Seçim sonrasında ve meclisin oluşmasının
yarattığı hengame içerisinde spekülasyonlar, abartılı beklentiler ve maddi
temeli olmayan analizler havada uçuşuyor. HDP’nin seçim başarısıyla umutlanan muhalif
güçlerin sevinci anlaşılır bir tepki. Ancak tam da şimdi koşulları, maddi
şartları ve olasılıkları doğru analiz eden ve ayakları bulutlar üzerine asılı
olmayan bir siyaset geliştirilmeli.
Öncelikle muhalif kesimlerde de sıkça
görülen ve Türkiye’deki otoriter-faşizan gelişmeyi Erdoğan üzerinden
»kişiselleştiren« yaklaşımlardan uzak durmak gerekiyor. Gelişmelerin
»kişiselleştirilmesi« siyasi otoriterliğin temelinin kapitalist sermaye
birikimi olduğu ve bu birikim dinamiklerinin Erdoğan ve AKP’nin ötesinde etkide
bulunduğu gerçeğinin üstünü örtüyor ve HDP’nin belirgin bir kırılma
gerçekleştirebilmesi için yapması gerekenlerin görülmesini engelliyor.
Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu
sorunlar salt Erdoğan ile açıklanamaz. Aksine, bu yapısal nedenlerin üstünü
örter. Bir kere 2002’den bu yana adım adım gerçekleştirilen otoriterleşme, salt
Erdoğan ve AKP böyle istedi diye değil, 1980’lerden itibaren askeri zor ile
uygulamaya sokulan neoliberal dönüşümü toplumsal dirence karşı güvenceye almak
için sürdürülmüştür ve bundan sonra da sürdürülebilmenin yolları aranmaktadır.
Erdoğan’ın başarısı, eleştirileri kendi üzerine çekmek ve bu şekilde de
tabanını mobilize edebilmiş olmaktır. O nedenle iktisadi arka planı dikkate
almadan salt Erdoğan ve AKP eleştirisine yoğunlaşmak, kapitalist sömürüyü
gizlemeye ve burjuvazinin hegemonyasını yeniden üretmeye yaramaktadır.
Diğer tarafta Erdoğan’ın başkanlık
projesini »kişisel diktatörlük hırsı« olarak algılamak da yanıltıcıdır. Doğru,
Erdoğan abartılı bir hırsla tek adamlığa oynamaktadır, ama asıl belirleyici
olan Erdoğan’ın arkasında duran sermaye güçlerinin çıkarlarıdır. Erdoğan,
»İslami« olarak adlandırılan sermaye gruplarına başkanlık sistemi ile
uluslararası tekeller karşısında siyasi himaye vaat ederken, sanayi üretiminin
yüzde 65’i ile ihracatın yüzde 80’ini elinde tutan TÜSİAD üyeleri ve
uluslararası sermaye devlet bürokrasisini kontrol altında tutacak parlamenter
»demokrasiyi« öncelemektedirler. Yani, başkanlık tartışmaları ancak kapitalist
rekabetin örgütlenmesinin siyasi biçimleri üzerine verilen çatışmalar ışığında
doğru değerlendirilebilir.
AKP, CHP ve MHP esas itibariyle sermaye
fraksiyonlarının çıkarlarını gözeten bir siyaseti temsil etmektedirler. HDP ise
bu cephe karşısında Gezi ve Kobanê »ruhlarını« birleştiren bir alternatif
potansiyeli içerisinde barındırmaktadır. Bu potansiyeli ete-kemiğe büründürmek;
barışçıl, demokratik, eşitlikçi, sosyal ve ekolojik yönelimli halklar
hareketine dönüştürmek, en başta HDP bileşenlerinin sorumluluğundadır. Sokağın gücünü
kullanabilen, işçi sınıfının – örneğin metal işçilerinin direnişi ile kimlikler
ve milliyetler sorununun çözümünü birleştiren, emperyalist stratejilere ve
kapitalist sömürüye karşı çıkan bir HDP, halkların gerçek alternatifi hâline
gelebilir. HDP ayaklarını yere basmalıdır, aksi takdirde düzenin çarklarından
birisi olmaktan kurtulamayacaktır.