise hayli şüphelidir.

Son derece şüpheli olan başka bir konu da, Türkiye’nin Arap dünyasının liderliğini alıp alamayacağıdır. Arap toplumlarında Erdoğan’a duyulan konjonktürel hayranlık, bunun bir kıstası olamaz. Her ne kadar Batı sömürgeciliğinin ve yeni sömürgeci devamının yıkımı Osmanlı döneminin esaretini hafızalarda ılımlandırsa da, Arap dünyasının tarihsel bilincinde »esir olunduğu« hâlen unutulmamıştır. Aynı, Türkiye’nin »Mavi Marmara« sonrasında atması gereken adımları atmaması veya güncel olarak Suriye’ye gösterdiği muamelenin de unutulmadığı gibi.

Arap ülkelerinde de AKP ve Erdoğan’ın Batı’ya ne denli bağımlı olduğu, uzun vadede gene İsrail’le aynı yatağa gireceği ifade edilmektedir. Bunun iyi bir örneğini, Dar el Hayat gazetesinde 15 Ağustos 2011’de yayınlanan ve 3 Eylül’de sendika.org tarafından çevirisi yapılan Mustafa Zeyn’in yorumudur. Zeyn şöyle yazıyor: »Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres’e karşı tutumu, Gazze savaşındaki tutumu sadece kendisini ABD ve Avrupalılardan ayrı tutarak bölgede bir rol oynama çabasından ibaret. Bu onun Avrupa ve ABD’nin çıkarlarından ayrılacağı anlamına gelmez. (...) Türkiye Avrupalıların ve Amerikanların Ortadoğu’ki silahlı gücüdür, hem de geçmiş ve modern İslamî tarihinden dolayı Avrupa Birliğine kabul edilmeksizin Batı çıkarlarını korumakla vazifelendirilmiş bir polis gücüdür.« Bu güvensizliği gidermek için, sert retorikten fazlası gerekmektedir.

Türkiye kararvericileri, »yeni« Türkiye’nin İslamî Dünya’nın lideri olabileceğine inanıyor olabilirler. Erdoğan’ın bugünlerde Arap ülkelerine yaptığı ziyaret bunun için bir reklam gezisi olarak değerlendirilebilir. Ve bu çerçevede İsrail karşıtı çıkışları Erdoğan’a yardımcı da oluyordur. Ancak Arap dünyasını yakından tanıyanların bildiği gibi, kendi aralarında birlik olamayan despot rejimleri ve ardıllarının, kendilerine lider olarak seçecekleri son ülke Türkiye olacaktır. Erdoğan’ın cambazlığı, hitabet yeteneği tarihsel gerçekleri değiştirmeye yeterli değildir.

Velev ki Mısır, Libya veya Tunus’daki yeni yönetimler Türkiye ile işbirliğine hazır olsunlar. Kendi »Aşil Topuğu«nun tek bir hamlede tüm uluslararası ve stratejik planlarını sıfırlayacak olan bir ülke bu »liderliği« ne kadar zaman taşıyabilecektir? Seçim başarıları, ekonomik büyüme ve üniformalı kapitalistlere karşı iktidar savaşını kazanmış olma nedeniyle artan özgüven, hâli hazırda Kürt Sorunu, Sri Lanka’da olduğu gibi askerî şiddetle çözülebilir düşüncesine itiyor olabilir. Ama bu özgüvenin son derece yanıltıcı olduğu ve gerçekleri görmeyi engellediği de unutulmamalı. Çünkü ne Kürdistan Sri Lanka’ya, ne de halk hareketine dönüşmüş olan Kürt Özgürlük Hareketi, Tamil Kaplanları’na benzemektedir. AKP hükümetinin kendi Kürt yurttaşlarına karşı yapacağı her yanlış, hele hele savaşa başvurması, Neoosmanlı rüyalarını kâbusa dönüştürebilecek, bütün planları altüst edebilecek sonuçlara yol açabilir.

Kısacası, Erdoğan’ın Arap dünyasındaki arayışları ne getirirse getirsin, İsrail-Türkiye krizi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, değişmeyen bir gerçek var: O da Türkiye egemenlerinin girdikleri yolun, Türkiye açısından da, bölge açısından da Dante’nin Inferno’sundaki Vergil’in işaret ettiği cehenneme çıkmakta olduğudur. Dinî bütün AKP’nin bu yola girdikten sonra Matelda’nın elini tutup, bu yoldan kurtulup kurtulamayacağı bilinmez ama, bildiğim, Türkiye ve İsrail’in bugünkü politikalarını sürdürdükleri müddetçe, Ortadoğu’nun cehennem ateşiyle yanmaya devam edeceğidir.

Kim bilir, birisi günün birinde Erdoğan’ın kulağına günümüz Matelda’sının Kürtler olduğunu fısıldayabilir.