Eylül sonunda »Kent merkezini aşk ve barış
ile işgal et« başlığı altında ve »daha fazla demokrasi« iddiası ile Hong
Kong’da yaklaşık on bin kişinin katıldığı eylemler başladı. Batı medyası eylemlere
hemen »Şemsiye Devrimi« adını taktı ve Çin yönetiminin çaresiz kaldığını yazdı.
»Occupy« hareketlerine atıfta bulunan bu eylemler, Batı Avrupa’daki kimi sol
gruplarınca ilgi ve destekle karşılandı. Peki, bu eylemler sahiden solun
desteğini hak ediyorlar mı?
1997’de Britanya’nın Çin Halk
Cumhuriyeti’ne geri verdiği kent, iktisadi ve sosyal açıdan imtiyazlı bir
bölge. Britanya’nın sömürgesi altında gelişen Hong Kong burjuvazisinin en
önemli pazarı ise Çin. Kent yönetimi bu burjuvazinin elinde. Özel idare alanı
statüsünde olan Hong Kong uzun süre dünyanın en önemli ekonomi merkezleri
arasındaydı. Ancak Çin’de gerçekleştirilen ekonomik liberalleşme Şanghay,
Dailan ve Guangşu gibi liman kentleri ile, Pekin borsasının öne geçmesine neden
oldu. Hong Kong’daki yaşam standardı ise bu kentlerdekinin gerisine düştü.
Diğer yandan Pekin, Britanya ile yaptığı
antlaşma gereğince 2017’de yapılacak olan seçimler için yasa değişikliği yaptı.
Batı medyası, Çin yönetiminin bu kararının protestolara neden olduğunu iddia
ediyor. Ancak bu protestoların Çin’i kuşatma çabaları ve Pasifik bölgesindeki
gelişmelerle ilintili olduğuna pek değinmiyor.
Yaklaşık on milyon nüfusa sahip Hong
Kong’da on bin öğrencinin Çin’in genelinde bir ayaklanmaya neden olabileceği
beklentisi pek gerçekçi olmasa da, olayların Çin yönetimi üzerindeki baskıyı
artırması muhtemel. Ama buna rağmen, bu olayları başlatan harekete yakından
bakmakta yarar var.
Bir kere Hong Kong protestocularını
dünyanın diğer yerlerindeki »Occupy« hareketlerinden ayıran en önemli özellik,
Hong Kong’dakilerin neoliberal ideolojiye karşı olmamaları. Aksine, hareket
verili kapitalist ilişkilere karşı çıkmamakta ve çoğunluğu »imtiyazlarını«
kaybetmek istemeyen refah şovenistlerinden oluşmaktadır. Diğer yandan seçim
yasasında yapılan değişiklikler Hong Kong’da ilk kez burjuva demokrasisi
anlamında demokratik seçimlerin yapılmasını sağlayacak. Protestocuların sözcüsü
ve Batı medyasının politik star hâline getirmeye çalıştığı Joshua Wong’un ifade
ettiği temel talepler, »komünizme karşı olmak« ve »Çin’e ait olmamaktan«
ibaret. Wong’un Batı medyasında bildirildiği gibi, Macao’daki lüks otellerde
sürekli olarak ABD tarafından finanse edilen »Hong Kong America Center« adlı
sözde düşünce kuruluşu ile sıkı görüşmeler sürdürdüğü, bu kuruluşun okullar ve
üniversitelerdeki öğrenim planlarını belirlediği ve Batılı STÖ’lerin desteğini
aldığı düşünülürse, Hong Kong’daki »Occupy« hareketinin, aynı Ukrayna’daki
»Protakal Devrimi« ve İran’da geliştirilmeye çalışılan »liberal yeşil devrim«
gibi kimin çıkarına kurgulandığı görülebilir.
Kuşkusuz solcuların Çin’deki iktisadi,
toplumsal ve siyasi gelişmelerle ilgili yapacakları çokça eleştiri var. Ama
sömürge yönetimi altındaki durumu »demokrasi« diye ifade eden, Hong Kong
burjuvazisinin çıkarlarına tercüman olan, neoliberal ideolojiyi ve kapitalist
üretim tarzını savunan ve refah şovenisti talepleri yükselten bir hareketi,
»demokratik« ve sol tarafından desteklenmesi gereken bir toplumsal hareket
olarak görmek için hiç bir neden yok. Çin yönetimine yönelik tüm eleştiriler
saklı kalmak şartıyla, komünistlerin ve sosyalistlerin yapması gereken, Hong
Kong’daki gelişmeleri diyalektik analiz ve tarihsel maddecilik temelinde
değerlendirmektir. Burjuva demokrasisinin her zaman burjuvazinin sınıf
egemenliğinin bir aracı olduğunu unutmadan.