10 Eki 2014

»Ama, kafa kesme Kuran’da da yazıyor...

DAİŞ’in Avrupalı müslüman göçmen gençler arasındaki çekiciliği üzerine
Bugünlerde Avrupa’daki yaygın medyada Irak ve Suriye’de DAİŞ çetelerine katılan Avrupalı müslüman göçmen gençlerin hikâyeleri yayımlanıyor. DAİŞ’e katılıp cihatçılarla evlenmek için evden kaçan genç göçmen kadınları, bir gazeteciyle konuşurken »ama, kafa kesme Kuran’da da yazıyor« diyerek, tuhaf bir din algısına sahip gencin anlatımlarını veya sırf zevk olsun diye rehinelere işkence yapan ve kusursuz Almanca, Fransızca veya İngilizcelerinden Avrupa’dan geldikleri belli olan teröristlerin hikâyelerini neredeyse her gün bir gazete sayfasında okumak olanaklı.

Peki, nasıl oluyor da üçüncü veya dördüncü kuşaktan göçmenler, anadillerinden ziyade doğdukları ülkenin dilini konuşan, muhtemelen ortaöğrenim veya lise öğrenimi görmüş, hatta üniversiteye başlamış Avrupalı müslüman gençler DAİŞ vahşetini bu denli çekici bulabiliyor, arkalarında tüm gemileri yakarak Irak veya Suriye’de savaşa katılabiliyorlar? Avrupa gibi imtiyazlı bir coğrafyada doğup büyüyen bu genç insanları, göreceli bir refah ortamındaki yaşamlarını terk edip Ortadoğu’yu kasıp kavuran bir terör şebekesine katılmaya, »kafa kesmeye« gitmeye iten motivasyon nedir? Genç kadınları dahi başka bir insana acı vermeye, koyun gibi insan kesmeye koşturan nedenler ne olabilir?
Avrupa’daki yaygın basında bu soruların yanıtlarını arayan ve bu »ani radikalleşmenin« nedenlerini sorgulayan analizler de çokça yayımlanıyor. Ancak genellikle salt gözlemlerin ele alındığı, sosyolojik kafa yormaların ötesine gidemeyen analizlerdeki kafa karışıklığı ve nedenleri anlayamamanın getirdiği çaresizlik fazlasıyla dikkat çekiyor. Genellikle Avrupa merkezci postkolonyalist bir dille kaleme alına böylesi analizler, radikalleşmenin nedenlerini ortaya çıkartmaktan ziyade, yüzeysellikten kurtulamıyor ve yaygın İslamofobik önyargıları besleyen bir gerekçelendirme çerçevesinde sınırlı kalıyorlar. Henüz Avrupa’dan kaç kişinin DAİŞ’e katıldığını belgeleyen empirik verilerin olmadığı bir durumda ve DAİŞ’in ortaya çıkışının asıl nedenlerini sorgulamadan kaleme alınan analizlerden başka da bir şey beklenemeyeceği malum.
El Kaide, El-Nusra cephesi ve DAİŞ gibi cihatçı terör şebekelerinin, dünya piyasalarına ve enerji ile hammadde kaynaklarına engelsiz ulaşım hedefiyle geliştirilen emperyalist stratejilerin bir sonucu olduğu sayısız yazı ve belge ile kanıtlanmıştır. Bölge ülkelerinin verdikleri egemenlik mücadelesinin, Arap dünyasındaki despotların iktidarlarını koruma çabalarının ve emperyalist güçlerin bölgedeki politikalarının böylesi terör şebekelerinin oluşmalarını, yayılmalarını ve etkinlik kazanmalarını teşvik eden temel nedenler olduğu biliniyor. O açıdan DAİŞ’in, emperyalizmin öz evladı ve BM hukukunu çiğneyerek Irak ve Suriye’de DAİŞ’e bomba yağdırmalarına rağmen, başta ABD olmak üzere, AB, bölge ülkeleri ve NATO’nun DAİŞ vahşetinde sorumluluk payı olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır.
Ancak bu tespitler, başlangıçta sorduğumuz soruların yanıtlarını vermiyor. Bu yanıtları bulmak için önce Batı’ya ve Müslümanların radikalleşmesine yol açan koşullara bir bakmak gerekiyor.
Değişen »düşman resmi«
1990 sonrası devinimler sadece reel sosyalizmin yenilgisine ve kapitalizmin muharebeyi kazanmasına yol açmadı, aynı zamanda neoliberalizmin ve militarizmin de dizginlerinden kurtulmasına neden oldu. Ancak sosyalist sistemle olan rekabetin Avrupa işçi sınıfı hareketinin haklar mücadelesini teşvik etmesiyle elde edilen kazanımların bir sonucu olan Avrupa sosyal devlet anlayışı, neoliberal dönüşüme karşı toplumsal direnç mekanizmalarını güçlü kıldığından, önce bu anlayışın yıkılması ve direnç mekanizmalarının kırılması gerekiyordu. Bunun içinse yeni bir »düşmana« gereksinim vardı. »Tarihin sonunun« ilân edildiği yıllarda Samuel P. Huntington’un »Medeniyetler Çatışması«, Batı’nın yeni »düşman resmini« kurguluyordu: İslam. Artık komünizm yerine İslam, Stalin yerine de Saddam Hüseyin Batı’yı tehdit eden »düşman« hâline getirilmişlerdi.
Soğuk Savaş, kapitalizmin kendi kendisi meşru kılmasının bir aracıydı aynı zamanda. Reel sosyalizmin yıkılmasıyla kaybolan bu aracın yerine konan antitez İslam oldu. Ancak bu antitez eskisinden daha radikaldi ve antisemitik gelenekleri köklü olan Batı Avrupa toplumlarının fobileri, önyargıları ve refah şovenizmiyle örtüşmekteydi. Böylelikle İslam sadece ideolojik bir antitez olarak değil, Batı’nın ve evrensel olduğu iddia edilen Batı kimliğinin kültürel antitezi olarak algılanmaya başlandı. Nitekim İslam’ın anti-Batı, anti-modern, hatta anti-medeniyet olduğu propagandasının yolu açılmış oldu.
Kapitalist küreselleşmenin sosyal devleti erozyona uğratması, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesinin Batı Avrupa toplumlarında yol açtığı travma, bu propagandanın hakim görüş hâline gelmesine ve göçmenlerin »yabancı unsurlar« olarak »ötekileştirilmelerine« yol açtı. Irkçı, milliyetçi ve sağ popülist siyasi formasyonlar güç kazanmaya, neoliberal uygulamalar meşrulaşmaya ve İslam karşıtı yaklaşımlar yaygınlaşmaya başladı. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra başlatılan »teröre karşı savaş« sayesinde de müdahale savaşları, işgaller ve emperyalist yayılmacılık toplumsal meşruiyet sağladı. Gerisi biliniyor.
Nefret diyalektiği
İslam düşmanlığı, ayırımcılık, dışlanma ve »Batı’nın İslam dünyasına saldırısı« olarak algılanan emperyalist savaşlar, Avrupa’da yaşayan Müslümanların kendilerini izolasyona çekmelerine ve tersinden bir nefret geliştirmelerine neden oldu. »Gerçek İslam’ı« temsil iddiasında bulunan ve söylemlerini antiemperyalist taleplerle zenginleştiren radikal cihatçı örgütler, gizli servislerin ve Batı hükümetlerinin göz yumması ile kadro kazanmaya ve Avrupa metropollerinde örgütlenmeye başladılar.
Radikal örgütlerin dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleştirdikleri »direniş«, terör eylemleri ve güçlü Batı’nın (!) bunlarla »başa çıkamıyor« görüntüsü, kimlik arayışında olan göçmen gençlerin sempatisi toplamaya başladı. İslam adına hareket iddiası, Sünni-Müslüman olmayanların »ötekileştirilmesi«, hilafet romantizmi, sınırların ve sınıf farklılıklarının olmadığı »ümmet kardeşliği« propagandası ve DAİŞ’in kısa zamanda geniş bir bölgeyi kontrolü altına alması, Avrupa’da Müslüman kimliği nedeniyle ayırımcılığa uğrayan, toplum dışında tutulan ve her geçen gün nefreti daha çok artan göçmen gençlerinin hem radikalleşmelerine, hem de kendisinin »egemen olduğu« yeni bir yaşam kurabileceği algısına yol açıyor.
DAİŞ’in alışılmadık vahşeti, ki bunu Hannah Arendt’in »kötünün banalliği« tespiti ile bağlantılı görebiliriz, ezilmiş bir kişiliğin »şeyleştirilen« ötekini artık »insan« olarak görmemesine dayanmaktadır. DAİŞ, ezilmiş bir kişilik olan Avrupalı Müslüman genci, her türlü medeni kuraldan kurtararak, Sünni olmayanlar üzerinde tahakküm kurma ve »cennete girme« vaadiyle nefret ettiği Batı’ya »gününü gösterme fırsatını« sunmaktadır. DAİŞ, aynı zamanda yoksun ve yoksul olanın eline »ruhani ve dünyevi bir güç« verme vaadi ile çekicilik kazanmaktadır. Avrupa’dan DAİŞ’e katılımların arkasında bu nefret diyalektiği yatmaktadır.

Kısacası, Avrupa’daki Müslüman gençlerin radikalleşmesi »ani« bir olgu değil, mütemadiyen devam eden bir sürecin sonucudur. Temel nedeni ise insanı insanlıktan çıkaran yabancılaştırmasıyla kapitalist sömürü ve emperyalist saldırganlıktır. Bu perspektife dayanmayan analizler, gerçek nedenlerin üstünü örtmekten başka bir işlev göremezler.