Avrupa Birliği’nin (AB) patronu hâline
gelen Federal Almanya sermayesi, yeniden dünya gücü olma hedefiyle attığı
adımlarını hızlandırmaya başladı. Münih’te her yıl düzenlenen ve uluslararası silah
tekellerinin temsilcileriyle, dünya çapındaki neoliberal elitlerin bir araya
geldikleri geleneksel »Güvenlik Konferansının« 2014 Şubat’ındaki toplantısı,
emperyalist hırsları kabaran F. Almanya sermayesinin 1945 sonrasında ilk kez
böylesine pervasızca planlarını sergilediği bir sahne olmuştu. Azılı bir
antikomünist olan F. Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, yaptığı açılış
konuşmasında »Almanya yeni sorumluluğunu üstlenmeye hazırdır« diyerek,
propaganda savaşına yeni bir ivme katmıştı.
Aslında bu propagandanın nasıl bir yol
izleyeceği 2011’de Libya’ya karşı gerçekleştirilen müdahale savaşı esnasında
görülmekteydi. Bu propaganda, daha sonra, doğrudan Şansölye Angela Merkel’in
bütçesinden finanse edilen ve F. Alman devlet aklının biçimlendirildiği bir merkez
olan »Bilim ve Politika Vakfı« SWP’nin hazırladığı »Yeni Güç – Yeni Sorumluluk«
başlıklı strateji belgesiyle sistematikleştirildi. Ancak F. Almanya kamuoyunda
hâlâ yaygın olan savaş karşıtlığı nedeniyle, propaganda kamuoyunu etkileme
çabalarına yoğunlaştırıldı.
Bizzat F. Cumhurbaşkanının başını çektiği
bu çabalar, farklı alanlarda da yürütülüyor. Örneğin muhafazakâr tarihçilerin
yürüttükleri tartışmalara burjuva basınında geniş yer verilerek, Almanya’nın
Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nda hiç bir suçu olmadığı algısı
yaygınlaştırılmak isteniyor. Bu tarih revizyonizminin ardında yatan temel
hedef, bugüne kadar geçerli olan »savaşta suç işledik, bu nedenle savaşlara
katılma konusunda çekingen davranmalıyız« anlayışını değiştirmektir.
Kısacası F. Almanya egemenleri
başlattıkları bu topyekün propaganda atılımı ile F. Almanya’nın dış ve güvenlik
politikalarında esaslı rota değişikliklerine meşruiyet kazandırmak
istemektedirler. Bunun için F. Almanya siyasetinde geçerli olan iki temel
ilkenin: yani, dış politikanın »çekingenlik kültürü« yerine »savaşabilme
yetisine sahip olma kültürü« ve »değerler kültürü« yerine »çıkarlar kültürü«
tarafından yönlendirilmesini sağlamak istiyorlar.
Değişim süreci
1945-1999 yılları arası dönemde F.
Almanya’nın yurtdışında herhangi bir savaşa katılacak olması düşünülemezdi
bile. Ancak iki kutupluluğun sona ermesinden ve Demokratik Almanya
Cumhuriyeti’nin başarıyla F. Almanya’ya ilhak edilmesinden sonra, burjuvazinin
yayılmacılık hırslarının önü alınamaz oldu. Toplumsal ve bilhassa emek
örgütlerinin direncini kırma ve olanaklı olan en geniş toplumsal mutabakatı
sağlayarak »askeri tabunun yıkılması« görevini sosyaldemokratlar ve yeşiller
üstlendi. Dönemin SPD’li Şansölyesi Gerhard Schröder o nedenle hatıratında
1999’da Yugoslavya’ya karşı gerçekleştirilen saldırı savaşını, »hükümetimin
belki de en büyük başarısı, askeri tabuyu yıkmak olmuştur« diye
yorumlamaktaydı.
Ancak Yugoslavya savaşına karşı F. Almanya
barış hareketinin yaratabildiği kamuoyu tepkisi, özellikle 2001 Afganistan savaşına
F. Alman ordusunun katılmasıyla yaygın bir savaş karşıtlığına dönüşünce, F.
Almanya egemenleri geri adım atmak zorunda kalmışlardı. Nitekim 2009’da kurulan
ikinci muhafazakâr-liberal hükümet, koalisyon protokolüne »hükümetimiz
çekingenlik kültürüne bağlı kalacak ve askeri adımları yalnızca BM, NATO veya
AB kararları çerçevesinde atacaktır« biçiminde bir bölüm eklemişti.
F. Almanya bu bölüm nedeniyle BM’in 2011’de
alınan 1973 nolu Libya kararına çekimser oy kullanmış ve Libya’ya yönelik
müdahale savaşına katılmayı reddetmişti. Kamuoyunun tepkisinden çekinen
muhafazakâr-liberal hükümete en sert tepkiler SPD ve Yeşiller partisinden
geldi. Dönemin liberal FDP’li Dış İşleri Bakanı Guido Westerwelle o zamanlar en
fazla eleştirilen isimdi. Westerwelle’nin selefi ve ünlü Yeşil politikacı
Joseph Fischer, F. Almanya’nın Libya savaşına katılmamasına ateş püskürüyor ve
şöyle diyordu: »Hükümetin başarısız politikası nedeniyle utanıyorum. (...) BM
Örgütündeki ve Ortadoğu’daki Alman politikası inandırıcılığını yitirmiştir.
Almanya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde daimi koltuğa sahip olma talebini artık
çöpe atabiliriz. Avrupa’nın geleceği ürkütücü«. İlk kez kot pantalon ve spor
ayakkabılarıyla bakanlık yemini ederek »skandal« yaratan Fischer, böylelikle
bir zamanların pasifist Yeşillerinin, aynı SPD gibi nasıl Alman emperyalizminin
şahinlerine dönüştüklerini kanıtlıyordu.
SPD ve Yeşillerin çıkışından cesaret alan
muhafazakârlar ise kendi kurdukları hükümetin dış politikasını eleştirmeye
başladılar. Örneğin dönemin Savunma Bakanı Thomas de Maiziére Libya
tartışmalarına katılarak, »Federal Orduyu gerektiğinde Almanya’nın çıkarları
doğrudan etkilenmese de kullanmak zorunda kalabiliriz« diyordu. Benzer
tartışmalar Suriye’de 2011’de başlayan olaylar konusunda da yaşandı. Dış İşleri
Bakanı Westerwelle »Suriye’de siyasi çözüm gereklidir« derken, muhafazakârlar,
SPD ve Yeşiller müdahale edilmesini savunuyorlardı. Ancak kısa zamanda
Suriye’nin Libya olmadığı ve stratejik müttefik ABD’nin çekimser kaldığı ortaya
çıkınca, teorik tartışmalar siyasi pratiğe uygulanamadı.
»Yeni Güç – Yeni Sorumluluk«
Gene de bu teorik tartışmalar orta vadede
siyaseti etkilemeye başlıyorlardı. Bu noktada SWP merkezi bir rol oynadı. SWP
»uzmanlarından« Markus Kaim’ın »Çekingenlik kültürü, eski F. Almanya’nın dış
politika anlayışıdır. Ancak bugün koşullar değişmiştir: söz konusu olan soğuk
savaş döneminin ihtilafları değildir. Birleşik Almanya elde ettiği yeni gücün
gereğini yerine getirmelidir« biçimindeki görüşü hükümet görüşü hâline geldi.
Nitekim Dış İşleri Bakanlığı’nın finanse
ettiği ve SWP ile »German Marshall Fund« GMF’nin üstlendiği »Yeni Güç – Yeni
Sorumluluk« başlıklı bir proje başlatıldı. 2012 Kasım’ı – 2013 Eylül’ü arasında
»Federal Parlamento, hükümet, üniversiteler, şirketler, vakıflar, düşünce
kuruluşları, medya ve sivil toplum örgütlerinden yaklaşık 50 kişinin katıldığı
toplantılarda« F. Almanya’nın güncel dış politikasını belirleyen raporlar
hazırlandı.
Bu toplantıların en önemli özelliklerinden
birisi, »Almanya’nın dış politik hedefleri partiler üstü bir mutabakatla
hazırlanıyor« görüntüsü vermekti. Raporlarda öncelikle »Bonn Cumhuriyeti,
Avrupa’da ve transatlantik partnerlik içerisinde belirleyici rol oynayabilmek
için yeterli ağırlığa ve özgürlüğe sahip değildi. Bugün ise Almanya’nın artan
gücü yeni etkileme olanaklarını ortaya çıkartmaktadır. Ancak Almanya bugüne
kadar iktisadi gücüne, jeostratejik ağırlığına ve uluslararası saygınlığına
oranla yönlendirici rolünü yeterince oynayamamaktadır« tespiti yapılıyordu.
F. Almanya’nın potansiyelinin çok daha
fazlasını olanaklı kıldığı iddiasıyla, dış ve savunma politikalarında esaslı
değişimlerin yapılması talep ediliyordu: »Almanya’nın stratejik çevresindeki
devinimler, Avrupa ve güvenlik politikaları, yeni güçlerle olan ilişkiler ve
küresel düzenin yenilenmesi, Alman devlet hedeflerinin yeni tanımını gerekli
kılıyor«. Raporları hazırlayanlar, Avrupa ülkelerinin geleneksel olarak yeniden
güçlenen bir Almanya’dan çekindiklerini bildiklerinden, siyaset değişimi taleplerinin
ancak AB çatısı altında olanaklı olacağının bilincindeydiler.
Geliştirilen siyasi çizgi bu çerçevede
sadece F. Almanya’nın değil, bütünüyle AB’nin esaslı dönüşümünü öngörüyor.
Ancak AB’nin dönüşümünün asıl hedefi, F. Almanya’nın öncü güç olmasına hizmet
etmesidir. Bu nedenle »Yeni Güç – Yeni Sorumluluk« sonuç raporu F. Almanya’nın
»ön sırada« olması gerektiğini şöyle gerekçelendiriyor: »Almanya gelecekte daha
çok ve daha kararlı yönetmek zorundadır. Tarihi, konumu, ama daha fazlasıyla şu
andaki iktisadi gücü ve yeni jeopolitik ağırlığı, AB’nin korunması ve
geliştirilmesi için Almanya’ya özel bir sorumluluk yüklemektedir. O nedenle
Almanya ortak hedefler için ve sadece diğer AB üyesi ülkelerle birlikte daha
kararlı yönetmek zorundadır. Diğer yandan BM içerisindeki rolü de değişmelidir.
Güvenlik Konseyi’nde, uluslararası düzeni koruma sorumluluğunu üstlenmeye hazır
olan yeni öncü güçler yer almalıdır. Almanya bu öncü güçlerden birisidir.«
Alman emperyalizminin meydan
okuması
Gerek AB’nde, gerekse de BM de »öncü« rol
talep eden F. Almanya sermayesi, elde ettiği gücün cesaretiyle emperyalist
hırslarını açıklamaktan ve gerekçelendirmekten de çekinmiyor. Örneğin sonuç
raporunun 33. sayfasında şunlar yazılı: »Almanya kendi yaşam tarzını korumak
istiyorsa, o zaman devletin elindeki, askeri olanlar dahil, tüm meşru
olanakları kullanarak kurallara dayalı olan dünya düzeninin korunması için çaba
göstermelidir. (...) Almanya, hiç bir ülkede olmadığı kadar küreselleşmeden ve
barışçıl, açık ve özgür dünya düzeninden faydalanmaktadır. Ama Almanya aynı
zamanda bu düzenin işlemesine bağımlıdır. Bu nedenle sistemde olası
bozuklukların sonuçlarından özel bir biçimde yara alabilir.«
Dünyanın geri kalan büyük bir kesimi için
sömürü, açlık, yoksulluk, savaşlar, işkenceler, zorla yerinden edilmeler,
sefalet ve milyonlarca kez ölüm anlamına gelen güncel dünya düzeninin, F.
Almanya sermayesinin ne denli çıkarına olduğu ancak bu kadar açık yazılabilir.
»Sistemde olası bozukluklar«, yani dünyanın herhangi bir yerinde dünya düzeninin
işleyişini aksatabilecek kalkışmalar veya iktidar değişiklikleri bu nedenle F.
Almanya’nın »çıkarlarını« tehdit eden düşmanlıklar olarak ilân edilmektedir.
Böylelikle de dünya düzeninin hiyerarşik
yapısı ve sömürü mekanizmaları ile hammadde kaynaklarına engelsiz ulaşımın
ayakta kalmasının askeri araçlarla sağlanmasının gerekçesi hazırlanmaktadır:
»Almanya’nın askeri güçleri yurt ve ittifak savunması için gereklidir; aynı
zamanda krizleri engellemeye, ihtilafları sınırlama ve sonlandırmaya ve nakliyat
yollarının güvenceli kalmasına da yardımcı olmaktadır« denilerek, Federal
Ordunun »asli« görevleri tanımlanmaktadır.
»Rahatsız edici yeni güçler«
Muhalif kesimler arasında yapılan kimi
yorumda, F. Almanya’nın dış ve güvenlik politikalarındaki bu değişimlerin
emperyalist blok içerisindeki çelişkilerin sertleştiğine ve ABD-AB çatışmasına
işaret ettiği iddia edilmektedir. Sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkiler
kapitalizme özgü özelliklerdir ve elbette emperyalist güçler arasında da çıkar
çelişkileri söz konusudur. Ancak F. Almanya politikalarındaki değişimler,
ABD-AB çatışmasının değil, tam aksine Batılı emperyalist güçlerin aralarındaki
çelişkileri en aza indirme ve stratejik işbölümünü geliştirme çabalarının bir
sonucudur. F. Almanya, ABD’nin Pasifik’e yönelme stratejisi çerçevesinde ABD
ordusunun Doğu Avrupa, Akdeniz ve Afrika’daki görevlerini üstlenmeye
hazırlanmaktadır. Güncel dünya düzeninin korunmasının ancak iki emperyalist
merkezin sıkı işbirliği ile olanaklı olacağı bilinmektedir. Nitekim sonuç
raporunda, ki bunu günümüz F. Almanya’sının devlet aklı olarak okumak
gerekmektedir, ABD, AB çatısı altında hareket eden F. Almanya’nın dış politika
gücünü artıran ve vazgeçilmez partner olarak tanımlanmaktadır.
Buna karşın emperyalist hedeflere engel
çıkarabilecek ülkeler iki kategoride ele alınmaktadırlar. Rusya ve Çin,
iktisadi ilişkilerin geliştirilerek, »istikrar ilişkisi çizgisine«
çekilebilecek »meydan okuyucu ülkeler« olarak nitelendirilirlerken, İran ve
Venezuela veya Mali gibi ülkeler »rahatsız edici yeni güçler« olarak kategorize
edilmektedirler. İlginçtir: Türkiye ile olan ilişkiler eskiden olduğu gibi,
bugün de »istikrar ve güvenlik işbirliği« çerçevesinde değerlendirilmektedir.
Rusya ve Çin’in iktisadi güçlerinin olası
rekabet sorunlarına yol açabileceği tespit edilerek, şöylesi bir öngörüde
bulunulmaktadır: »Dünyanın yeni iktisadi ve siyasi merkez güçleri olabilecek bu
ülkeler ile Almanya arasında etki alanları, kaynaklara ulaşım, uluslararası
düzenin mimarisi ve kuralları konusunda rekabet ve ihtilaflar meydana
gelebilir. Bu güçler süreç içerisinde Almanya’nın gerçek partnerleri olabilecek
kadar, çatışmayı da seçebilirler.» Güncel Ukrayna krizi çerçevesinde
bakıldığında, F. Almanya egemenlerinin 2013’de yapılan bu öngörüye göre hareket
ettikleri ve Rusya’nın »çatışmayı seçtiği« görüşünde olduklarını görebiliriz.
»Rahatsız edici güçler« konusundaki
tespitleri ise çok açık: »Uluslararası düzeni ve geçerli normlarını çiğneyen;
ortak alanlar veya küreselleşmenin kritik altyapıları üzerinde egemenlik
talepleri ileri süren rahatsız edicilere karşı uzlaşmacılığın yeterli olmadığı
zamanlarda Almanya, bu emtiaların, normların ve birlik çıkarlarının korunması
için uluslararası hukuk temelinde askeri şiddet uygulamaya veya en azından
uygulayacağı tehdidini inandırıcı bir biçimde kullanmaya hazır olmalıdır.« F.
Almanya egemenleri bu şekilde emperyalist dünya düzenini, yani neoliberal
kapitalizmin yayılmasını aksatabilecek veya engelleyebilecek ülkelere karşı
açıkça savaş ilân edeceği tehdidini savurmaktadırlar.
Aynı şekilde AB’nin bütünüyle F.
Almanya’nın hegemonyası altına sokulması hedeflenmektedir. F. Almanya’nın
bugünkü AB politikası AB’nin sadece hükümetlere yönelik değil, »aynı zamanda
ülke halklarına da« yönelik bir düzen koruma gücü olarak hareket etmesini
sağlamaya çalışmaktadır. Şansölye Merkel’in AB konusunda 2015’de yaptığı son
hükümet açıklamasında, »AB, Avrupa’ya komşu ülkeleri ve bunların halklarını
ortak hedeflerimize kazanmak için elindeki iktisadi, diplomatik ve güvenlik
politikası araçlarını kararlı bir biçimde kullanacaktır« sözü, bu çerçevede
anlaşılmalıdır.
Toplumsal meşruiyet kazanma
stratejileri
F. Almanya egemenleri, işçi sınıfını ve
toplumsal kesimleri bu politika değişimini meşruiyete kavuşturma amacıyla geniş
bir propaganda stratejisiyle kazanmaya çalışmaktadır. Burjuva basınının da
yardımıyla kamuoyu etkileme araçlarının tümü uygulamaya sokulmaktadır. Bir
yanda, gazetemizin 6. sayısında yayınladığımız yazıda gösterdiğimiz gibi,
Pegida benzeri sağ popülist akımlarla refah şovenizmi ve ırkçılık
körüklenmekte, diğer yanda ise kilit sanayi alanlarındaki çekirdek kadrolara
ücret artışı sağlanarak ve (otomotiv sektöründeki gibi) şirket yönetimleri
trafından prim ödemeleri yaptırılarak, hissedilen ve gerçek refah düzeyi
artırılmaktadır. Burjuva basını, bu »refah artışını« F. Almanya’nın »dünya
ihracat şampiyonu« olmasına bağlamakta ve ihracatın tehlikeye düşmesinin
»halkın refahını tehlikeye düşüreceğini« telkin etmektedir.
Bu çerçevede F. Almanya’daki üniversiteler
ve kimi bilim insanı da özel rol oynamaktadır. Bir taraftan üniversitelere
doğrudan Savunma Bakanlığı bütçesinden ve silah tekellerinden proje paraları
sağlanarak, savaş stratejilerinin geliştirilmesi, işgal öncesi ve sonrası sivil
toplum örgütlerinin ilgili bölgelerde görevlendirilmeleri, F. Almanya iç
kamuoyuna yönelik »enformasyon« çalışmaları ve yüksek teknolojili savaş
araçları ve silahlarının geliştirilmesi için projeler yürütülmekte ve Federal
Ordu-Üniversiteler işbirliği derinleştirilmektedir. Diğer taraftan da bilhassa
tarihçiler, sosyologlar ve siyaset bilimcileri üzerinden bu (neoliberal)
politikaların »alternatifsiz olduğu« tezi işlenmekte, »kültürler çatışmasının
kaçınılmazlığı« kanıtlanmak istenmekte ve tarih revizyonizmine yönelik algı
çalışmaları yürütülmektedir.
Nihâyetinde, geleneksel olarak F. Alman
kamuoyunda saygınlığı olan F. Cumhurbaşkanlığı makamı bizzat devreye sokularak,
askeri tabunun yıkılması, Alman faşizminin insanlık ve savaş suçlarının
izafileştirilmesi, »çıkarlarımızın korunması askerlerimizin yaşamına mal
olabilir« anlayışının olağanlaştırılması ve emperyalist stratejilerin
meşrulaştırılması için kamuoyu algısının değiştirilmesi çabaları
yönetilmektedir. Transatlantik partnerliği »kökleştirecek« TTIP antlaşmasının
savunulması, Yunanistan’a yönelik yaptırımlar, Ukrayna’daki gerici hükümetin
desteklenip, Rusya’ya yönelik propagandanın artırılması v. b. nice konu,
kamuoyunda »dünya düzenini korumak Almanların çıkarınadır« algısının
yaygınlaştırılması için araç olarak kullanılmaktadır.
Kısacası, emperyalist hırsları kabaran F.
Almanya sermayesi tüm kibri ile dünya sömürü düzenini kalıcılaştırmak,
neoliberal kapitalizmi yerküreye yaymak ve dünya işçi sınıfı ile emekçilerini
burjuvazinin sınıf egemenliği altında tutmak için eline geçen yeni gücünü kullanmak,
»sorumluluğunu« üstlenmek istiyor. Bunu engelleyebilecek olan F. Almanya işçi
sınıfı ise kendi sorumluluğunu üstlenebilecek mi, işte onu zaman gösterecek.