İsrail-Türkiye krizinin arka planı üzerine
Bu makale, yazarın »Der Scheidungskrieg – Über die
Hintergründe der aktuellen israelisch-türkischen Krise« başlıklı Almanca
makalesinin kısaltılmış bir versiyonudur. Gazetede yayınlanması için çeşitli
dipnotlarının eklenmesinden vazgeçilmiştir. Yazıyla ilgili dipnotları http://murat-cakir.blogspot.com
adlı sayfada bulabilirsiniz.
Yeni Zelanda’nın eski başbakanı Geoffrey Palmer’ın başkanlığındaki BM Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı »Mavi Marmara« Raporu, beklenildiği gibi Türkiye’nin sert tepkisine yol açtı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül (»Rapor bizim için yok hükmünde«), Başbakan Recep T. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu peşpeşe Türkiye’nin rapor hakkında düşündüklerini açıkladılar.
Yeni Zelanda’nın eski başbakanı Geoffrey Palmer’ın başkanlığındaki BM Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı »Mavi Marmara« Raporu, beklenildiği gibi Türkiye’nin sert tepkisine yol açtı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül (»Rapor bizim için yok hükmünde«), Başbakan Recep T. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu peşpeşe Türkiye’nin rapor hakkında düşündüklerini açıkladılar.
Aslında Palmer Raporu haftalar önce bitirilmişti. İsrail
ve Türkiye’nin, ki her iki hükümet te önceden haberdar edilmişti,
uzlaşabileceği umuduyla kamuoyuna açıklanması geciktirildi. Sonuçta uzlaşı
umutları fos çıktı, çünkü Türkiye, İsrail’in özür dilemesinde, »Mavi Marmara«
kurbanlarına tazminat ödemesinde ve en önemlisi, Gazze Ablukası’nı
kaldırmasında ısrar ediyordu. Ve bu talepler yerine getirilene dek İsrail ile
olan ilişkilerin maslahatgüzâr seviyesine indirilmesine, projelerin
dondurulmasına ve İsrail büyükelçisinin yurtdışı edilmesine karar verildi.
Böylece »Boşanma Davası« başlatıldı.
Gözler Türkiye’ye çevrilmişti. ABD ve AB yetkilileri, »İsrail-Türkiye ilişkilerinin geldiği
noktadan büyük kaygı duyduklarını« dile getiriyor, BM Genel Sekreteri,
krizin aşılması için iki ülke yönetiminin birbirleri ile konuşmasını talep
ediyordu. İsrail ve Türkiye’deki yaygın basın, iki ülke arasında »Buz Çağı«nın
başladığını ilân ediyor, aynı zamanda da yangına körükle gidiyordu.
Halbuki İsrail ve Türkiye birbirlerine »ikiz kardeşler« (Haluk Gerger) kadar
yakındılar. Aralarındaki iktisadî ve askerî ilişkileri 1980’den bu yana
derinleştirmiş ve stratejik ortaklıklarını kurmuşlardı. Peki, nasıl oldu da, kimi
yorumcu tarafından »danışıklı dövüş,
duygusal çıkış« olarak nitelendirilen 2009
Davos Krizi Ortadoğu’yu bütünüyle etkileyebilecek bir krize dönüştü?
Ardından neler gelebilir? Krizin arkasında yatan gerçek nedenler nelerdir ve
kriz nasıl bir dinamik kazanabilir? ABD ve bölgedeki stratejik çıkarlarının
oynadığı rol nedir? Gelişmeler, sahiden Türkiye’nin İslam dünyasının öncüsü
olma olasılığına işaret ediyor mu? Okuduğunuz bu makale, bunlara ve benzer
sorular yanıt bulma çabasından ibarettir.
Doğuştan ruh ikizleri
İsrail ve Türkiye arasında kızgınlaşan kavganın
nedenlerine gelmeden, kısaca iki ülke ilişkilerinin tarihsel sürecine bakmak
yol gösterici olacaktır.
Türkiye, İsrail’i ilk tanıyan ülkedir. 28 Mart 1949’daki
resmî tanınma aktinden sonra 1950’de büyükelçilik düzeyinde ilişkilere
geçilmişti. Her iki ülke elitlerinin yönlendirdiği bu ilişkiler, her zaman
ulusal güvenlik siyaseti çerçevesinde değerlendirilmekteydi.
İsrail ve Türkiye kararvericilerinin yakınlaşmalarının
iticisi ABD olmakla birlikte, temel nedenlerinden birisi, iki ülkenin de
birbirlerine benzer spesifik konumlarının olmasıdır. Türkiye 1948’de de salt
bir Ortadoğu-Ülkesi nitelendirilemezdi. Türkiye, her zaman Batı ve İslam
dünyaları arasında bir »menteşe« işlevini görüyordu. Fransa Başkanı Charles de Gaulle’ün dediği gibi,
Türkiye »Boğaz’ların ve Ortadoğu’ya
açılan kapının efendisi«ydi. Bu kapı, Avrupa’ya, Balkanlar’a, Karadeniz’e,
Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ya açılıyor, ülkeyi hem hepsinin bir parçası, hem de
hiç birine »ait olmayan« hâline getiriyordu. Türkiye, farklıydı.
Farklı olmak İsrail için de geçerlidir, hele kuruluşunda.
Hem bir Ortadoğu-Ülkesi, hem de siyasî ve ideolojik olarak Avrupalı’ydı.
İsrail, kuruluşundan itibaren hep Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi
içerisinde yer aldı.
Farklı olma, etnik-dinî ve kültürel çeşitliliği içinde
taşıma ve iki kutuplu dünyanın aynı kutbunda yer alma, iki ülkeye
yakınlaşmaktan başka bir olanak tanımıyordu.
Ancak bu yakınlaşma her zaman inişli-çıkışlı oldu ve
bölgedeki gelişmelerden, bilhassa Filistin Sorunu’ndan etkilendi. İsrail’in
Arap ülkelerine karşı giriştiği 1956, 1967 ve 1973 savaşları, işgal ettiği
topraklarda uyguladığı politikalar ve bir türlü üzerinden atamadığı kibir,
Türkiye hükümetlerinin ilişkilerin seviyesini sürekli değiştirmesine neden
oldu.
Başka bir neden de, Türkiye’nin Kıbrıs politikasıdır.
1960 Garanti Antlaşması gereğince
Kıbrıslı Türklerin garantörü olan Türkiye, kanlı 1963 olaylarından sonra hamîsi
ABD’ne dahi »kafa tutacak« bir politika izlemeye başlamıştı. Türkiye, 1964 »Johnson-Mektubu-Krizi«nden sonra ve
bilhassa petrol bağımlılığı nedeniyle yeni arayışlara gitti. Arap ülkeleriyle
yakınlaşma ile Kıbrıs Sorunu’nda destek alınması ümid ediliyordu, ama bu
yakınlaşma İsrail ile olan ilişkilerin seviyesinin düşürülmesini de gerektirdi.
İlişkiler artık sadece maslahatgüzâr seviyesinde yürütülüyordu.
Türkiye kararvericileri, toplumda yaygın olan Filistin
sempatisini de göz önünde tutarak, Filistin Davası’na sahip çıktıklarını
gösterdiler. Uluslararası arenada Filistinlileri savunuyor, hatta 1967 Altı-Gün-Savaşı’nda İsrail’e yardım
için İncilik Üssü’nden savaş uçaklarını kaldırmak isteyen ABD’ne izin
vermiyorlardı. Diğer yandan ise Sovyetler Birliği’ne, Arap ülkelerine
gönderdiği askerî yardımlar için Türkiye hava sahası kullanıma açılıyordu. Bu
konumlanış, 1975’de BM Genel Kurulu’nda kabul edilen 3379 nolu ve »Siyonizm, ırkçılığın ve ırkçı ayırımcılığın
bir biçimidir« kararını Türkiye’nin desteklemesiyle zirve yapmıştı.
Yeniden yakınlaşma
Ancak Arap despotları, Türkiye kararvericilerinin
beklentilerini yerine getiremiyorlar ve 20 yılı aşkın bir stratejinin boşa
çıkmasına neden oluyorlardı. Bu zaman zarfında Türkiye, Soğuk Savaş’ın da
etkisiyle ABD’ne daha da yakınlaşmış ve İsrail politikalarını gözden geçirir
olmuştu.
Nitekim, 1980 askerî darbesinden sonra İsrail ile
yakınlaşma yeniden hız kazandı. Bunda, ABD’nin teşvik etmesi kadar, 1979 İran Devrimi’nin de etkisi
büyüktü. İktidarı ele geçiren Molla Rejimi, Türkiye’nin çıkarlarına ters düşen
bir dış politika uygulamaya başladı. İsrail ve Türkiye hem güçlü bir
müttefiklerini kaybetmiş, hem de bölgedeki etkinlik konusunda yeni ve hırslı
bir rakip kazanmışlardı. İsrail ve Türkiye’nin işbirliği daha da önem
kazanmıştı.
Cunta dönemi, Türkiye’yi neoliberal politikaların bir laboratuvarı
hâline getirmekle birlikte, devlet aklını İsrail lehine çevirdi. Cuntacılar
açısından bu işbirliği son derece kârlıydı. İsrail, 1982 Lübnan İşgali
sonrasında, cuntanın ASALA yöneticilerini öldürmek için neofaşist katilleri
görevlendirdiği bir dönemde, Lübnan’daki ASALA kamplarında elde ettiği
bilgileri Ankara’ya bildiriyor, ABD’ndeki AIPAC
veya Jewıish Institute for National
Securtiy Affairs gibi silah ve Musevî lobileri, 1989’da olduğu gibi, ABD
Senatosu’nda »Ermeni Soykırımı Tasarısı«nın kabul edilmesinin engellenmesini
sağlıyorlardı.
İsrail’le olan işbirliği, 1990’lı yıllarda daha da
derinleştirildi, ki uzmanlar 1980ler ve 1990ların İsrail-Türkiye ilişkilerinde
»Altın Çağ« olduğunu belirtirler. 1991’den itibaren karşılıklı olarak yeniden
büyükelçi atanmasını, çeşitli iktisadî ve askerî antlaşmalar izledi. 1994’de
hava kuvvetleri arasında pilot eğitimi üzerine bir antlaşma, 1996’da da askerî
işbirliği üzerine kapsamlı bir antlaşma imzalandı. Askerî İşbirliği Antlaşması,
bizzat dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail
Hakkı Karadayı tarafından İsrail’de imzalandı.
Daha sonraları, 1998’de, ABD-İsrail-Türkiye Stratejik
Partnerliği’ne dönüşen işbirliği, İsrail’e para kazandırıyor, Türkiye’deki
askerî vesayet rejimine ise silahlı kuvvetlerini modernize etme olanağı veriyordu.
İsrail Türk F-4 ve F-5 jetlerinin modernizasyonunu üstlendi ve TSK’ne Phyton-4
roketleri, Popey hava-kara roketleri,
Arrow roketsavar sistemleri ve saldırı helikopterleri için gece görüş
sistemleri sattı. Oluşturulan ortak Stratejik
Çalışma Grubu sadece ortak tatbikatları organize etmekle kalmıyor, aynı
zamanda istihbarat işbirliğini de derinleştiriyordu.
1997’de İsrail ve Türkiye »diplomatik namlularının« ucunu
Suriye’ye çevirdiler. 1997 Mayıs’ında dışişleri bakanları Turan Tayan ve Yitzhak Mordechai
birlikte yaptıkları açıklamada Suriye’yi »terörizmi
desteklemekle« suçladılar. Suriye üzerinde artırılan baskı, Suriye’nin Kürt
halk önderi Abdullah Öcalan’ı
yurtdışına çıkmaya zorlamasına neden oldu. Ardından 1999’da ABD ve İsrail gizli
servislerinin ortak operasyonu ile Öcalan Kenya’da kaçırıldı ve Türkiye’ye
teslim edildi. İsrail, Türkiye’ye olan desteğini dışpolitikada da gösteriyordu:
1999’da Bakü-Tiflis-Ceyhan boru
antlaşmasının imzalanması esnasında, İsrail projeyi desteklediğini açıkladı.
İktisadî ilişkilerin boyutu
İsrail-Türkiye arasındaki ticaret hacmi, TUİK verilerine
göre Türkiye’nin ticaret hacminin yüzde 1’ini oluşturuyor. 1996’da 446 milyon
Dolar olan ticaret hacmi, 2009’da 3,3 milyar Dolar’a yükselmiş. TUIK verilerine
göre, sadece silah ticaretinin hacmi iki milyar Doları aşıyor, ancak
Türkiye’deki askerî-sanayi kompleksinin sahibi Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı tarafından yapılan
satın almalar bu ticaret istatistikleri içerisinde yer almıyor.
Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Fevzi Öztürk bir yazısında, »ilişkilerin
bozulmasından ilk etapta İsrail savuna sanayi darbe alacaktır« tespitini
yapıyor. Yüzeysel bir bakışla, Öztürk’e hak vermemek elde değil, çünkü silah
satımı ve askerî yüksek teknoloji ürünleri İsrail ekonomisinin temel direğini
oluşturuyor. Şu anda dondurulan projelerin, İsrail silah sanayiini etkilemesi
elbette söz konusu, ama kanımca Öztürk’ün vurguladığı oranda değil. Çünkü
İsrail menşeili sayılacak 250 şirket Türkiye’de ticaret yaparken, doğrudan
İsrail’in ortak olduğu sayısız uluslarası silah tekelleri üzerinden silah
satımının devam etmesi söz konusu.
Güncel kriz ile bağlantılı olarak ise, iktisadî
ilişkilerin belirleyici olmadıklarını söylemek gerekiyor.
Stratejik ortaklıktan rekabete
2000li yıllarda, özellikle 2002’den itibaren AKP
iktidarıyla, İsrailli ve Türk elitlerin kurduğu ortaklığın temellerinin
sarsıldığı görüldü. AKP iktidarıyla İsrail ilişkileri, değişen dışpolitik
vizyonlar ve önceliklerce belirlenmeye başladı. Elitlerin stratejisi kof
çıkıyordu.
2001 krizinden sonra uygulanan tedbirlerin meyveleri,
AB’ne yakınlaşma süreci ve iktisadî kalkınma AKP’nin pozisyonunu güçlendiriyor
ve ekonomik büyümenin, G 20 üyeliğinin, ayrıca da enerji dağıtım merkezi
olmanın artırdığı stratejik konumun verdiği rüzgârı arkasına alan AKP, yeni
devlet partisi olma yolunda ilerliyordu.
Türkiye, artık bölge gücü olmak istiyor, rakip olarak ise
İran ve İsrail’i hedefine koyuyordu. AKP iktidarının emperyal yönelimli
dışpolitikası bir tarafta ordu yönetiminin yeniden biçimlenmesini, diğer
taraftan da askerî vesayet rejiminin güvenlik ve savunma politikalarının
değiştirilmesini zorunlu kılıyordu. Rejimin, »Türkiye, etrafı düşmanlarla çevrili bir ülkedir« tespitine dayanan
askerî doktrini, zamanla »komşularla
sıfır sorun politikası«na dönüştürüldü. AKP’nin ikinci seçim başarısından
sonra hem bu politikalar, hem de ABD desteğiyle yürüttüğü devlet içi iktidar
kavgası derinleştirildi.
»Komşularla sıfır
sorun politikası« çerçevesinde ebedî »düşmanlar«
Ermenistan ve Yunanistan ile olan ilişkilerde ilerleme kaydedildi. AKP
hükümeti, Kafkaslar’dan Ortadoğu’ya bütün yakın ihtilaf bölgelerinde aracı
olmaya çalışıyor, hatta İsrail bile Türkiye’den Suriye konusunda destek
istiyordu. 2008’de Türkiye’yi ziyaret eden İsrail Başbakanı Olmert, Erdoğan’ın yardımcı olma
önerisini kabul etmedikten ve ertesi gün Gazze’ye saldırmasından sonra ipler
koptu.
Ankara, İsrail hükümetinin bu tavrının arkasında,
Türkiye’nin bölgesel güç olma hedefine verilen bir yanıtın da gizli olduğunu
değerlendiriyordu. Bu açıdan, Erdoğan’ın 2009’da Davos’ta koyduğu tavrı, basit
bir sinirlenme olarak değil, İsrail’in yanıtına verilen bir yanıt olarak
değerlendirmek gerekiyor.
10 Ekim 2002’de ABD’ndeki Musevî lobileri toplantısında »ilişkilerimizin geliştirilmesi için bizzat uğraşacağını«
ilân eden ve 2009 Ocak sonunda Amerikan Musevî Komitesi’nin »Profiles of Courage« ödülünü alan
Erdoğan, aslında İsrail’in yürüttüğü Filistin politikalarının ve 2000li
yılların sonuna kadar gerçekleştirdiği saldırıların rahatsızlığını dile getiriyordu.
Ama aynı süreç icerisinde, iktisadî ve askerî ilişkiler derinleşerek sürüyor,
TSK İsrail’den silahlar alıyor ve İsrail’in su sorununu çözmesi planlanan bir
içme suyu projesi üzerine çalışılıyordu. 13 Kasım 2007’de İsrail Devlet Başkanı
Şimon Perez TBMM’inde konuşma
yaptığında, gözlemciler, Türk hükümetinin İsrail karşıtı retoriğinin iki ülke
arasındaki ilişkileri belirlemediği tespitini yapıyorlardı.
Çelişkilerin bulandırdığı resim
İlişkilerdeki bu gidiş-gelişler, ortaya çıkan çelişkiler
gerçek resmi görmeyi zorlaştırıyor. Bu nedenle Türkiye’deki yorumcular bile
Erdoğan’ın »Davos Çıkışı«nı tam olarak değerlendiremiyordular. Çoğu yorumcu,
Erdoğan’ın iç politikaya oynadığını ve krizin »danışıklı dövüş« olduğu
görüşündeydiler.
Gerçekten de Erdoğan, Davos dönüşü bir »fatih« gibi
karşılanmış, Arap gazeteleri bile onu »kahraman« ilân etmişlerdi. Ama diğer
taraftanda İsrail ile olan ilişkiler tüm hızıyla devam ediyordu. TSK, PKK’ye
karşı kullanmak için İsrail’den 10 Heron aracı satın alıyor ve İsrail’e gizli
servis desteği için 167 milyon Dolar ödüyordu. Aynı tarihlerde, F-4 ve F-16
jetlerinin radar resimlerini değerlendirmek için açılan Datalink 16 ihalesi İsrailli bir şirkete verilmişti. 4 Haziran
2009’da ise bir gece oturumunda, 510 km’lik bir alanı kapsayan mayın temizleme
işi TBMM’nde kabul ettirildi. İsrail’e verilen bu ihale, 2009 Temmuz’unda
Anayasa Mahkemesi kararıyla durduruldu.
Sadece Gazze katliamı değil, İsrail’deki büyükelçi Ahmet Oğuz Çelikkol’un, İsrail
Dışişleri Bakanı Yardımcısı Danny Avalon
tarafından 11 Ocak 2010’da televizyon kameraları önünde hakarete uğraması ve 9
kişinin ölümüyle sonuçlanan »Mavi Marmara« saldırısı dahi, sertleşen İsrail
karşıtı retoriğin doğal sonucunu vermesine, yani ilişkilerin kesilmesine neden
olmuyordu. AKP hükümeti sadece yürüyen projelerin »gözden geçirileceğini« ve ortak tatbikatların yapılmayacağını
duyurdu. Henüz zaman olgunlaşmamıştı – 17 Haziran 2010’da Taraf gazetesinde yayımlanan bir haber »neden?« sorusunu
yanıtlıyordu: Genelkurmay »Modernize
edilen F-4 ve F-5 savaş uçaklarımız ile M60 tanklarımızın hâlen İsrail’den
gelecek parçalara ihtiyaçları var. Bu nedenle askerî işbirliği mutlaka devam
ettirilmelidir« buyuruyordu.
Zaman, 2011 Ağustos’unda ordu yönetiminin istifasıyla
olgunlaştı. ABD icazetli Neoosmanlılar artuk emperyal hırslarını daha açık ifade
edebilirlerdi. Ve 1 Eylül 2011 tarihinde Palmer-raporu’nun New York Times’da yayımlanmasıyla eskalasyon vidası çevrilmeye
başlandı.
Sisi aralama denemesi
İki devlet arasındaki ilişkilerin farklı alanlarının ve
iktisadî ve jeostratejik çıkarların gözden geçirilmesi, asıl gerçekleri örten
sisin aralanmasına yardımcı olabilir. Salt güncel krize ve kullanılan retoriğe
bakıldığı takdirde, İsrail ve Türkiye’nin kader birliği göremeyiz.
İki ülkenin kadar birliği belirleyen iki temel neden var.
Bunları Haluk Gerger bianet.org sitesinde kısa, ama öz olarak
açıklamış. Gerger’e göre, ki katılıyorum, bölge gücü olma rekabetine rağmen her
iki ülkenin de, ulusal devlet olarak varolma ve toprak bütünlükleri konusundaki
temel çıkarları birbirleriyle örütüşüyor. Cengiz
Çandar’ın deyimiyle, çözülemeyen Kürt Sorunu Türkiye’nin »Aşil Topuğu«nu oluştururken, İsrail
Filistin konusunda giderek izole oluyor. İki ülke de temel sorunları konusunda
yenilgi ile karşı karşıya ve uyguladıkları politikalarla kendi sınırlarını
tehlikeye sokuyorlar.
Diğer taraftan İsrail’in de, Türkiye’nin de Batı’ya olan
bağımlılıkları, bu kader birliğini belirleyen ikinci bir neden. Ekonomilerinin
yabancı sermaye akışı olmadan iflas edeceğini bir yana bırakırsak, iki ülke de
NATO, ABD ve AB’nden ayrı politika yapmamayı, emperyalizmin küresel
stratejileri ve Batı’nın siyasî koordinatlar sistemi içerisinde hareket etmeyi
devlet aklı hâline getirmişlerdir.
Zaten gerek Erdoğan’ın, gerekse de, »deniz kuvvetlerini gönderme« tehditini kullanan AB’den sorumlu
bakan Egemen Bağış’ın, her fırsatta »bizim karşı çıkışımız İsrail hükümetinedir,
yoksa İsraillilerle ve İsrail devletiyle bir sorunumuz yok« demeleri boşuna
değil. Yani söz konusu olan güncel kriz, hükümetler arasındadır, devletler
arasında değil. İsrail ve Türkiye, tehlikeli sularda seyreden aynı tekne
içerisindedirler – hiç birisi tek başına tekneyi terk etmeyi göze alamaz.
Bu, madalyonun bir yüzüdür.
Diğer taraftan krizi belirleyen, Türkiye’nin bölge gücü
olma çabasının yanı sıra, ABD’nin İsrail hükümetinden duyduğu
rahatsızlıklardır. ABD gerek küresel ekonomik ve malî kriz nedeniyle, gerekse
de, başta Afganistan olmak üzere, ihtilaf bölgelerinde içine düştüğü bataklık
nedeniyle zordadır. Obama yönetimi bu nedenle uzun zamandır küresel
stratejilerin yükünü müttefikler arasında paylaşılmasının gerekliliği ve
ihtilaf bölgelerinde istikrarın sağlanması için politikalar geliştirmektedir.
Özellikle Arap dünyasındaki ucu açık son gelişmeler ve bununla bağlantılı
olarak İsrail’in ısrar ettiği politikalar, Netanyahu-Liebermann-Hükümeti’nin
giderek daha büyük bir riziko faktörü olarak görülmesine neden oluyor.
Obama hükümetinin bu rahatsızlığı uzun zamandır
biliniyor. Geçenlerde Alman basınına sızdırılan bir habere göre, eski ABD
Savunma Bakanı Robert Gates, ABD
Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında Netanyahu’yu »nankör« ve »gerçekleri
göremeyen kör adam« olarak nitelendirmişti. Görüldüğü kadarıyla Obama
hükümeti İsrail hükümetinin politikalarıyla İsrail’in kendisini ve dolayısıyla
ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını tehlikeye atıyor. Gates’in
söylediklerinin yayınlandıktan sonra Beyaz Saray çevrelerince yalanlanmaması,
gözlemcilerle »resmî doğrulama«
olarak nitelendirildi.
Batı basını da ABD’nin kaygılarını dile getiriyor.
Avrupa’da yayımlanan çeşitli gazetelerde (The
Guardian, F.A.Z., Liberation v.b.) yer alan yorumlarda, İsrail’in »büyük bir hata yaptığı«na dikkat
çekiliyor ve ABD ile AB çevrelerine »İsrail’e
yönelik önkoşulsuz destek politikalarını gözden geçirme ve Filistin devletinin
BM Genel Kurulu’nda tanınması konusunda bir daha düşünme« telkini
yapılıyor.
Obama hükümetinin de benzer düşünceler taşıdığı olası,
ancak iç politik dengeler nedeniyle eli-kolu bağlı. İşte tam bu noktada AKP
devreye giriyor. İsrail hükümetine karşı aldığı pozisyonla, bölgedeki istikrarı
sağlayacak tek güç olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. ABD’nin de desteğine sahip.
Ne de olsa Erdoğan, İsrail hükümetine karşı medyatik çıkışlar yapabilen tek
lider ve TSK NATO’nun ikinci büyük ordusu. Türkiye, güçlü ordusuyla bölgedeki
ve uluslararası alandaki bütün askerî operasyonlara katılmaya niyetli ve
katılıyorda. Ayrıca, Arap dünyasında son derece iyi ilişkileri olan bir
hükümete sahip. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, ABD çıkarlarının kollanması
için en uygun partner.
Emperyalist emellerini açığa çıkaran ve Ortadoğu’nun yeni
dizaynında etkin rol oynamak isteyen Türkiye ile bölgesel istikrar sayesinde
çıkarlarını kollamak isteyen ABD’nin çıkarları tam olarak örtüşüyor. ABD,
Netanyahu-Liebermann-Hükümeti üzerinde gerekli olan baskıyı artırma olanağına
sahip değil. Böylece bu görevi Erdoğan üstleniyor.
Güncel
İsrail-Türkiye krizinin temel nedenlerinden birisi budur.
Görüldüğü kadarıyla İsrail’de de hükümete karşı olan
sesler güçleniyor. Basının bildirdiğine göre uzun zamandan beri çeşitli
politikacılar, analistler ve bilhassa askerî gizli servis, sivil gizli servis
ve MOSSAD hükümete »gerginlikleri
giderecek tedbirler almasını ve politikalarını gözden geçirmesini« ısrarla
öneriyorlar. Ancak İsrail hükümetinin bu, kuşkusuz akıllı önerilere kulak verip
vermeyeceği pek açık değil. Netanyahu Filistinliler ve Türkiye ile yumuşama
politikalarına meyilli olsa bile, hükümetinin geleceği buna bağlı olduğundan,
bunu göze alamaz. Hükümetin aşırı sağcı kanadı ihtilaf politikalarından
vazgeçmeyeceğini defalarca kanıtladı. Bu nedenle İsrail hükümeti hesap
edilebilir politikalara sahip değil.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hesapları ise çok açık.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun »seyrüsefer
serbestisi« lafını ağzına alması, basit bir tehdit değil: bu çerçevede söz
konusu olan, Akdeniz’de tahmin edilen müthiş doğalgaz rezervleri. Basında yer
alan bilgilere göre Doğu Akdeniz’deki »Levante Havzası«nda yaklaşık 3,5 trilyon
metreküp doğalgaz rezervi olduğu ve Gazze sahillerine yakın sularda da 4 milyar
Dolar değerinde rezervler olduğu tahmin ediliyor.
Enerji rezervleri
üzerine verilen mücadele, uluslararası hukukta net olarak tanımlanmamış
Münhasır Ekonomik Bölgeler, her ülkenin kendi ekonomik bölgesinde bulunan doğal
kaynakları çıkartma hakkı, İsrail-Türkiye krizinin diğer temel nedenlerini
oluşturmaktadır.
Bu sorun sadece Türkiye ve İsrail arasında ihtilaf
yaratmıyor, Suriye, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin Yönetimi (tanındığı takdirde
Filistin Devleti) de hakları olduklarını ileri sürüyorlar. Kıbrıs’ın 2010
Aralık’ında İsrail ile ortak deniz sınırlarını belirlediği antlaşma ve 2011
Ağustos’unda birlikte arama çalışmalarına başlayacakları açıklaması, Türkiye’yi
1982 BM Deniz Hukuku Antlaşması çerçevesinde girişimlerde bulunmaya ve 13 Eylül
2011’de Egemen Bağış’ın CNN Türk’de
yaptığı gibi, »her türlü arama
çalışmalarını engellemek için deniz kuvvetlerimizi göndereririz« mealinde
tehditler savurmasına neden oluyor. (Bu sorunun bir başka boyutu da, Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin AB üyesi olması dolayısıyla, olası bir ihtilafa AB’nin de
muhatap olmasıdır.)
Doğu Akdeniz’de didişme ile bağlantılı olarak alınan
tedbirlerden birisi »Barbaros Eylem
Planı«dır. Türkiye bu planla, 2006’da Millî Güvenlik Kurulu kararıyla
oluşturulan ve Ceyhan Enerji Bölgesinin güvenliğini tesis edecek olan »Akdeniz Güvenlik Kalkanı«nı, savaş
gemileri, denizaltılar ve savaş uçaklarının sayısını artırarak genişletmek,
Türk Deniz Kuvvetleri’nin »deniz aşırı operasyon yetisinde olduğunu« kanıtlamak
istiyor.
Aslına bu planın temeli 1997’de atılmıştı. Yayını
durdurlan Yeni Yüzyıl gazetesi 17
Mart 1998 tarihinde »Küreselleşen
ordumuz« başlıklı bir haberle, TSK’nin Kasım 1997’de »Açık Denizlere Doğru« başlıklı bir siyaset belgesi hazırladığını
bildiriyordu. Bu belgede şöye deniyordu: »Ege,
Karadeniz ve Akdeniz’in Türkiye için yaşamsal önemi vardır. Hazer Denizi, İran
Körfezi, Kızıl Deniz ve Atlantik’in Cebelitarık yakınlaşma suları TSK’nin ilgi
alanıdır. (...) Bu tespit, vatan limanından çok uzaklarda lojistik destek
sağlayabilen ve vurucu gücü olan deniz kuvvetlerini gerekli kılmaktadır«.
Aynı tarihlerde eski Genelkurmay Başkan Yardımcısı Çevik Bir, Frankfurt Marriot Hotel’de yapılan bir toplantıda şöyle
diyordu: »21. Yüzyılın enerji kaynakları
Kafkaslar ve Ortadoğu’dadır. Bu nedenle Balkanlar-Kafkaslar ve Ortadoğu
üçgeninde çeşitli senaryolar hazırlanmaktadır. Ancak hangi senaryo uygulanmaya
sokulursa sokulsun, Türkiye başrolü oynayacaktır«.
Bu alıntılar, bugün uygulamaya sokulan politikaların daha
o günlerde ifade edildiğini göstermektedir. Siyaset belgelerinde yapılan
tespitlerin sonuçlarının alınması ve konjonktürün Türkiye lehine değişmesi
sonucunda güçlenen Türkiye, bugün Doğu Akdeniz’de güç gösterisi yaparak, ABD
çıkarlarını en iyi koruyabilecek yegâne devlet olduğunu kanıtlamak istemektedir.
İsrail hükümeti ile olan kriz, bu çabanın bir parçasıdır.
Sonuç yerine
İsrail-Türkiye krizi, Akdeniz ve Ortadoğu’daki
değişimler, ABD’nin stratejik çıkarları, enerji kaynakları üzerine yürütülen
bölgesel mücadeleler ve Neoosmanlıların emperyalist emelleri bağlantısında
değerlendirilmelidir. Güncel kriz, her iki ülkenin de birbirlerine ihtiyacı
olduğunu ve aynı cephede yer aldıklarını unutturmamalıdır.
2011 Temmuz’unda, »İsrail:
Değişen Ortadoğu’nun değişmeyen ülkesi« başlığıyla yayımlanan bir USAK analizi, Türkiye ve ABD
yönetimlerinin İsrail’den beklentilerine tercüme olmaktadır. Osman Bahadır Dincer’in kaleme aldığı
analizde şunlar denmekte: »Türkiye-İsrail
ilişkilerinde yapısal sorunların çözümü için İsrail’in, Türkiye ve Arap
Dünyası’ndaki mevcut gelişmeleri doğru okuyarak paradigma değişimine gitmesi
gerekmektedir. Türkiye-İsrail ilişkileri ele alınırken üzerinde durulması
gereken en önemli nokta, artık ilişkilerin eski parametreler üzerinden
yürütülemeyecek olduğudur.(...) Dış politikasında sağlıklı ilişkiler kurmasını
engelleyen iç hastalıklarının tedavisi için İsrail’in bir an önce kolları
sıvaması büyük önem arz etmektedir. Karşılıklı bağımlılığın derinleştiği
günümüz dünyasında İsrail, çözüm getirmeyen politikaların tutsaklığından
kendini kurtarmanın yollarını aramalıdır.(...) Türkiye ve İsrail’in birbirine
ihtiyacı olduğu hemen herkesin hem fikir olduğu bir gerçektir. Ancak daha da
önemlisi, Ortadoğu’nun iyi ilişkilere sahip bir Türkiye-İsrail ikilisine
ihtiyacı bulunmaktadır.«
Buradan da Netanyahu-Liebermann-Hükümeti’nin ABD ve
Türkiye tarafından istenmediği okunabilir. Ancak bu sorun sadece İsrail’de ve
İsrailli seçmen tarafından çözülebilecektir. Son haftaların sosyal
protestolarının, bir hükümet değişikliği sürecinin başlangıcı olabileceği olasılığı
var, ancak hükümet değişikliğinin otomatikman politika değişikliğine yol
açacağı ise hayli şüphelidir.
Son derece şüpheli olan başka bir konu da, Türkiye’nin
Arap dünyasının liderliğini alıp alamayacağıdır. Arap toplumlarında Erdoğan’a
duyulan konjonktürel hayranlık, bunun bir kıstası olamaz. Her ne kadar Batı
sömürgeciliğinin ve yeni sömürgeci devamının yıkımı Osmanlı döneminin esaretini
hafızalarda ılımlandırsa da, Arap dünyasının tarihsel bilincinde »esir
olunduğu« hâlen unutulmamıştır. Aynı, Türkiye’nin »Mavi Marmara« sonrasında
atması gereken adımları atmaması veya güncel olarak Suriye’ye gösterdiği
muamelenin de unutulmadığı gibi.
Arap ülkelerinde de AKP ve Erdoğan’ın Batı’ya ne denli
bağımlı olduğu, uzun vadede gene İsrail’le aynı yatağa gireceği ifade
edilmektedir. Bunun iyi bir örneğini, Dar
el Hayat gazetesinde 15 Ağustos 2011’de yayınlanan ve 3 Eylül’de sendika.org tarafından çevirisi yapılan Mustafa Zeyn’in yorumudur. Zeyn şöyle
yazıyor: »Erdoğan’ın Davos’ta Şimon
Peres’e karşı tutumu, Gazze savaşındaki tutumu sadece kendisini ABD ve
Avrupalılardan ayrı tutarak bölgede bir rol oynama çabasından ibaret. Bu onun
Avrupa ve ABD’nin çıkarlarından ayrılacağı anlamına gelmez. (...) Türkiye
Avrupalıların ve Amerikanların Ortadoğu’ki silahlı gücüdür, hem de geçmiş ve
modern İslamî tarihinden dolayı Avrupa Birliğine kabul edilmeksizin Batı
çıkarlarını korumakla vazifelendirilmiş bir polis gücüdür.« Bu güvensizliği
gidermek için, sert retorikten fazlası gerekmektedir.
Türkiye kararvericileri, »yeni« Türkiye’nin İslamî
Dünya’nın lideri olabileceğine inanıyor olabilirler. Erdoğan’ın bugünlerde Arap
ülkelerine yaptığı ziyaret bunun için bir reklam gezisi olarak
değerlendirilebilir. Ve bu çerçevede İsrail karşıtı çıkışları Erdoğan’a
yardımcı da oluyordur. Ancak Arap dünyasını yakından tanıyanların bildiği gibi,
kendi aralarında birlik olamayan despot rejimleri ve ardıllarının, kendilerine
lider olarak seçecekleri son ülke Türkiye olacaktır. Erdoğan’ın cambazlığı,
hitabet yeteneği tarihsel gerçekleri değiştirmeye yeterli değildir.
Velev ki Mısır, Libya veya Tunus’daki yeni yönetimler
Türkiye ile işbirliğine hazır olsunlar. Kendi »Aşil Topuğu«nun tek bir hamlede tüm uluslararası ve stratejik
planlarını sıfırlayacak olan bir ülke bu »liderliği« ne kadar zaman taşıyabilecektir?
Seçim başarıları, ekonomik büyüme ve üniformalı kapitalistlere karşı iktidar
savaşını kazanmış olma nedeniyle artan özgüven, hâli hazırda Kürt Sorunu, Sri
Lanka’da olduğu gibi askerî şiddetle çözülebilir düşüncesine itiyor olabilir.
Ama bu özgüvenin son derece yanıltıcı olduğu ve gerçekleri görmeyi engellediği
de unutulmamalı. Çünkü ne Kürdistan Sri Lanka’ya, ne de halk hareketine
dönüşmüş olan Kürt Özgürlük Hareketi, Tamil Kaplanları’na benzemektedir. AKP
hükümetinin kendi Kürt yurttaşlarına karşı yapacağı her yanlış, hele hele
savaşa başvurması, Neoosmanlı rüyalarını kâbusa dönüştürebilecek, bütün
planları altüst edebilecek sonuçlara yol açabilir.
Kısacası, Erdoğan’ın Arap dünyasındaki arayışları ne
getirirse getirsin, İsrail-Türkiye krizi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın,
değişmeyen bir gerçek var: O da Türkiye egemenlerinin girdikleri yolun, Türkiye
açısından da, bölge açısından da Dante’nin
Inferno’sundaki Vergil’in işaret ettiği cehenneme çıkmakta olduğudur. Dinî bütün
AKP’nin bu yola girdikten sonra Matelda’nın
elini tutup, bu yoldan kurtulup kurtulamayacağı bilinmez ama, bildiğim, Türkiye
ve İsrail’in bugünkü politikalarını sürdürdükleri müddetçe, Ortadoğu’nun
cehennem ateşiyle yanmaya devam edeceğidir.
Kim bilir, birisi günün birinde Erdoğan’ın kulağına günümüz
Matelda’sının Kürtler olduğunu fısıldayabilir.