DAİŞ’in Avrupalı müslüman
göçmen gençler arasındaki çekiciliği üzerine
Bugünlerde Avrupa’daki yaygın medyada Irak
ve Suriye’de DAİŞ çetelerine katılan Avrupalı müslüman göçmen gençlerin
hikâyeleri yayımlanıyor. DAİŞ’e katılıp cihatçılarla evlenmek için evden kaçan
genç göçmen kadınları, bir gazeteciyle konuşurken »ama, kafa kesme Kuran’da da
yazıyor« diyerek, tuhaf bir din algısına sahip gencin anlatımlarını veya sırf
zevk olsun diye rehinelere işkence yapan ve kusursuz Almanca, Fransızca veya
İngilizcelerinden Avrupa’dan geldikleri belli olan teröristlerin hikâyelerini
neredeyse her gün bir gazete sayfasında okumak olanaklı.
Peki, nasıl oluyor da üçüncü veya dördüncü
kuşaktan göçmenler, anadillerinden ziyade doğdukları ülkenin dilini konuşan,
muhtemelen ortaöğrenim veya lise öğrenimi görmüş, hatta üniversiteye başlamış
Avrupalı müslüman gençler DAİŞ vahşetini bu denli çekici bulabiliyor,
arkalarında tüm gemileri yakarak Irak veya Suriye’de savaşa katılabiliyorlar?
Avrupa gibi imtiyazlı bir coğrafyada doğup büyüyen bu genç insanları, göreceli
bir refah ortamındaki yaşamlarını terk edip Ortadoğu’yu kasıp kavuran bir terör
şebekesine katılmaya, »kafa kesmeye« gitmeye iten motivasyon nedir? Genç
kadınları dahi başka bir insana acı vermeye, koyun gibi insan kesmeye koşturan
nedenler ne olabilir?
Avrupa’daki yaygın basında bu soruların
yanıtlarını arayan ve bu »ani radikalleşmenin« nedenlerini sorgulayan analizler
de çokça yayımlanıyor. Ancak genellikle salt gözlemlerin ele alındığı,
sosyolojik kafa yormaların ötesine gidemeyen analizlerdeki kafa karışıklığı ve
nedenleri anlayamamanın getirdiği çaresizlik fazlasıyla dikkat çekiyor.
Genellikle Avrupa merkezci postkolonyalist bir dille kaleme alına böylesi
analizler, radikalleşmenin nedenlerini ortaya çıkartmaktan ziyade,
yüzeysellikten kurtulamıyor ve yaygın İslamofobik önyargıları besleyen bir
gerekçelendirme çerçevesinde sınırlı kalıyorlar. Henüz Avrupa’dan kaç kişinin
DAİŞ’e katıldığını belgeleyen empirik verilerin olmadığı bir durumda ve DAİŞ’in
ortaya çıkışının asıl nedenlerini sorgulamadan kaleme alınan analizlerden başka
da bir şey beklenemeyeceği malum.
El Kaide, El-Nusra cephesi ve DAİŞ gibi
cihatçı terör şebekelerinin, dünya piyasalarına ve enerji ile hammadde
kaynaklarına engelsiz ulaşım hedefiyle geliştirilen emperyalist stratejilerin
bir sonucu olduğu sayısız yazı ve belge ile kanıtlanmıştır. Bölge ülkelerinin
verdikleri egemenlik mücadelesinin, Arap dünyasındaki despotların iktidarlarını
koruma çabalarının ve emperyalist güçlerin bölgedeki politikalarının böylesi
terör şebekelerinin oluşmalarını, yayılmalarını ve etkinlik kazanmalarını
teşvik eden temel nedenler olduğu biliniyor. O açıdan DAİŞ’in, emperyalizmin öz
evladı ve BM hukukunu çiğneyerek Irak ve Suriye’de DAİŞ’e bomba yağdırmalarına
rağmen, başta ABD olmak üzere, AB, bölge ülkeleri ve NATO’nun DAİŞ vahşetinde
sorumluluk payı olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır.
Ancak bu tespitler, başlangıçta sorduğumuz
soruların yanıtlarını vermiyor. Bu yanıtları bulmak için önce Batı’ya ve
Müslümanların radikalleşmesine yol açan koşullara bir bakmak gerekiyor.
Değişen »düşman resmi«
1990 sonrası devinimler sadece reel
sosyalizmin yenilgisine ve kapitalizmin muharebeyi kazanmasına yol açmadı, aynı
zamanda neoliberalizmin ve militarizmin de dizginlerinden kurtulmasına neden
oldu. Ancak sosyalist sistemle olan rekabetin Avrupa işçi sınıfı hareketinin
haklar mücadelesini teşvik etmesiyle elde edilen kazanımların bir sonucu olan
Avrupa sosyal devlet anlayışı, neoliberal dönüşüme karşı toplumsal direnç
mekanizmalarını güçlü kıldığından, önce bu anlayışın yıkılması ve direnç
mekanizmalarının kırılması gerekiyordu. Bunun içinse yeni bir »düşmana« gereksinim
vardı. »Tarihin sonunun« ilân edildiği yıllarda Samuel P. Huntington’un
»Medeniyetler Çatışması«, Batı’nın yeni »düşman resmini« kurguluyordu: İslam.
Artık komünizm yerine İslam, Stalin yerine de Saddam Hüseyin Batı’yı tehdit
eden »düşman« hâline getirilmişlerdi.
Soğuk Savaş, kapitalizmin kendi kendisi
meşru kılmasının bir aracıydı aynı zamanda. Reel sosyalizmin yıkılmasıyla
kaybolan bu aracın yerine konan antitez İslam oldu. Ancak bu antitez eskisinden
daha radikaldi ve antisemitik gelenekleri köklü olan Batı Avrupa toplumlarının
fobileri, önyargıları ve refah şovenizmiyle örtüşmekteydi. Böylelikle İslam
sadece ideolojik bir antitez olarak değil, Batı’nın ve evrensel olduğu iddia
edilen Batı kimliğinin kültürel antitezi olarak algılanmaya başlandı. Nitekim
İslam’ın anti-Batı, anti-modern, hatta anti-medeniyet olduğu propagandasının
yolu açılmış oldu.
Kapitalist küreselleşmenin sosyal devleti
erozyona uğratması, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesinin Batı Avrupa
toplumlarında yol açtığı travma, bu propagandanın hakim görüş hâline gelmesine
ve göçmenlerin »yabancı unsurlar« olarak »ötekileştirilmelerine« yol açtı.
Irkçı, milliyetçi ve sağ popülist siyasi formasyonlar güç kazanmaya, neoliberal
uygulamalar meşrulaşmaya ve İslam karşıtı yaklaşımlar yaygınlaşmaya başladı. 11
Eylül 2001 saldırılarından sonra başlatılan »teröre karşı savaş« sayesinde de
müdahale savaşları, işgaller ve emperyalist yayılmacılık toplumsal meşruiyet
sağladı. Gerisi biliniyor.
Nefret diyalektiği
İslam düşmanlığı, ayırımcılık, dışlanma ve
»Batı’nın İslam dünyasına saldırısı« olarak algılanan emperyalist savaşlar,
Avrupa’da yaşayan Müslümanların kendilerini izolasyona çekmelerine ve tersinden
bir nefret geliştirmelerine neden oldu. »Gerçek İslam’ı« temsil iddiasında bulunan
ve söylemlerini antiemperyalist taleplerle zenginleştiren radikal cihatçı
örgütler, gizli servislerin ve Batı hükümetlerinin göz yumması ile kadro
kazanmaya ve Avrupa metropollerinde örgütlenmeye başladılar.
Radikal örgütlerin dünyanın farklı
bölgelerinde gerçekleştirdikleri »direniş«, terör eylemleri ve güçlü Batı’nın
(!) bunlarla »başa çıkamıyor« görüntüsü, kimlik arayışında olan göçmen
gençlerin sempatisi toplamaya başladı. İslam adına hareket iddiası,
Sünni-Müslüman olmayanların »ötekileştirilmesi«, hilafet romantizmi, sınırların
ve sınıf farklılıklarının olmadığı »ümmet kardeşliği« propagandası ve DAİŞ’in
kısa zamanda geniş bir bölgeyi kontrolü altına alması, Avrupa’da Müslüman
kimliği nedeniyle ayırımcılığa uğrayan, toplum dışında tutulan ve her geçen gün
nefreti daha çok artan göçmen gençlerinin hem radikalleşmelerine, hem de
kendisinin »egemen olduğu« yeni bir yaşam kurabileceği algısına yol açıyor.
DAİŞ’in alışılmadık vahşeti, ki bunu Hannah
Arendt’in »kötünün banalliği« tespiti ile bağlantılı görebiliriz, ezilmiş bir
kişiliğin »şeyleştirilen« ötekini artık »insan« olarak görmemesine
dayanmaktadır. DAİŞ, ezilmiş bir kişilik olan Avrupalı Müslüman genci, her
türlü medeni kuraldan kurtararak, Sünni olmayanlar üzerinde tahakküm kurma ve
»cennete girme« vaadiyle nefret ettiği Batı’ya »gününü gösterme fırsatını«
sunmaktadır. DAİŞ, aynı zamanda yoksun ve yoksul olanın eline »ruhani ve
dünyevi bir güç« verme vaadi ile çekicilik kazanmaktadır. Avrupa’dan DAİŞ’e
katılımların arkasında bu nefret diyalektiği yatmaktadır.
Kısacası, Avrupa’daki Müslüman gençlerin
radikalleşmesi »ani« bir olgu değil, mütemadiyen devam eden bir sürecin
sonucudur. Temel nedeni ise insanı insanlıktan çıkaran yabancılaştırmasıyla
kapitalist sömürü ve emperyalist saldırganlıktır. Bu perspektife dayanmayan
analizler, gerçek nedenlerin üstünü örtmekten başka bir işlev göremezler.