14 May 2015

Alman emperyalizminin yeni kibri...

Avrupa Birliği’nin (AB) patronu hâline gelen Federal Almanya sermayesi, yeniden dünya gücü olma hedefiyle attığı adımlarını hızlandırmaya başladı. Münih’te her yıl düzenlenen ve uluslararası silah tekellerinin temsilcileriyle, dünya çapındaki neoliberal elitlerin bir araya geldikleri geleneksel »Güvenlik Konferansının« 2014 Şubat’ındaki toplantısı, emperyalist hırsları kabaran F. Almanya sermayesinin 1945 sonrasında ilk kez böylesine pervasızca planlarını sergilediği bir sahne olmuştu. Azılı bir antikomünist olan F. Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, yaptığı açılış konuşmasında »Almanya yeni sorumluluğunu üstlenmeye hazırdır« diyerek, propaganda savaşına yeni bir ivme katmıştı.

Aslında bu propagandanın nasıl bir yol izleyeceği 2011’de Libya’ya karşı gerçekleştirilen müdahale savaşı esnasında görülmekteydi. Bu propaganda, daha sonra, doğrudan Şansölye Angela Merkel’in bütçesinden finanse edilen ve F. Alman devlet aklının biçimlendirildiği bir merkez olan »Bilim ve Politika Vakfı« SWP’nin hazırladığı »Yeni Güç – Yeni Sorumluluk« başlıklı strateji belgesiyle sistematikleştirildi. Ancak F. Almanya kamuoyunda hâlâ yaygın olan savaş karşıtlığı nedeniyle, propaganda kamuoyunu etkileme çabalarına yoğunlaştırıldı.
Bizzat F. Cumhurbaşkanının başını çektiği bu çabalar, farklı alanlarda da yürütülüyor. Örneğin muhafazakâr tarihçilerin yürüttükleri tartışmalara burjuva basınında geniş yer verilerek, Almanya’nın Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nda hiç bir suçu olmadığı algısı yaygınlaştırılmak isteniyor. Bu tarih revizyonizminin ardında yatan temel hedef, bugüne kadar geçerli olan »savaşta suç işledik, bu nedenle savaşlara katılma konusunda çekingen davranmalıyız« anlayışını değiştirmektir.
Kısacası F. Almanya egemenleri başlattıkları bu topyekün propaganda atılımı ile F. Almanya’nın dış ve güvenlik politikalarında esaslı rota değişikliklerine meşruiyet kazandırmak istemektedirler. Bunun için F. Almanya siyasetinde geçerli olan iki temel ilkenin: yani, dış politikanın »çekingenlik kültürü« yerine »savaşabilme yetisine sahip olma kültürü« ve »değerler kültürü« yerine »çıkarlar kültürü« tarafından yönlendirilmesini sağlamak istiyorlar.
Değişim süreci
1945-1999 yılları arası dönemde F. Almanya’nın yurtdışında herhangi bir savaşa katılacak olması düşünülemezdi bile. Ancak iki kutupluluğun sona ermesinden ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin başarıyla F. Almanya’ya ilhak edilmesinden sonra, burjuvazinin yayılmacılık hırslarının önü alınamaz oldu. Toplumsal ve bilhassa emek örgütlerinin direncini kırma ve olanaklı olan en geniş toplumsal mutabakatı sağlayarak »askeri tabunun yıkılması« görevini sosyaldemokratlar ve yeşiller üstlendi. Dönemin SPD’li Şansölyesi Gerhard Schröder o nedenle hatıratında 1999’da Yugoslavya’ya karşı gerçekleştirilen saldırı savaşını, »hükümetimin belki de en büyük başarısı, askeri tabuyu yıkmak olmuştur« diye yorumlamaktaydı.
Ancak Yugoslavya savaşına karşı F. Almanya barış hareketinin yaratabildiği kamuoyu tepkisi, özellikle 2001 Afganistan savaşına F. Alman ordusunun katılmasıyla yaygın bir savaş karşıtlığına dönüşünce, F. Almanya egemenleri geri adım atmak zorunda kalmışlardı. Nitekim 2009’da kurulan ikinci muhafazakâr-liberal hükümet, koalisyon protokolüne »hükümetimiz çekingenlik kültürüne bağlı kalacak ve askeri adımları yalnızca BM, NATO veya AB kararları çerçevesinde atacaktır« biçiminde bir bölüm eklemişti.
F. Almanya bu bölüm nedeniyle BM’in 2011’de alınan 1973 nolu Libya kararına çekimser oy kullanmış ve Libya’ya yönelik müdahale savaşına katılmayı reddetmişti. Kamuoyunun tepkisinden çekinen muhafazakâr-liberal hükümete en sert tepkiler SPD ve Yeşiller partisinden geldi. Dönemin liberal FDP’li Dış İşleri Bakanı Guido Westerwelle o zamanlar en fazla eleştirilen isimdi. Westerwelle’nin selefi ve ünlü Yeşil politikacı Joseph Fischer, F. Almanya’nın Libya savaşına katılmamasına ateş püskürüyor ve şöyle diyordu: »Hükümetin başarısız politikası nedeniyle utanıyorum. (...) BM Örgütündeki ve Ortadoğu’daki Alman politikası inandırıcılığını yitirmiştir. Almanya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde daimi koltuğa sahip olma talebini artık çöpe atabiliriz. Avrupa’nın geleceği ürkütücü«. İlk kez kot pantalon ve spor ayakkabılarıyla bakanlık yemini ederek »skandal« yaratan Fischer, böylelikle bir zamanların pasifist Yeşillerinin, aynı SPD gibi nasıl Alman emperyalizminin şahinlerine dönüştüklerini kanıtlıyordu.
SPD ve Yeşillerin çıkışından cesaret alan muhafazakârlar ise kendi kurdukları hükümetin dış politikasını eleştirmeye başladılar. Örneğin dönemin Savunma Bakanı Thomas de Maiziére Libya tartışmalarına katılarak, »Federal Orduyu gerektiğinde Almanya’nın çıkarları doğrudan etkilenmese de kullanmak zorunda kalabiliriz« diyordu. Benzer tartışmalar Suriye’de 2011’de başlayan olaylar konusunda da yaşandı. Dış İşleri Bakanı Westerwelle »Suriye’de siyasi çözüm gereklidir« derken, muhafazakârlar, SPD ve Yeşiller müdahale edilmesini savunuyorlardı. Ancak kısa zamanda Suriye’nin Libya olmadığı ve stratejik müttefik ABD’nin çekimser kaldığı ortaya çıkınca, teorik tartışmalar siyasi pratiğe uygulanamadı.
»Yeni Güç – Yeni Sorumluluk«
Gene de bu teorik tartışmalar orta vadede siyaseti etkilemeye başlıyorlardı. Bu noktada SWP merkezi bir rol oynadı. SWP »uzmanlarından« Markus Kaim’ın »Çekingenlik kültürü, eski F. Almanya’nın dış politika anlayışıdır. Ancak bugün koşullar değişmiştir: söz konusu olan soğuk savaş döneminin ihtilafları değildir. Birleşik Almanya elde ettiği yeni gücün gereğini yerine getirmelidir« biçimindeki görüşü hükümet görüşü hâline geldi.
Nitekim Dış İşleri Bakanlığı’nın finanse ettiği ve SWP ile »German Marshall Fund« GMF’nin üstlendiği »Yeni Güç – Yeni Sorumluluk« başlıklı bir proje başlatıldı. 2012 Kasım’ı – 2013 Eylül’ü arasında »Federal Parlamento, hükümet, üniversiteler, şirketler, vakıflar, düşünce kuruluşları, medya ve sivil toplum örgütlerinden yaklaşık 50 kişinin katıldığı toplantılarda« F. Almanya’nın güncel dış politikasını belirleyen raporlar hazırlandı.
Bu toplantıların en önemli özelliklerinden birisi, »Almanya’nın dış politik hedefleri partiler üstü bir mutabakatla hazırlanıyor« görüntüsü vermekti. Raporlarda öncelikle »Bonn Cumhuriyeti, Avrupa’da ve transatlantik partnerlik içerisinde belirleyici rol oynayabilmek için yeterli ağırlığa ve özgürlüğe sahip değildi. Bugün ise Almanya’nın artan gücü yeni etkileme olanaklarını ortaya çıkartmaktadır. Ancak Almanya bugüne kadar iktisadi gücüne, jeostratejik ağırlığına ve uluslararası saygınlığına oranla yönlendirici rolünü yeterince oynayamamaktadır« tespiti yapılıyordu.
F. Almanya’nın potansiyelinin çok daha fazlasını olanaklı kıldığı iddiasıyla, dış ve savunma politikalarında esaslı değişimlerin yapılması talep ediliyordu: »Almanya’nın stratejik çevresindeki devinimler, Avrupa ve güvenlik politikaları, yeni güçlerle olan ilişkiler ve küresel düzenin yenilenmesi, Alman devlet hedeflerinin yeni tanımını gerekli kılıyor«. Raporları hazırlayanlar, Avrupa ülkelerinin geleneksel olarak yeniden güçlenen bir Almanya’dan çekindiklerini bildiklerinden, siyaset değişimi taleplerinin ancak AB çatısı altında olanaklı olacağının bilincindeydiler.
Geliştirilen siyasi çizgi bu çerçevede sadece F. Almanya’nın değil, bütünüyle AB’nin esaslı dönüşümünü öngörüyor. Ancak AB’nin dönüşümünün asıl hedefi, F. Almanya’nın öncü güç olmasına hizmet etmesidir. Bu nedenle »Yeni Güç – Yeni Sorumluluk« sonuç raporu F. Almanya’nın »ön sırada« olması gerektiğini şöyle gerekçelendiriyor: »Almanya gelecekte daha çok ve daha kararlı yönetmek zorundadır. Tarihi, konumu, ama daha fazlasıyla şu andaki iktisadi gücü ve yeni jeopolitik ağırlığı, AB’nin korunması ve geliştirilmesi için Almanya’ya özel bir sorumluluk yüklemektedir. O nedenle Almanya ortak hedefler için ve sadece diğer AB üyesi ülkelerle birlikte daha kararlı yönetmek zorundadır. Diğer yandan BM içerisindeki rolü de değişmelidir. Güvenlik Konseyi’nde, uluslararası düzeni koruma sorumluluğunu üstlenmeye hazır olan yeni öncü güçler yer almalıdır. Almanya bu öncü güçlerden birisidir.«
Alman emperyalizminin meydan okuması
Gerek AB’nde, gerekse de BM de »öncü« rol talep eden F. Almanya sermayesi, elde ettiği gücün cesaretiyle emperyalist hırslarını açıklamaktan ve gerekçelendirmekten de çekinmiyor. Örneğin sonuç raporunun 33. sayfasında şunlar yazılı: »Almanya kendi yaşam tarzını korumak istiyorsa, o zaman devletin elindeki, askeri olanlar dahil, tüm meşru olanakları kullanarak kurallara dayalı olan dünya düzeninin korunması için çaba göstermelidir. (...) Almanya, hiç bir ülkede olmadığı kadar küreselleşmeden ve barışçıl, açık ve özgür dünya düzeninden faydalanmaktadır. Ama Almanya aynı zamanda bu düzenin işlemesine bağımlıdır. Bu nedenle sistemde olası bozuklukların sonuçlarından özel bir biçimde yara alabilir.«
Dünyanın geri kalan büyük bir kesimi için sömürü, açlık, yoksulluk, savaşlar, işkenceler, zorla yerinden edilmeler, sefalet ve milyonlarca kez ölüm anlamına gelen güncel dünya düzeninin, F. Almanya sermayesinin ne denli çıkarına olduğu ancak bu kadar açık yazılabilir. »Sistemde olası bozukluklar«, yani dünyanın herhangi bir yerinde dünya düzeninin işleyişini aksatabilecek kalkışmalar veya iktidar değişiklikleri bu nedenle F. Almanya’nın »çıkarlarını« tehdit eden düşmanlıklar olarak ilân edilmektedir.
Böylelikle de dünya düzeninin hiyerarşik yapısı ve sömürü mekanizmaları ile hammadde kaynaklarına engelsiz ulaşımın ayakta kalmasının askeri araçlarla sağlanmasının gerekçesi hazırlanmaktadır: »Almanya’nın askeri güçleri yurt ve ittifak savunması için gereklidir; aynı zamanda krizleri engellemeye, ihtilafları sınırlama ve sonlandırmaya ve nakliyat yollarının güvenceli kalmasına da yardımcı olmaktadır« denilerek, Federal Ordunun »asli« görevleri tanımlanmaktadır.
»Rahatsız edici yeni güçler«
Muhalif kesimler arasında yapılan kimi yorumda, F. Almanya’nın dış ve güvenlik politikalarındaki bu değişimlerin emperyalist blok içerisindeki çelişkilerin sertleştiğine ve ABD-AB çatışmasına işaret ettiği iddia edilmektedir. Sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkiler kapitalizme özgü özelliklerdir ve elbette emperyalist güçler arasında da çıkar çelişkileri söz konusudur. Ancak F. Almanya politikalarındaki değişimler, ABD-AB çatışmasının değil, tam aksine Batılı emperyalist güçlerin aralarındaki çelişkileri en aza indirme ve stratejik işbölümünü geliştirme çabalarının bir sonucudur. F. Almanya, ABD’nin Pasifik’e yönelme stratejisi çerçevesinde ABD ordusunun Doğu Avrupa, Akdeniz ve Afrika’daki görevlerini üstlenmeye hazırlanmaktadır. Güncel dünya düzeninin korunmasının ancak iki emperyalist merkezin sıkı işbirliği ile olanaklı olacağı bilinmektedir. Nitekim sonuç raporunda, ki bunu günümüz F. Almanya’sının devlet aklı olarak okumak gerekmektedir, ABD, AB çatısı altında hareket eden F. Almanya’nın dış politika gücünü artıran ve vazgeçilmez partner olarak tanımlanmaktadır.
Buna karşın emperyalist hedeflere engel çıkarabilecek ülkeler iki kategoride ele alınmaktadırlar. Rusya ve Çin, iktisadi ilişkilerin geliştirilerek, »istikrar ilişkisi çizgisine« çekilebilecek »meydan okuyucu ülkeler« olarak nitelendirilirlerken, İran ve Venezuela veya Mali gibi ülkeler »rahatsız edici yeni güçler« olarak kategorize edilmektedirler. İlginçtir: Türkiye ile olan ilişkiler eskiden olduğu gibi, bugün de »istikrar ve güvenlik işbirliği« çerçevesinde değerlendirilmektedir.
Rusya ve Çin’in iktisadi güçlerinin olası rekabet sorunlarına yol açabileceği tespit edilerek, şöylesi bir öngörüde bulunulmaktadır: »Dünyanın yeni iktisadi ve siyasi merkez güçleri olabilecek bu ülkeler ile Almanya arasında etki alanları, kaynaklara ulaşım, uluslararası düzenin mimarisi ve kuralları konusunda rekabet ve ihtilaflar meydana gelebilir. Bu güçler süreç içerisinde Almanya’nın gerçek partnerleri olabilecek kadar, çatışmayı da seçebilirler.» Güncel Ukrayna krizi çerçevesinde bakıldığında, F. Almanya egemenlerinin 2013’de yapılan bu öngörüye göre hareket ettikleri ve Rusya’nın »çatışmayı seçtiği« görüşünde olduklarını görebiliriz.
»Rahatsız edici güçler« konusundaki tespitleri ise çok açık: »Uluslararası düzeni ve geçerli normlarını çiğneyen; ortak alanlar veya küreselleşmenin kritik altyapıları üzerinde egemenlik talepleri ileri süren rahatsız edicilere karşı uzlaşmacılığın yeterli olmadığı zamanlarda Almanya, bu emtiaların, normların ve birlik çıkarlarının korunması için uluslararası hukuk temelinde askeri şiddet uygulamaya veya en azından uygulayacağı tehdidini inandırıcı bir biçimde kullanmaya hazır olmalıdır.« F. Almanya egemenleri bu şekilde emperyalist dünya düzenini, yani neoliberal kapitalizmin yayılmasını aksatabilecek veya engelleyebilecek ülkelere karşı açıkça savaş ilân edeceği tehdidini savurmaktadırlar.
Aynı şekilde AB’nin bütünüyle F. Almanya’nın hegemonyası altına sokulması hedeflenmektedir. F. Almanya’nın bugünkü AB politikası AB’nin sadece hükümetlere yönelik değil, »aynı zamanda ülke halklarına da« yönelik bir düzen koruma gücü olarak hareket etmesini sağlamaya çalışmaktadır. Şansölye Merkel’in AB konusunda 2015’de yaptığı son hükümet açıklamasında, »AB, Avrupa’ya komşu ülkeleri ve bunların halklarını ortak hedeflerimize kazanmak için elindeki iktisadi, diplomatik ve güvenlik politikası araçlarını kararlı bir biçimde kullanacaktır« sözü, bu çerçevede anlaşılmalıdır.
Toplumsal meşruiyet kazanma stratejileri
F. Almanya egemenleri, işçi sınıfını ve toplumsal kesimleri bu politika değişimini meşruiyete kavuşturma amacıyla geniş bir propaganda stratejisiyle kazanmaya çalışmaktadır. Burjuva basınının da yardımıyla kamuoyu etkileme araçlarının tümü uygulamaya sokulmaktadır. Bir yanda, gazetemizin 6. sayısında yayınladığımız yazıda gösterdiğimiz gibi, Pegida benzeri sağ popülist akımlarla refah şovenizmi ve ırkçılık körüklenmekte, diğer yanda ise kilit sanayi alanlarındaki çekirdek kadrolara ücret artışı sağlanarak ve (otomotiv sektöründeki gibi) şirket yönetimleri trafından prim ödemeleri yaptırılarak, hissedilen ve gerçek refah düzeyi artırılmaktadır. Burjuva basını, bu »refah artışını« F. Almanya’nın »dünya ihracat şampiyonu« olmasına bağlamakta ve ihracatın tehlikeye düşmesinin »halkın refahını tehlikeye düşüreceğini« telkin etmektedir.
Bu çerçevede F. Almanya’daki üniversiteler ve kimi bilim insanı da özel rol oynamaktadır. Bir taraftan üniversitelere doğrudan Savunma Bakanlığı bütçesinden ve silah tekellerinden proje paraları sağlanarak, savaş stratejilerinin geliştirilmesi, işgal öncesi ve sonrası sivil toplum örgütlerinin ilgili bölgelerde görevlendirilmeleri, F. Almanya iç kamuoyuna yönelik »enformasyon« çalışmaları ve yüksek teknolojili savaş araçları ve silahlarının geliştirilmesi için projeler yürütülmekte ve Federal Ordu-Üniversiteler işbirliği derinleştirilmektedir. Diğer taraftan da bilhassa tarihçiler, sosyologlar ve siyaset bilimcileri üzerinden bu (neoliberal) politikaların »alternatifsiz olduğu« tezi işlenmekte, »kültürler çatışmasının kaçınılmazlığı« kanıtlanmak istenmekte ve tarih revizyonizmine yönelik algı çalışmaları yürütülmektedir.
Nihâyetinde, geleneksel olarak F. Alman kamuoyunda saygınlığı olan F. Cumhurbaşkanlığı makamı bizzat devreye sokularak, askeri tabunun yıkılması, Alman faşizminin insanlık ve savaş suçlarının izafileştirilmesi, »çıkarlarımızın korunması askerlerimizin yaşamına mal olabilir« anlayışının olağanlaştırılması ve emperyalist stratejilerin meşrulaştırılması için kamuoyu algısının değiştirilmesi çabaları yönetilmektedir. Transatlantik partnerliği »kökleştirecek« TTIP antlaşmasının savunulması, Yunanistan’a yönelik yaptırımlar, Ukrayna’daki gerici hükümetin desteklenip, Rusya’ya yönelik propagandanın artırılması v. b. nice konu, kamuoyunda »dünya düzenini korumak Almanların çıkarınadır« algısının yaygınlaştırılması için araç olarak kullanılmaktadır.

Kısacası, emperyalist hırsları kabaran F. Almanya sermayesi tüm kibri ile dünya sömürü düzenini kalıcılaştırmak, neoliberal kapitalizmi yerküreye yaymak ve dünya işçi sınıfı ile emekçilerini burjuvazinin sınıf egemenliği altında tutmak için eline geçen yeni gücünü kullanmak, »sorumluluğunu« üstlenmek istiyor. Bunu engelleyebilecek olan F. Almanya işçi sınıfı ise kendi sorumluluğunu üstlenebilecek mi, işte onu zaman gösterecek.