»Çözüm süreci« ve Kobanê
tartışmalarındaki yanılgılar üzerine
Sırrı Süreyya Önder’in , Nuray Mert ve
Hasan Cemal’e yanıt olarak Radikal gazetesinde
yayınlanan yazısı sağlam bir eleştiriyi hak ediyor. Ancak Nuray Mert’in Diken dergisinde haklı olarak yazdığı
gibi, Önder’in asıl sorulara yanıt vermemesi nedeniyle ve ikinci bir yazıyla bu
soruları yanıtlayacağı varsayımından hareketle, yazılanlara yönelik
görüşlerimizi sonraya bırakmak durumundayız.
Gene de bir iki laf söylemeden
edemeyeceğiz: Sevgili milletvekilimize ilk önerimiz, »barış teorisyenliğine«
soyunmaktan imtina etmesidir. Savaş ve barış üzerine, hatta »iyi« savaş ve
»kötü« barışın elbette olabileceğine dair hayli büyük bir külliyat var. İyi
niyetle, salt söylemlere dayanarak teori kurgulanamaz. Tarihsel koşulları ve
maddi şartları kaale almadan ve egemenlerin söylemlerine göre yapılan
analizlerin yanılgı payı çok yüksek olur. Savaş ve barış, kişisel arzulara veya
iyi ve güzel olacağı düşünülenlere göre değil, somut koşullara, güç
ilişkilerine ve çıplak çıkarlara göre şekillenirler. Bir savaşın veya bir
barışın »iyi« mi, yoksa »kötü« olarak mı değerlendirileceği, savaşın veya
barışın hangi çıkarlara yaradığına göre ve o çıkarların sahipleri tarafından
belirlenir. Dünya görüşümüze göre ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluşuna yol
açan bir savaş veya bir barış »iyidir«, aksi ise »kötü«. Bu, işin bir yanıdır.
Diğer yanı ise, ezilen ve sömürülenleri
temsil iddiasında bulunan siyasetçiler için belirleyici olan, eleştiriyi yapan
kişi veya kişilerin özel konumları falan değil, eleştirinin içeriğidir.
Bilhassa vicdani davrandıklarını ve mağdurun yanında durduklarını
kanıtlamalarına gerek olmayan entelektüel çevrelerden gelen eleştirileri –
yanlış, hatta incitici olduğu düşünülse dahi - »aşağıdan, yukarıdan« biçiminde kişiselleştirmek, önce
eleştirileni, ardından eleştiri konusunu ciddiyetsiz kılar. Hele hele »isyanın siyasetini ve diplomasisini«
yapanların sorumluluğu, kendilerine yöneltilen eleştirileri »daha adil ve dikkatli olunmalı«
yaklaşımıyla karşılık vermelerine izin vermeyecek derecede büyüktür. Kaldı ki,
bir entelektüelin görevinin doğru bulduğunu söylemek ve eleştiri yapmak olduğu
da unutulmamalıdır.
Bu nedenle eleştiri ve özeleştiri
mekanizması bir »üslup meselesi« olarak görülmemelidir. Entelektüel eleştiri,
eleştirilenin canını acıtsa da, duygusallığa yol açmamalıdır. Eleştirileri
toplumsal dayanağı olan kaygıların ifadesi olarak görmek, anlamaya çalışmak ve
genelleme yapmadan yanıtlamaya çaba göstermek gerekmektedir. Eleştirilere yanıt
verilirken yapılan genellemelerin yeni eleştirilere yol açacağı
unutulmamalıdır. Verdiği mücadelesine, yaptığı parlamenter çalışmalara,
gösterdiği özveriye ve tutarlı duruşuna her zaman saygı duyduğumuz Sırrı Süreyya
Önder’in üstlendiği sorumluğun hakkını verecek biçimde gerekli yanıtları
vereceğine inanıyoruz. Görüşlerimizi ondan sonra kaleme alacağız.
Önce kafa karışıklığından
kurtulmak lazım
Gerek »çözüm süreci« olarak nitelendirilen
müzakereler, gerekse de Kobanê direnişi çerçevesinde yürütülen tartışmalara
bakıldığında, kafa karışıklıklarının ve duygusal yaklaşımların hayli yaygın
olduğu tespit edilebilir. Örneğin bir taraftan Kobanê direnişine sahip çıkan
sokağa yönelik devlet terörüne lanet okunurken, hemen akabinde devlet terörünü
bizzat onaylayan karar vericilerin taktik olduğu belli olan söylemlerine
bakarak, »sokağın ehlileştirilmesi« olarak anlaşılabilecek tavırlar
sergilenebilmekte, »çözüm istiyorsak, AKP iktidarda kalmalıdır« yaklaşımı
gösterilebilmektedir. Sadece bu örnek, kafa karışıklığının HDP milletvekilleri
arasında ne denli yaygın olduğunu kanıtlamaktadır.
Halbuki bilimsel, soyutlayıcı ve tarihsel
koşulları, maddi şartları, güç dengelerini, sınıfsal çıkar farklılıklarını,
iktidar ve mülkiyet ilişkilerini ve uluslararası stratejileri temel alan
küresel bir bakışa dayanan bir analiz, Türkiye ve Kürdistan’ın merkezinde
bulunduğu coğrafyanın karmaşık durumunu açıklamaya yardımcı olacaktır. Sakın
HDP’li milletvekillerimiz »bunu biz de biliyoruz demesinler«, yoksa biri çıkıp,
»e o zaman niye uygulamıyorsunuz?« diyebilir. Kapalı kapılar ardında yürütülen
ve komplo teorilerine hayli açık görüşmelerin bir çok kesimde soru işaretlerine
yol açtığı bir ortamda bilimsel analize dayanmayan siyasi stratejilerin yol açabileceği
hataların ne denli büyük olacağı unutulmamalıdır.
Meramımızı örnekleyerek somutlayabilmek
için, analizlerinin ciddiye alınması gerektiğini düşündüğümüz bir yazar
arkadaşımızın tespitlerini ele almalıyız. Araştırmalarıyla dikkatimizi çeken
Dr. Mustafa Peköz, 24 Ekim 2014 tarihinde sendika.org sitesinde »Ortadoğu’da
yeni güç dengeleri: Kobani öncesi ve sonrası« başlıklı bir yazı yayınladı.
Peköz, yazının sonunda altı noktada tespitlerini özetliyor. Bunları yukarıda
belirttiğimiz biçimde teker teker irdeleyelim. Peköz’ün birinci tespiti şöyle:
»Türkiye, Ortadoğu’da bir kere daha kaybetti.
Oluşan yeni dengelerde Türkiye bulunmuyor. Kaybeden devlet, gün birlik
politikalarla kendisine alan açma çalışsa da sürecin dışında kalıyor. Erdoğan,
‘Kobani düştü düşecek’ diyerek IŞİD’in zafer kazanmasını çok istedi, ama bu kez
de olmadı. Tıpkı ‘Esad, iki ayda gidecek’ dediği gibi.«
Peköz, »Türkiye,
Ortadoğu’da bir kez daha kaybetti« diyor. Sahiden öyle mi? Bir kere hiç bir
kapitalist devlet stratejilerini »günü birlik politikalarla« belirlemez. »Günü
birlik« gibi görünen, uzun vadeli stratejilerin, duruma göre gerileyerek
konsolide edilen taktiksel adımlarıdır. Türkiye’nin »sürecin dışında« kaldığını
gösteren bir emare yok. Çünkü, birincisi, Türkiye NATO üyesidir ve NATO’nun
ortaklaşa aldığı kararlara göre hareket eder. İkincisi, »kaybeden devlet« henüz
tüm olanaklarını kullanmamıştır ve hâlen bölgesel güç olarak tanımlanabilecek,
modernize edilmiş ve küresel operasyon yetisi olan silahlı güçlere sahip ve
müttefiklerinin vazgeçemeyeceği stratejik konumu olan bir devlettir. Nitekim
üçüncüsü, Türkiye Avrupa’ya giden enerji taşıyıcılarının en önemli nakliyat
hatlarının bulunduğu ve Batının »enerji güvenliğine« katkı sağlamakla mükellef
kılınan bir devlettir. Bu nedenle Türkiye, her zaman emperyalist plan ve
stratejilerin değişmez bir parçası olacaktır.
AKP hükümeti ile ABD veya AB yönetimleri
arasında olan çelişkiler ve kimi çıkar farklılıkları, bu gerçeği
değiştirmemektedir. Kaldı ki, »Türkiye
sürecin dışında kaldı« çıkarsaması, Türkiye’nin »yanlış«, ABD ve AB’nin ise
»doğru« siyaset izledikleri düşüncesini telkin etmektedir. Bu ise külliyen
yanlıştır. Türkiye burjuvazisinin, yani farklı sermaye fraksiyonlarının temel
çıkarları ile ABD ve AB burjuvazilerinin temel çıkarları öz itibariyle
örtüşmektedir.
Bununla birlikte Erdoğan’ın Kobanê’nin düşmesini ve »IŞİD’in zafer kazanmasını« çok istediğini söylemek, önemli bir
yanılgıya yol açmaktadır. Sadece AKP hükümeti değil, ABD’si, AB’si ve Irak
Kürdistan Bölgesel Yönetimi dahil bölgesel güçleriyle herkes hesabını DAİŞ
çetelerinin Kobanê’yi kısa zamanda düşüreceği üzerine yapmıştı. Özünde kriminal
bir organizasyon, İslam’ı kendi talan ekonomisine kisve olarak kullanan bir
taşeron suç şebekesi olan DAİŞ’in Kobanê’ye saldırması ve ele geçirmeye
çalışması, Rojava Devriminin kazanımlarının egemenlerin çıkarları ile temelden
çeliştiği içindir. Asıl mesele Erdoğan’ın, DAİŞ teröristlerinin veya
emperyalist ülke yöneticilerinin »kötü insanlar« olup olmadıkları değil,
adımlarını jeostratejik, jeoekonomik ve jeopolitik çıkarlarına göre atmakta
olduklarıdır. Yapılan tüm hesaplar, Rojavalı yoksulların devrimlerine sahip çıkarak,
olağan üstü bir direniş göstermeleri nedeniyle bozulmuştur. Ama bu gerçek, yeni
hesapların yapılmadığı anlamına gelmemektedir. Aksine, sadece Kobanê değil,
Rojava değil, Rojava Devriminin şimdiki ve gelecekteki olası tüm kazanımları çok
daha büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Ortadoğu üzerindeki uzun vadeli
planları bilinen emperyalist güçler bozulan hesapların yerine, yeni hesaplar
koymakta, farklı senaryolar üzerine çalışmaktadırlar. Ve Türkiye, AKP
hükümetine rağmen, bölgede uygulamaya sokulacak her senaryoda başrollerden
birisini oynama yetisine sahip olan bir aktördür. AKP hükümetinin siyasî
hatalarına ve geri adım atmaya zorlanmasına bakarak, »Türkiye sürecin dışında kalıyor« tespitini yapmak, bu gerçeği
görmemektir.
Büyük resme bakmadan olmaz
Peköz’ün birinci noktadaki tespiti,
yazısının bütününde bir kırmızı çizgi gibi yer alan başka bir tespite
dayanmaktadır. Bunu da yazının ilk cümlesinde okumak olanaklı: »Kobani savaşı, Ortadoğu’nun geleceğini
belirleyen, toplumsal dinamiklerin ve bölgesel stratejilerin bir bakımdan
yeniden çizileceği bir süreç olarak kabul görüyor.« Bu ana fikir hayli
sorunlu, sorunlu olduğu kadar da yanlıştır. Kobanê savaşı Ortadoğu’nun
geleceğini belirleyen bir süreç değil, sadece bir sonuçtur. Çünkü Ortadoğu’nun
geleceğini belirleyen asıl süreç, ABD’nin Pasifik’e yönelme stratejisidir.
7 Şubat 2014 tarihinde yayınladığımız »Pasifik’te hegemonya savaşları« başlıklı yazıda şu sonuca varmıştık,
anımsatalım:
»ABD’nin bu stratejik yönelimi doğal olarak
Kürdistan ve Türkiye’nin merkezinde bulunduğu coğrafyayı doğrudan etkileyecek.
Etkileyecek, çünkü bu stratejik yönelim aynı zamanda Ortadoğu’daki dengelerin
değişmesine neden olabilecek bazı adımları içermektedir. Bunların başında 5+1
grubu ile İran arasındaki nükleer program konusunda varılan uzlaşı ve bu
çerçevede belirli bir ABD-İran yakınlaşması gelmekte, ki Washington’daki kimi
strateji uzmanı bu uzlaşının ABD ve İran arasında uzun vadede stratejik
yakınlaşma politikasına dahi yol açabileceğini tahmin etmektedir.
(...) Askerî ağırlığını Pasifik’e kaydırmayı
planlayan ABD açısından İran ile varılan nükleer program uzlaşısı hayli önem
taşıyor. Orta vadede bölgedeki askerî varlığını en aza indirgeyerek, görevi ›stratejik
partnerlerine‹ bırakmayı isteyen ABD açısından, Suudi despotları ile Körfez
emirlerinin körüklediği bir Sünnî-Şiî çatışması istenilen ›istikrarı‹ tehlikeye
düşürecek bir gelişme olduğundan, ABD’nin işine gelmiyor.
Buna karşın İsrail ve Suudiler hayli kaygılı.
İsrail hâlâ İran’ın nükleer silaha sahip olma iradesinden vazgeçmediği
görüşünde ve Tahran’ın güçlenmesinin kendi askerî üstünlüğünü tehlikeye
düşüreceğini biliyor. Suudiler ise, bölgedeki jeopolitik trendlerin kendi iktidarlarını
tehlikeye düşürebileceği ve özellikle iç politikada ciddi ihtilaflarla
karşılaşacaklarından kaygı duyuyorlar. Diğer yandan öğrenimi yüksek 80
milyonluk bir nüfusa sahip olan İran’ın zengin doğal gaz ve petrol
kaynaklarıyla bölgede hiç küçümsenmeyecek bir güç potansiyelini elinde tuttuğu
da şüphe götürmez.
Kısacası, ABD’nin uzun vadeli küresel planları orta
vadede Ortadoğu’da güç dengelerinin değişmesine neden olacak. Bunu engellemek
isteyen güçler ise, ki tarihlerine baktığımızda neler yapabileceklerini
görebiliriz, Ortadoğu’yu ateşe atmaktan çekinmeyebilirler. Öyle ya da böyle,
Kürdistan ve Türkiye’de siyaset yapmak isteyen her formasyon kafasını önündeki
›tabaktan‹ kaldırmak ve etrafına iyice bakmak zorundadır. Küresel stratejileri
değerlendirmeden, salt kendi sınırları içerisinde siyaset geliştirmeye
çalışmak, her türlü hesabın geçersiz kılınacağını kabullenmekle eş anlamlı
olacaktır. Unutulmamalı: Pasifik’te suların ısınması, Ortadoğu’da yangın
çıkmasına yeterli olabilir!«
Bu uzun alıntıyı, Peköz’ün yazısında dikkat
çeken, ama aynı zamanda yaygın bir kanı olduğuna inandığımız temel yanılgının
altını çizmek için yaptık. Burada şunu da itiraf etmeliyiz: Şubat ayında
yaptığımız tahminlerin bu kadar kısa bir sürede gerçekleşebileceğini açıkçası beklemiyorduk.
Bu da bizim yanılgımız oldu.
Şimdi, tekrar konuya dönecek olursak;
Ortadoğu’nun şu anki durumuna baktığımızda gördüklerimiz şunlardır: Ortadoğu
yangın yerine dönmüş, her türlü hesap geçersiz kılınmış durumda. ABD ve İran,
Irak merkezi hükümetindeki değişikliği birlikte sağlayarak, belirli bir
istikrarı yakalamışken, Suudi Arabistan, Körfez despotları ve Türkiye’nin maddi,
lojistik ve siyasî desteğini alan DAİŞ bu istikrarı tehlikeye sokuyor. Esad
rejimi hâlâ ayakta ve düşecek gibi görünmüyor. Suudiler İsrail’le yakınlaşarak
Müslüman Kardeşler geleneğini tasfiye ediyor, ama Katar ve Türkiye’nin direnişi
ile karşılaşıyorlar. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) »bağımsız ulus
devlet« kurma planlarını sürdürüyor, ama gerek Irak merkezi hükümetinin
kurulması, gerekse de DAİŞ saldırıları nedeniyle bağımsızlık referandumunu
»şimdilik« ertelemek zorunda kalıyor. Küresel çapta askerî operasyon yapma ve
müdahale savaşı yürütme yetisine henüz yeterince sahip olamayan AB, ABD’nin BM
Şartı’nı çiğneyerek kurduğu sözde »Anti-İD-Koalisyonunu« destekliyor ve
koalisyon Suriye ve Irak’ta DAİŞ mevzilerini bombardımana tutuyor. Ancak toplam
hava saldırılarının 5’te birini Kobanê’yi kuşatan DAİŞ güçlerine yönelterek,
Rojavalıları kendisine biat ettirmeye çalışıyor. Bununla birlikte ABD, IKBY’den
Güney Kürdistan’da, Kosova’daki »Camp Bondsteel« benzeri bir üs kurmak için
izin alıyor, AKP hükümetini hizaya çekiyor. Katar ve Türkiye ise ÖSO’nun
Kobanê’ye gitmesini sağlamaya ve koalisyonu Esad rejimini yıkmayı asıl görev
olarak görmeye ikna etmeye çalışıyorlar. Ve yoksul Kobanê’liler direniyor, hem
de beklenmedik bir biçimde. Kuzey Kürdistan Kobanê’ye sahip çıkıyor, Türkiye
sokakları protestolara sahne oluyor. Türkiye kendi sınırları içerisinde
»güvenli bölge« kurma çabasına girer ve PKK güçlerini bombalarken, »süreç«
tartışmaları hızlanıyor, AKP hükümeti Kürt sokağını »Kürt polisleri« ile
ehlileştirme çabasına giriyor. Çelişkiler derinleşiyor, dengeler sallanıyor,
yangın hızla yayılıyor.
ABD politika değişikliğine mi
gidiyor?
Kobanê direnişi ile Kürdistan, Türkiye ve
Avrupa sokaklarında direnişe sahip çıkan kitlesel protestolar ve bunların Batı
kamuoyundaki algıyı değiştirmesi, her ne kadar ABD’ni taktik değiştirmeye
zorlasa da, Kürt kamuoyu içerisinde yaygın bir kanı olduğu görülen »politika
değişikliği« kesinlikle söz konusu değildir. ABD açısından, aslında tüm
emperyalist güçler ve bölge egemenleri açısından Rojava, demokratik özyönetimi
ile bir »stratejik düşman«, planları tehlikeye sokan bir engeldir. Doğru, bir
ölüm kalım mücadelesi veren YPG ve YPJ güçleri açısından koalisyonun Kobanê’yi
kuşatan DAİŞ mevzilerine sınırlı sayıda hava saldırısı gerçekleştirmesi, Kobanê
direnişine nefes aldırmış, moralleri yükseltmiştir. Kenti savunan öz savunma
birlikleri için, DAİŞ çetelerinin başlarına kimin bombasının düşeceği önemli
değildir. Gerek siyasî öncü PYD’den, gerekse de YPG/YPJ komutanlığından gelen
açıklamalar, reel durumun »stratejik düşmanla, taktiksel işbirliği« yapılmasını
dayattığını göstermektedir. Bu, bir zorunluluktur ve bu nedenle PYD, YPG ve YPJ
her türlü eleştiriden muaftır. Bu zorunluluk nedeniyle Rojavalılara
»emperyalizmin dümen suyuna girdiler« suçlamasını veya »Kobanê siyaseten
düşmüştür« tespitini yapanlar, ulusalcılar ve nasyonal bolşevik şarlatanlardır.
Ancak bu gerçek, çoğu yorumcu gibi Peköz’ün
de yanılmadığı anlamına gelmiyor. Peköz şöyle devam ediyor (dördüncü ve altıncı
tespitlere sonra değineceğiz):
»İkincisi, ABD, IŞİD’i ‘terörist’ ilan ederken,
Erdoğan ‘IŞİD neyse PKK de odur’ diyerek ABD’nin politikasını onaylamadığını
ifade etti. ABD, PYD’yi ‘terörist görmüyoruz’ mesajıyla PKK’ye yönelik politika
değişikliğine gideceğinin işaretini verdi. Erdoğan buna karşılık: ‘PKK de, PYD
de terörist’ dedi. ABD ise, YPG’ye askeri yardımda bulunarak, Türkiye’ye yanıt
verdi.
Üçüncüsü, ABD ve AB, IŞİD’e karşı mücadeleyi,
gerilla savaşında oldukça başarılı olan HPG-YPG’yi değerlendirmek istiyor.
YPG’ye Koalisyon güçlerinin komuta kademesinde yer vermesi, önümüzdeki savaşın
YPG-HPG üzerinde yürütüleceğine dair işaretlerden biridir.
(...) Beşincisi, IŞİD’in Kobani’ye yönelik çok
kapsamlı saldırısında ABD merkezli uluslararası güçlerle PYD arasında zorunlu
bir ittifak oluştu. Bu konjonktürel koşulları ortaya çıkardığı fiili bir
durumdur.«
Üç tespitte belirgin olan okuma, asıl arka
planı dikkate almayan ve maddi temelleri olmayan bir tasavvura dayanmaktadır.
Önce »terörist ilan etme« meselesine değinelim. Gerek ABD’nin, gerekse de
AB’nin DAİŞ’i »terörist örgüt« olarak ilân etmeleri, DAİŞ vahşetinden ürken
Batı kamuoyunda değişen algılara, bu algıların reel siyaset üzerindeki
baskılarına ve önceki hesapların Kobanê direnişi nedeniyle bozulmasına
dayanmaktadır. ABD’nin PYD’yi »terörist örgüt« olarak görmemesi, PYD’nin henüz
»listede« yer almaması nedeniyledir ve bu söylem ile PKK ve PYD’nin ABD’ne biat
etmeleri gerektiğini vurgulanmaktadır. Burada ABD’nin »PKK’ye yönelik politika değişikliğine gideceğinin işaretini«
gösteren herhangi bir emare yok. Aksine, PKK hâlâ »terörist örgütler«
listesindedir ve örneğin Almanya’nın PKK yasağını kaldırmaya hiç niyeti yoktur.
ABD’nin YPG güçlerine gönderdiği hafif silahlar ve cephane – ki bunlar ABD’nin
değil, Irak Kürdistanı’ndan gönderilen silahlardır – ile hava saldırıları
Türkiye’ye verilen bir yanıt olarak değil, Kürt Özgürlük Hareketine »bana biat
edersen, yardım ederim« sinyali olarak okunmalıdır. Ayrıca YPG’ye koalisyon
güçlerinin »komuta kademesinde yer«
verilmemiştir. Komuta kademesinde sadece YPG ile ilişkiye geçip, DAİŞ
mevzilerinin koordinatlarını veren bir kişi bulunmaktadır. Hava saldırıları bu
koordinatlara göre yapılmaktadır ve bunun haricinde YPG’nin komuta kademesinde
karar mekanizmalarına katılması söz konusu değildir. Öyle olsa idi, DAİŞ
çeteleri çoktan Kobanê’den def edilmişlerdi.
ABD’nin gerçekleştirdiği hava saldırılarının
taktiksel olduğunu ve bir sinyal olarak okunması gerektiğini, saldırıların
yoğunluk derecesinden ölçebiliriz. YPG’nin verdiği koordinatlara günde en fazla
15 hava saldırısı yapılmıştır. 2001 Afganistan savaşında yapılan günlük hava
saldırısının sayısı ise 200’dü. Birinci Körfez Savaşında günde 3.000 hava
saldırısı gerçekleştirilmişti. Tek başına ABD’nin askerî gücü ile toplamda
31.000 çete üyesine sahip olan DAİŞ’i yok etme yeteneğinde olduğunu burada
ayrıca vurgulamaya gerek yok. O açıdan kısmi hava saldırılarının YPG/YPJ
güçlerine belirli aralıklarla nefes aldıran, ama özünde Rojava’nın boğulmasını
amaçlayan adımlar olduğu tespit edilmelidir.
ABD’nin asıl hedefi, Peköz’ün vurguladığı
gibi, »IŞİD’e karşı (...) HPG-YPG’yi
değerlendirmek« değil, Rojavalıları ve bu çerçevede Kürt Özgürlük
Hareketini Esad rejimine karşı kullanmak, Rojava’da kurulan kanton
yapılanmalarını bir daha kurulmamak üzere yıkmak ve Rojavalıları Güney
Kürdistan’a eklemlemektir. Bu iddiamızı kanıtlayan çeşitli emareler var.
Suriye’dekileri irdeleyelim: Suriye’deki
durum, 193.000 askere ve 531.000 güvenlik gücüne sahip olan Irak’takinden daha
karmaşık. Washington’daki Carter Center’ın tahminlerine göre, son üç yılda
Suriye’de toplam 6.000 silahlı grup oluşturulmuş ve dağılmalar-birleşmeler
sonucunda yaklaşık 1.000 silahlı muhalefet grubu kalmış. Bunlar hem Esad
güçlerine, hem DAİŞ’e, hem de birbirlerine karşı mukavemet göstermekteler.
Carter Center, bu gruplar arasında en »ılımlı« grubu ÖSO’nun oluşturduğunu,
ancak bölünmüş, yeterli silahı olmayan ve yolsuzluklara boğulan bir yapı
olmaktan kurtulamadığını belirtiyor. ABD, Esad rejimine ve DAİŞ’e karşı
savaşacak birliklerin önce iyi bir eğitimden geçirilmeleri gerektiğini ve bunun
hayli uzun bir zaman gerektirdiğini iyi biliyor. Zaten bu nedenle 5.000
Suriyeli »muhalifi« Suudi Arabistan ve Türkiye’de eğitme kararı alınmıştır.
Dikkatli okur bu konuda Türkiye ile antlaşma yapıldığını anımsayacaktır. Sadece
bu bile ABD’nin Türkiye’ye herhangi bir olumsuz »yanıt« vermediğini, aksine her
adımda koordineli çalıştıklarını kanıtlamaktadır.
Pentagon sözcüsü Koramiral James Kirby’nin
söyledikleri hafızalardadır, ama gene de anımsatalım: »İD’ne karşı verilecek mücadele uzun yıllar alacak. Sabır gereklidir.
İD gibi gruplara karşı verilecek en etkin mücadele bölgeyi, kültürü ve
aşiretleri tanıyan yerli savaşçılarla olacaktır.« Bunun tercümesi, HPG,YPG
ve YPJ, ABD komutası altına girmelidir olarak okunabilir. Gelişmeler, ABD’nin,
Ortadoğu’nun içinde bulunduğu karmaşık değişim ortamı karşısında, »stratejik düşman«
olarak gördüğü YPG/YPJ güçlerini şu an için karşısına almayı öncellemediğini
göstermektedir. Ama gerek bu, gerekse de YPG’ye silah gönderilmesi, ABD’nin
Rojava dostu olduğunu göstermez. Prensip itibariyle antikapitalist bir özü olan
Rojava deneyi ABD’nin »destek çıkma« motivasyonunu azalttığı söylenebilir. ABD
»desteğinin« tek nedeni, DAİŞ’i zayıflatmak için Rojavalılara gereksinim
duymasıdır. Ancak bu neden tek başına ABD’nin bölgedeki stratejik
müttefiklerinin – bunu Türkiye ve IKBY olarak okuyun – özgün çıkarlarına ters
düşen bir siyaset izlemesi için yeterli değildir. ABD’nin, NATO üyesi
Türkiye’nin sınırlarında, bu NATO üyesinin çıkarlarının tersine Rojava lehine
tavır alması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Aynı şekilde ABD’nin IKBY’nin
istemediği adımları atacağını, yani ABD’nin PKK’ye yönelik politikasını
değiştireceğini beklemek, naiflikten başka bir şey değildir. Salt görüngülere
bakarak yapılan çıkarsamalar ciddi yanılgılara yol açar. Bu yanılgılar üzerine
kurulu analizlerle Kürt Özgürlük Hareketine siyasî önermelerde bulunulması ise,
istemeden de olsa, telafisi mümkün olmayan hatalı adımların atılmasını
önermekle eş anlamlı olacaktır.
»Ulusal birlik« yanılgısı
Kürtlerin »ulusal birliğinin oluşturulması«
Kürt kamuoyunda geniş kesimlerin savunduğu yaygın bir kanı hâline gelmiştir.
Burjuva milliyetçileri de, siyaseten solda duran Kürtler de »ulusal birlik«
vurgusunu yapmakta, bunun »zamanının geldiğini« savunmaktadırlar. Benzer bir
yaklaşım Peköz’ün yazısında da (aynı şekilde kimi HDP milletvekilinin
açıklamasında da) okunabilmektedir. Peköz ve HDP milletvekillerinin yaklaşımı
ile burjuva milliyetçilerinin yaklaşımları arasındaki tek fark, ezilen halklar
vurgusudur. Ancak »ulusal birliğin« ezilen halkların yararına mı, yoksa
zararına mı olacağı sorgulanmamaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, dünya
görüşümüz açısından asıl belirleyici olanın ezilenler ve sömürülenlerin
çıkarları olduğundan, »ulusal birlik« savunusunu sorgulamak zorundayız.
Bunu örnekleme üzerinden irdelemeye devam
ederek yapalım. Peköz yazısında şöyle bir tespitte bulunmaktadır:
»Kobani üzerinde oluşturulan yeni politik denklem,
önümüzdeki birkaç yıl içinde Güney ile Batı/Rojava Kürdistan’ının
birleşeceğinin işaretlerini veriyor. Bu bir bakıma zorunlu ve kaçınılmaz
olacaktır. Güney-Batı Kürdistan’ın birleştirilmesi de ABD’nin arzuladığı bir
politik tercihi olabilir. Böylesi bir durumda küresel güçlerin çıkarları
olabilir ama önemli olan Kürtlerin stratejik çıkarlarının korunmasıdır. Bu
nedenle Kürtler arasındaki ittifakların kalıcılaşmasına ve stratejik bazı
kurumların oluşturulmasına uluslararası ve bölgesel güçler değil, Kürtler ortak
iradeleriyle karar vermelidir. Peşmerge’nin Kobani’ye bir savunma gücü olarak
gelmesine pozitif bakmak gerekir. Önemli olan Kobani’den oluşan Kanton
yönetiminin denetiminde hareket etmesini kabul etmesi ve orada oluşan toplumsal
yapının realitesine uygun davranmasıdır.«
Peköz’ün yazısındaki bu paragraf, dördüncü
ve altıncı noktalarda özetlediği görüşlerinin alt yapısını oluşturmaktadır. Bu
nedenle irdelemeye bu iki noktayı da alıntılayarak devam etmemiz gerekmektedir:
»Dördüncüsü, biçimi ve işlevi üzerinde anlaşılmak
üzere, Güney Kürdistan ve Rojava merkezli Kürdistan Savunma Gücünün kurulması
son derece önemli ve gereklidir. Mesut Barzani’nin ‘Hewler neyse, Kobani Odur’
söylemini hatırlatarak, Güney Kürdistan Hükümeti, geçmiş hatalarını telafi
etmek için Rojava’ya hiç bir koşul öne sürmeden gerekli ekonomik ve politik
desteği sunmalıdır.
(...) Altıncısı, Kobani’de hemen her bölgesel ve
uluslararası güç kendisine göre bir başarının peşindedir. Kürtlerin dahası
ezilenlerden yana olan enternasyonalist güçlerin Kobani’de kazanması,
Ortadoğu’daki politikaların yeniden yazılması anlamına gelecektir. Askeri ve
politik güç ilişkileri, sürecin şekillenmesinde önemli bir etki yaratacaktır.
Bu bakımdan Rojava’nın askeri gücü olan YPG’nin Kobani’de göstermiş olduğu
direniş, sadece Kürt halkının çıkarları açısından değil, aynı zamanda bölge
halkları içinde önemli bir başarıdır. Küresel kapitalist güçlerin bir Kobani
hesabı olabilir. Ama önemli olan devrimci-demokratik güçlerinin de bir
hesabının olmasıdır. Çünkü Kobani halkının örgütlediği kantonun oluşturulmak
istenilen toplumsal sistem, emperyalistlerin değil, ezilen halkların
çıkarınadır. Bu sisteme güç verildiğinde, büyütüldüğünde, demokratik devrimci
güçler Kobani’de kazanacaktır.«
Toplumsal hafızanın zayıflığı, siyasî
formasyonlara ve solda duran kimi yazara da bulaşmış gibi görünüyor. »Geçmiş hatalar« diyen
adlandırılanların, »hata« olmadığı, aksine siyasî bir tercih olduğu görülmüyor.
Aslına bakılırsa burada da asıl mesele göz ardı edilerek, kişilerin arzu
ettikleri ve nesnel beklentiler toplumsal gerçeklermiş gibi ele
alınmaktadırlar. Kürt kamuoyunda »Kürtlerin ulusal birliğine« sempati duyulması,
hatta bağımsız bir Kürt »ulus devletinin« kurulması isteminin böylesine yaygın
olması, Kürdistan halklarının ezilmişliği ve on yıllar boyunca dört parçada da
maruz kaldıkları baskılar, işkenceler, yok edilmeler ve kirli savaşlar
nedeniyle anlaşılır bir yaklaşımdır. Ancak, nesnel beklentilerin mutlaka
beklenen sonuçlara yol açmayacakları ve »ulusal birliği« asıl belirleyenin
maddi şartlar olduğu unutulmaktadır.
Örneğin Peköz, »Güney ile Batı/Rojava Kürdistan’ın birleşeceğinin işaretlerini«
görüyor ve bunun »zorunlu ve kaçınılmaz
olduğunu« yazıyor. Her ne kadar bu birleşmenin »küresel güçlerin çıkarına« olduğunu yazsa da, önemli olanın »Kürtlerin stratejik çıkarlarının korunması
olduğunu« belirterek, Peşmerge güçlerinin Kobanê’ye gelmelerine »pozitif bakmak« gereklidir diyor.
Bunlar varsayımlar ve umulanlar üzerine kurulu yanlışlardır.
Bir kere yapılan en önemli yanlış,
Kürtlerin ortak »stratejik çıkarları« olduğunu varsaymaktır. Kürtler de, tüm
diğer milliyetler gibi, sınıfsız ve imtiyazsız birleşik ve bütünleşmiş homojen
bir toplum değillerdir. Eğer burada »stratejik çıkarlardan« bahsetmek
gerekiyorsa, o zaman toplumsal sınıfların stratejik çıkarlarından
bahsedilmelidir. Kürt burjuvazisi ve Kürt toprak sahipleri ile ezilen ve
sömürülen Kürt yoksullarının aynı »stratejik çıkarlara« sahip oldukları,
liberal bir iddiadır ve herhangi bir maddi temeli yoktur.
İkincisi, Güney Kürdistan ile Rojava’nın »birleşmesinin zorunlu ve kaçınılmaz olduğu«
tespiti de maddi temeli olmayan bir boş iddiadır. Burada üretim tarzları ve
yönetim biçimleri taban tabana zıt, toplumsal yapıları farklı iki bölge söz
konusudur. Güney Kürdistan, yani resmi adıyla Irak Kürdistan Bölge Yönetimi
petrol gelirlerine dayanan, kapitalist üretim tarzını öncelleyen ve burjuva
egemenliğinde olan bir rant devleti olma yönünde ilerlerken, Rojava etnik ve
dinsel farklılıkların politik olmaktan çıkarıldığı bir demokratik özyönetime,
her alanda cinsiyet eşitliğine ve özsavunma anlayışına sahip, toplumun
gereksinimlerini üretim kooperatifleriyle, yani kapitalist olmayan bir üretim
tarzı ile karşılamaya çalışan ve bunları bir toplumsal sözleşmeyle anayasal
zorunluluk hâline getiren özerk bir yapıdır. Kısacası, Güney Kürdistan
burjuvazinin sınıf egemenliğinin, Rojava ise ezilen ve sömürülenlerin kendilerini
yönetmesinin sembolüdür.
Üçüncüsü, Rojava’nın Güney Kürdistan’a
ilhakı (başka türlü bir »birleşme« olanaksızdır), emperyalist stratejilerin ve
bölgesel güçlerin çıkarına, bölge halklarının emekçi kesimlerinin aleyhinedir.
Bunun neden böyle olduğunu sonraki bölümde ele alacağımız ekonomik politik arka
plan ile açıklayacağız.
Şimdi, bu toplumsal, iktisadî ve siyasî
gerçeklerden hareket edersek, Güney ve Batı Kürdistan’ın birleşmesini sınıfsal
çıkarlar açısından değerlendirebiliriz: Eğer birleşme sonucunda Rojava’daki
demokratik ve toplumsal sözleşmede kararlaştırılan gelişme yolu korunacak ve
Güney Kürdistan’da da demokratik özerklik gerçekleştirilecekse, bu, zaten
sınırlar anlamsız olduğundan, ezilenler ve sömürülenlerin ve aynı zamanda bölge
halklarının emekçi kesimlerinin çıkarına olacaktır. Ama birleşme sonucunda
Rojava’daki kanton sistemi yıkılacak, Güney Kürdistan’da olduğu gibi toplumsal,
iktisadî ve siyasî ilişkiler egemen olacaksa, o zaman bu Kürt yoksullarının
aleyhine olacaktır. Böylesi bir durumda, Batı’nın ve Türkiye’nin patronajı
altında oluşturulacak bir Kürt »ulus devleti« sadece ve sadece Kürt
burjuvazisinin sınıf egemenliğini ve kendisine ait »ulusal pazarı« kurmasına yarayacaktır.
Kürt burjuvazisi ve Kürt toprak sahipleri
ile Kürt yoksullarının çıkarları birbirlerine taban tabana zıttır. O açıdan
»Kürtlerin stratejik çıkarları« söylemi içi boş ve maddi temeli olmayan bir
söylemdir. »Ulus devlet« konusunda 13 Şubat 2013 tarihinde yayınladığımız »İsmail Beşikçi eleştirisi« başlıklı yazıya atıfta bulunup,
görüşlerimizin dayandığı temele dikkat çekerek, irdelememize devam edelim.
Duhok antlaşması ve ekonomik
politik arka plan
Konumuzla doğrudan ilgisi olduğundan burada
»Duhok Antlaşması« olarak anılan ve 15 Ekim 2014 tarihinde başlayıp, dokuz
günlük müzakerelerden sonra imzalandığı açıklanan antlaşmaya da değinmek
gerekiyor. Her ne kadar imzalanan metinde tam olarak ne yazdığı, bazı
başlıkların haricinde, henüz kamuoyuna net olarak açıklanmamış olsa da,
tartışmamız için ele almamız gereken önemli bir olgudur.
Kobanê’ye yönelik saldırılar, Rojava
toplumunun meşru temsilcisi olan PYD’nin hareket alanlarını kısıtlamaktadır.
Rojava, hâlâ Türkiye ve IKBY tarafından uygulanmakta olan bir ambargo altında
ezilmeye devam etmektedir. Rojava sınırına hendek kazan, Rojava’nın siyasî
temsilcilerine diplomatik görüşmeler için Güney Kürdistan’dan yolculuk
yapmalarını yasaklayan, ilaç yardımları gibi insani yardımların Rojava’ya
ulaşmasını engelleyen ve »Rojava’da PYD diktatörlüğü var« diyerek, Rojava’yı
siyaseten yalnızlaştırmaya çalışan IKBY, bugün »Rojava’nın kurtarıcısı« rolünü
göstermeye çabalamaktadır. Yaklaşık 200 bin kişilik maaşlı Peşmerge ordusuna,
zırhlı araçlara, ağır silahlara ve Batı’nın olağanüstü desteğine sahip olan
IKBY, daha doğrusu Barzani yönetimi, bugünkü siyasetiyle Kobanê’nin DAİŞ
çetelerinden kurtarılmasını değil, Rojava’nın kendisine teslim olmasını
sağlamaya çalışmaktadır. Duhok antlaşması aslında »Kürtlerin birliği« olarak
değil, »zengin kuzenlerin« ölüm kalım mücadelesi veren »yoksul akrabalara«
yaptıkları bir dayatma olarak okunmalıdır. Bu dayatma, Rojava’da toplumsal
karşılığı olmayan veya yok derecede olan siyasî grupların, Rojavalılık
temelinde değil, »Kürtlük« temelinde Rojava yönetiminde hak etmedikleri
ağırlığı kazanmalarına yöneliktir. Ve milliyetçi çevrelerin (örneğin Nasname
gibi) internet sayfalarında yapılan yorumlar, Rojava’daki demokratik deneyin
sırtına saplanacak olan hançerlerin çoktan kılıflarından çıkartıldığını
göstermektedir.
PYD’nin Duhok antlaşmasını olumlaması,
Kobanê direnişinde elini bir nebze rahatlatacağından, anlaşılır bir
yaklaşımdır, ama sonuçta »denize düşen, yılana sarılır« misali bir taktiksel
zorunluluk olarak değerlendirilmelidir. PYD’nin bu zorunluluğun ortaya
çıkardığı meydan okumalarla başa çıkıp çıkamayacağını ise zaman gösterecektir.
Ancak, Peköz’ün yazdığı gibi, Peşmergenin Kobanê’ye gelmesine »pozitif bakmak« için hiç bir neden
yoktur. Tam aksine ve YPG/YPJ komuta kademesinin doğru gördüğü gibi, 150
kişilik Peşmerge grubunun Kobanê direnişine bir katkısı olmayacaktır. Hele bir
de Türkiye’nin istediği gibi büyük bir ÖSO grubunun Kobanê’ye gelmesi söz
konusu olursa, belki Kobanê DAİŞ çetelerinden temizlenebilecek, ama Rojava’nın
tüm kazanımları büyük bir tehlike altına girecektir. Bu durumda YPG/YPJ
güçlerinin Rojava’yı ne kadar koruyabileceği büyük bir soru işaretidir.
Peköz, Barzani’nin »Hewler neyse, Kobanê
odur« sözüne atıfta bulunuyor, ama burada
asıl vurgunun »Hewler« olduğunu göremiyor. Barzani’nin asıl amacı
Kobanê’yi »Hewlerleştirmektir«, Rojava’nın kazanımlarını korumak değil. Bu
çerçevede Peköz’ün talep ettiği »Kürdistan
Savunma Gücünün kurulması« Rojava’nın değil, Barzani’nin, dolayısıyla da
Barzani’nin işbirliğinde olduğu güçlerin elini kolaylaştıracaktır. Zaten maaşlı
Peşmerge güçleriyle, gönüllülüğe dayanan ve halktan oluşan YPG/YPJ güçlerinin
bir çatı altında birleşmeleri olanaklı değildir. Gerçekleşebilecek en ileri
işbirliği, DAİŞ’e karşı süreli ortak mücadeledir.
Diğer bir soru, »Kürdistan Savunma Gücünün«
kimin kontrolü altında olacağı, komuta kademesinde hangi güçlerin belirleyici
olacağı sorusudur. Yukarıda vurguladığımız gibi, çıkarları ve hedefleri
birbirlerine zıt olan siyasî oluşumların ortak bir askerî güç oluşturmalarının
olanaklı olmadığı açıktır. Kaldı ki, Êzidîlerin, Arapların, Türkmenlerin ve
Asurî-Süryanilerin kurdukları özsavunma birliklerinin »Kürt« kimliğinin
belirleyici olacağı bir askerî çatı altında nasıl yer bulabilecekleri belli
değildir. Bu nedenle »Kürdistan Savunma Gücü« fikri, iyi niyetli olarak formüle
edilmiş, ama bölgenin gereksinimlerine yanıt vermeyen ve özünde yoksul
Kürtlerin ve diğer milliyetlerin çıkarlarına aykırı bir düşüncedir. Tekrar
anımsatmakta yarar var: cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşelidir.
KCK, Duhok antlaşmasının »olumlu bir zemin yarattığını« ve Kürt
örgütlerinin »yüzeysel ve dar yaklaşım ve
tutumlarla hareket etmemeleri« gerektiğini açıklayarak,
Kürt örgütlerinin »tarihsel sorumluluğuna« atıfta bulunmaktadır. Son yıllarda
da görüldüğü gibi, KCK burada da tekrar sorumlu davrandığını göstermektedir.
Ama aynı zamanda »Rojava devriminin
ortaya çıkardığı kazanımlar« temelinde »demokratik
birlik« vurgusu yaparak, olası bir »ulusal birliğin« ilkesel çerçevesini
çizmektedir. KCK’nin bu yaklaşımında ortaya çıkan stratejik çizgi ve ilkesel
yaklaşım, ezilenlerin ve sömürülenlerin perspektifidir. Duhok antlaşması her ne
kadar PYD’ye yönelik bir dayatma olsa da, aynı zamanda tersinden KCK ve PYD
dışındaki Kürt siyasî oluşumlarına bir siyasî hat hatırlatmasıdır. Duhok
antlaşmasının hangi siyasî hat üzerinden ilerleyeceğini, Kobanê direnişinin
gidişatı belirleyecektir. Gene de altını çizmekte yarar var: Rojava devriminin
kazanımları büyük bir tehdit altındadır. 21. Yüzyıl’ın en muazzam olgusu olan
Rojava devrimi bölge halklarının desteğini alamazsa, kazanımlarını korumada son
derece zorlanacaktır. Kanımızca Rojava devrimini asıl kurtaracak olan, bölge
halklarının ezilenler ve sömürülenler perspektifinden kurulacak birliğidir.
Rojava’nın geleceğini ve dolayısıyla
Ortadoğu’yu etkileyen diğer bir faktör, ekonomik politik arka plandır. Güney
Kürdistan’da toplam 45 milyar varil petrol ve 200 milyar metreküp doğal gaz
bulunduğu tahmin edilmektedir. IKBY 2010 yılında yaptığı bir açıklamada, bir
kaç yıl içerisinde günde 1 milyon varil petrol çıkartmayı planladıklarını
belirtmişti. Günde 1 milyon varil petrol, güncel fiyatlara göre yıllık 37,5
milyar Dolar gelire eşittir. IKBY, 2019’dan itibaren günlük üretimi 2 milyon
varile çıkartmayı planlıyor.
IKBY ile Irak merkezi hükümeti arasındaki
ihtilafın temel nedeni, fosil enerji kaynakları üzerinde kimin hakim olacağı
sorusudur. IKBY, Maliki yönetimiyle sürdürdüğü tartışmalar esnasında ve Kerkük
petrol kuyularının kontrolünü aldıktan sonra, kendi hesabına petrol satışına
başladı. Türkiye’nin enerji ve doğal kaynaklar bakanı Taner Yıldız 18 Ağustos
2014’de yaptığı bir açıklamada, bir kaç hafta içerisinde Ceyhan limanından
toplam 7,8 milyon varil Kürt petrolünün yüklendiğini bildiriyordu. Aynı
tarihlerde basına bilgi veren IKBY doğal kaynaklar komisyonu başkanı Dilshad
Shaban, ABD, Çin, Hırvatistan ve Ukrayna’ya yapılan satışlardan IKBY’ne 500
milyon Dolar kaldığını açıklıyordu. IKBY, halihazırda fiyatı 102,20 Dolar olan
bir varil petrolü 63,00 Dolar’a satıyor.
IKBY’nin uzun yıllardan beri Türkiye ile
sıkı işbirliğinde olduğu ve aralarında OYAK Holdinge bağlı şirketlerinde
bulunduğu çok sayıda Türk şirketinin IKBY altyapısının yaklaşık yüzde 75’ini
inşa ettikleri biliniyor. Yılda 60 milyar Dolar’ını enerji alımına harcayan
Türkiye, IKBY üzerinden enerji sorununun önemli bir bölümünü çözme uğraşısı
içerisinde. Türkiyeli enerji devleri, diğer uluslararası tekeller gibi
yıllardan beri IKBY’de aktifler ve enerji sektöründe dev yatırımlar
gerçekleştirmektedirler. Örneğin BOTAŞ’ın internet sitesinden, iki boru hattı
üzerinden yılda 71 milyon ton ham petrolün Güney Kürdistan’dan Ceyhan limanına
nakledildiğini okumak mümkün.
Ancak Türkiye ve diğer ülkelerin Güney
Kürdistan’a olan »ilgileri« sadece petrol ve doğal gaz kaynaklarına dayanmıyor.
Wall Street Journal, New York Times veya Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi
Batı medyasında yer alan haberler, General Energy veya Exxon gibi tekellerin
uzun yıllardan beri Güney Kürdistan petrolü ve doğal gazı ile İran doğal gazını
nakletmek için, Suriye’nin kuzeyinden, yani Rojava’dan geçip, Ceyhan limanına
bağlanacak bir boru hattı üzerinde çalıştıklarını gösteriyor. Bu planlar henüz
Suriye’deki »istikrarsızlık« nedeniyle uygulamaya sokulamadı. Ancak NATO
Türkiye-Suriye sınırına konuşlandırdığı Patriot hava savunma sistemleri ile,
başbakan Davutoğlu’nun önceleri »insanî koridor«, şimdilerde ise »güvenli
bölge« diye nitelendirdiği tampon bölge alanında »uçuşa yasak hava sahası«
hazırlıklarını yaptı bile (5 Ekim 2012 tarihli »Akçakale
Komplosu« ve 24 Kasım 2012 tarihli »Yurtsever
mi, savaş sever mi?« başlıklı yazılarımızda bu planlara değinmiştik).
Diğer tarafta Doğu Akdeniz’de bulunan
devasa doğal gaz rezervleri de bu boru hattı için önem taşıyor. 2010 yılında
gazeteler Kıbrıs’ın güneyinde, Levante Havzası’nda 3,5 trilyon metreküp doğal
gaz rezervi olan iki alanın keşfedildiğini bildiriyorlardı. İsrail, kıyısının
80 km uzaklığındaki Tamar bölgesinde doğal gaz çıkartmaya başladı. 2016’dan
itibaren daha büyük rezervlere sahip olan Leviathan bölgesinde üretime
başlayacaklar.
Ancak fosil enerji taşıyıcılarının
çıkartılması ayrı, bunların »müşteriye«, yani Batılı ülkelere güvenli bir
şekilde nakledilmesi ayrı bir meseledir ve asıl sorun burada yatmaktadır.
Bilindiği gibi, ki Türk basınında da yer aldı, İsrail doğal gazını Türkiye
limanları üzerinden pazarlamak istiyor. Bölgedeki ihtilaflar, bu planın en
güvenli yol olduğunu gösteriyor. Enerji uzmanları, İsrail doğal gazının Batı Şeria
ve Suriye üzerinden Rojava’dan geçmesi planlanan boru hattına bağlanmasının en
güvenli ve düşük masraflı yol olacağı görüşündeler. Sıvılaştırılmış doğal gaz
ihracat şampiyonu Katar da, sıvılaştırma işleminin yüksek maliyetinden
kurtulmak için, doğal gazını aynı boru hattına bağlamak istiyor. Böylesi bir
çözüm İsrail’e ek bir fayda daha sağlayacak: Paralel bir hat üzerinden Fırat ve
Dicle’den içme suyu alarak, kronik su ihtiyacını çözüme ulaştıracak. İsrail
başbakanı Netanjahu’nun, »Kürtlerin kendi
devletlerine kavuşması için uluslararası toplum olarak destek vermeliyiz«
çıkışının ardında bu iki neden yatmaktadır, ki İsrail basını bunu »jeopolitik
pragmatizm« olarak nitelendirmektedir.
Enerji nakliyatının »güvenliği«
Kürdistan’ın emperyalist ülkeler için kazandığı jeostratejik önemi
açıklamaktadır. Örneğin Alman hükümetine yakın olan Konrad-Adenauer-Vakfı »Kürtler potansiyel olarak bölge için
istikrar sağlayıcı bir rol oynayacak« ve »Kürt sorunu uzun yıllar boyunca uluslararası siyasetin önemli bir
konusu olarak kalacak« belirlemesini yaparken, Brezilyalı strateji uzmanı Pepe
Escobar, »Barzani yönetimi altındaki Irak Kürdistan’ı ABD için, Ortadoğu’da
askerî varlığını koruyacak önemli bir enstrümandır« tespitini yapıyordu.
Anımsanacaktır: 2014 Eylül’ünde Wall Street Journal’de
bir haber çıkmış ve »İncirlik’i Kuzey
Irak’taki Kürt topraklarında bulunan bir hava üssüyle değiştirmenin zamanı
geldi« yorumu yapılmıştı. Ve 19 Eylül 2014 tarihinde IKBY Peşmerge
bakanlığı basın sözcüsü Helgurt
Hikmet, ABD’nin bir üs kurmak için izin istediğini ve Kürt parlamentosunun
bunu onaylayacağını açıklamıştı.
Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölge
ülkelerinin, emperyalist güçlerin stratejileri, Türk, Kürt ve Arap burjuvazilerinin
çıkarları ve telgraf stilinde açıklamaya çalıştığımız ekonomik politik arka
plan, Rojava’nın Barzani yönetimi altındaki Güney Kürdistan’a ilhakını, olmadı,
eklemlenmesini gerekli görmektedir. Rojava, var oluşuyla DAİŞ’in de, bölge
ülkeleri egemenlerinin de, emperyalizmin ve Kürt burjuvazisinin de yaşamsal
çıkarlarına aykırı olan bir yapıdır. Bütün aktörlerin Rojava’ya yönelik
politikaları bu gerçek üzerinde temellenmektedir. O açıdan Kobanê’yi savunanlar
sadece kendi yurtlarını ve kazanımlarını değil, yeryüzünün lanetlilerinin
çıkarlarını savunmaktadırlar. Kobanê’yi, Rojava’yı savunanların her zaferi,
dünya halklarının, ezilen ve sömürülen sınıfların zaferi sayılacaktır. İşte,
eğer Kürt Özgürlük Hareketine önermelerde bulunulacaksa, bu perspektiften yapılan
ve bilimsel analizlere dayanan önermeler yapmak gerekmektedir.
Sonuç yerine...
KCK eş başkanı Bese Hozat » Kobanê Kürt
sorununun kendisidir« diye önemli bir tespitte bulundu. Türkiye’de devletle
müzakerede bulunan HDP milletvekilleri bu tespiti önemsemelidirler. Müzakerelerde
karşınızda bulunan AKP değil, kapitalist devlettir. Devleti müzakere masasına
oturtan ise, Kürt halkının verdiği mücadeledir. Sırrı Süreyya Önder’in dediği
gibi, mesele »egemenler arası mücadeleye
kurban gitmek« veya »sırf AKP gitsin
diye sürece taş koymak« değildir. Ama müzakereler de »AKP’nin yerine demokratik bir alternatif yok« diyerek, salt
hükümet aparatının insafına bırakılamaz. Burada belirleyici olan, AKP değil,
verilen mücadelenin her iktidarın müzakere masasına oturmasını sağladığı
gerçeğidir. Kaldı ki hiç kimse »otoriter hükümetlerle müzakere yapılmaz«
dememektedir. Ama demokrasiyi »ıskalayarak« da müzakerelerden sonuç
alınamayacağı ortadadır. Eleştiriler haklı bazı kaygıları ifade etmektedirler.
»İsyanın siyasetini ve diplomasisini« yapanlar, bu kaygıları da dikkate almakla
mükelleftirler, çünkü gerçekten barışçıl bir çözüm yoluna girilecekse, o zaman
sadece devlet ve hükümet aparatları değil, farklı toplumsal kesimlerin
çoğunluğu da buna ikna edilmeli ve kazanılmalıdır.
Diğer yandan, bunu komünistler ve
sosyalistler olarak vurgulamamız gerekmektedir, müzakereler salt kimlik ve
milliyetler sorunu ile sınırlı kalırsa, başarıya ulaşma şansları azalacaktır.
Türkiye’deki sosyal sorunun etnikleşmekte olduğu, yani proleterleşmenin büyük
oranda bir Kürt proleterleşmesi olduğu ve genel olarak emek sömürüsünün
sistemin belirleyicisi olduğu göz önüne alınmaz, Türkiye egemenlerinin bölgesel
emperyalizm hevesleri ile Ortadoğu’daki jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik
yönelimler dikkatten kaçarsa, çözüm süreci olarak nitelendirilen müzakerelerden
istenilen sonuçlar alınamayacaktır. Aynı zamanda son gelişmeler, müzakerelerin
kaderinin doğrudan Kobanê’nin kaderine bağlı hâle geldiğini göstermektedir.
Kobanê’yi görüşme konusu hâline getirmeyen müzakereler, hem müzakere sürecine,
hem de Kobanê direnişine köstek olmaya adaydırlar. Bu açıdan müzakerelere
katılan HDP’li milletvekillerine, aslında bir bütün olarak HDP’ye büyük
sorumluluklar düşmektedir. Halkların ve yoksul Kürt kitlelerinin siyaseten
gerisine düşülmemeli, halk kitleleri ve direniş dinamikleri ile olan organik
bağ kaybedilmemelidir. »Egemenler arasındaki mücadeleye« asıl kurban gidecek
olanlar, rotayı kaybedenlerdir. Rota bellidir: her milliyetten, her inançtan
ezilen ve sömürülenlerin özgürlüğü ve kurtuluşu.
Son
bir not: Yazdıklarımız,
her zaman olduğu gibi, milliyetçi kesimlerden tepki toplayacak ve alışılmış
küfürlere vesile olacaktır. Bunları ciddiye almıyoruz. Sözümüz mazlumların,
ezilen ve sömürülenlerin çıkarlarını vicdanında hissedenlere, Kürt Özgürlük
Hareketinin farklı düzeydeki neferlerinedir. Yapmaya çalıştığımız, dünya
görüşümüz temelinde bütünsel bir değerlendirme, neyin ne olduğunu söyleme ve
olası tehlikelere dikkatleri çekme çabasıdır. Çabamızın temelini ikirciksiz
dayanışmayı, eleştirel-özeleştirel dayanışma olarak algılayan komünist tutum
oluşturmaktadır. »Her yürek bir devrimci hücredir« diyen Suphi Nejat Ağırnaslı
ve diğer enternasyonalistlere atıfla; yüreği devrimci birer hücre olanlar için
ulusların, etnik veya dinsel aidiyetlerin hiç bir önemi yoktur. Vatanımız
yeryüzü, milletimiz insanlık şiarını kendi ölçeğinde gerçekleştiren Rojava
bizler için bu nedenle böylesine önemlidir. Özünde sosyalist bir nüve olan
Rojava ortak geleceğimizdir. Bu nedenle gelecek her yerde Rojava’nın, her yerde
sosyalizmin olacaktır, barbarlığın rağmına!