»AB uzun zamandan beri ilk kez ciddi varoluş sorunlarıyla
boğuşuyor. Geleneksel olarak kıta Avrupa’sından ziyade, ABD’ne yakın olan
Britanya AB üyeliğinden çıkış şantajıyla Federal Almanya karşısındaki
pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. Yunanistan, Portekiz, İtalya ve İspanya
borç krizi içinde ve Federal Almanya’nın başarıyla gerçekleştirdiği reform ve
tasarruf paketlerini uygulamakla boğuşuyorlarken, Polonya, Litvanya ve
Macaristan gibi üye ülkeler, Rusya bizi tehdit ediyor gerekçesiyle ABD’nin
politik sularında yüzüyorlar. Aynı zamanda mülteci krizine çözüm olarak AB
sınırlarının kapatılmasını ve Schengen Antlaşmasının askıya alınmasını
istiyorlar. Bulgaristan, Romanya ve Slovenya’nın yanı sıra Kosova
yurttaşlarının serbest dolaşım hakkını kötüye kullanarak kitlesel biçimde
zengin AB ülkelerine göç etmeleri ve Britanya, Federal Almanya, Fransa ve
Benelüx ülkelerinin sosyal yardım bütçeleri üzerinde baskı oluşturmaları, bu
ülkelerde ve Brüksel’de kaygıyla izleniyor. Federal Alman Şansölyesi Merkel’in
mülteci krizinde izlediği yanlış politika, diğer AB üyesi ülkeleri, bilhassa
Balkan güzergâhı üzerindeki transit ülkelerini tedirgin ediyor. AB,
dağılabileceği bir krize doğru hızla ilerliyor.«
Bu ve benzeri tespitleri bugünlerde muhafazakâr burjuva basınında
neredeyse her gün okumak mümkün. AB ülkelerinde sağ popülist ve
ırkçı-milliyetçi siyasî formasyonların güç kazanmalarından ve parlamentolara
girmelerinden güya »kaygılıymış« görüntüsü veren burjuva basını, AB’nin
»dağılma tehlikesiyle« karşı karşıya olduğunu temcit pilavı gibi tekrarlıyor.
Peki ama, AB sahiden de böylesi bir tehlikeyle karşı karşıya mı?
Bu tartışmaların ardında yatan asıl nedenler nedir? Dünyanın en zengin refah
bölgelerinden birisi olan merkez Avrupa, dünya çapında 60 milyondan fazla
insanı kapsayan mülteci kitlesinin sadece ufak bir bölümü ile başa çıkmayı
beceremeyecek mi? Mülteci akınları hangi amaçlar için araçsallaştırılıyor? Hem
tüm bunların Türkiye ile ilgisi ne? Okuduğunuz makalede bu güncel sorulara
yanıt aramaya çalışacağız.
Demokrasinin beşiği mi?
Soruları yanıtlamadan önce AB’nin ne olduğunu ve günümüzdeki
karakteristik özelliklerini açıklamakta ve AB üzerine netleşmekte yarar var. 28
ülkenin üyesi olduğu AB, 2000 yılında yapılan Lizbon Zirvesi’nden bu yana
sistematik dönüşümünü hızlandırmıştır. Aslında başından itibaren bir
emperyalist proje olan AB, 1990’a kadar reel sosyalizmin baskısıyla ve
sosyalizmin varoluşundan güç alan Avrupa sendikal hareketinin mücadeleleri
sayesinde »Avrupa sosyal devleti« anlayışı çerçevesinde ve
»Ortak Avrupa evi« illüzyonlarını kullanarak şekillenmekteydi. 1989/1990 karşı
devriminden sonra ise, asıl amacını dizginlerinden boşalmış bir biçimde takip
etmeye başladı. 2000’de Lizbon’da karar altına alınan strateji ile dönüşüm
süreci hızlandırıldı. Bu sürecin en önemli özelliği, AB üyesi ülkelerde
neoliberal dönüşümün ve mütemadiyen militaristleşme politikalarının
derinleştirilmesidir. AB günümüzde, Batı Avrupalı emperyalist devletlerin, F.
Alman emperyalizminin patronajı altındaki iktisadî ve siyasî yapılanması hâline
gelmiştir. F. Alman emperyalizminin patronajı altındadır, çünkü AB olduğu gibi
F. Almanya’nın iç pazarı hâline gelmiştir.
Emperyalist yayılmacılık; »dünyanın en büyük rekabet yetisine
sahip merkez gücü olma« hedefi; sadece üye ülkelerin değil, aynı zamanda tüm
toplumun militarist süreçlere entegre edilmeleri, bu amaçla yardım
kuruluşlarının, STK’ların, üniversitelerin, medyanın ve »iktisadî kalkınma
yardım programlarının« askerî-sınai kompleksin hizmetine sokulması; AB
çeperindeki komşu ülkelerin siyasî, iktisadî, toplumsal ve askerî araçlarla
Batı Avrupalı emperyalist güçlerin etkinlik alanı içine alınmaları; rejim
değişikliklerini teşvik ederek, borçlandırarak, işbirliği programları dayatarak
hükümran devletlerin bağımsızlıklarının ve toprak bütünlüklerinin tehdit
edilmesi; ulus devlet parlamentolarının ve BM örgütünün işlevsiz kılınması,
uluslararası hukukun çiğnenmesi; tahkim mahkemeleri, uluslararası finans
kurumları ve serbest ticaret antlaşmaları dayatarak hükümran devletlerin
sermaye ve tekeller karşısında savunmasız bırakılmaları; AB üyesi ülkelerde
masif biçimde sosyal ve demokratik hakların budanması, mücadeleler sonucu elde
edilen tüm kazanımların içinin boşaltılması, işçi sınıfının küçümsenemeyecek
bir bölümünün toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel yaşamdan dışlanması;
burjuva demokrasilerinin temel hak ve özgürlüklerini rafa kaldıran otoriter
güvenlik rejimlerinin inşa edilmesi – tüm bunlar ve daha nicesi günümüz AB’nin
karakteristik özellikleridir.
Başta F. Alman emperyalizmi olmak üzere, giderek saldırganlaşan ve
gericileşen Batı Avrupa emperyalist devletleri AB’ni ortak çatıları olarak
kullanarak, ABD emperyalizmi ile kâh ortaklaşarak, kâh rekabet içine girerek,
dünyanın yeniden paylaşımını organize etmektedirler. AB, NATO’ya paralel olarak
Doğu Avrupa’ya genişlemekte ve Avrupa ile dünyadaki çelişkileri
derinleştirmektedir. ABD ile eşgüdümlü biçimde, başta Rusya Federasyonu olmak
üzere, BRICS ülkelerine karşı siyasî ve iktisadî savaş açmış, Ortadoğu ve
Afrika’daki enerji ve hammadde kaynaklarının bulunduğu bölgeleri
istikrarsızlaştırmış, dahası CETA, TTIP ve TISA gibi, sermayenin ve tekellerin
lehine olan serbest ticaret ve yatırım koruması antlaşmalarıyla kapitalist eşik
ülkelerini her açıdan boyunduruk altına sokmuştur.
AB içerisinde ise gerçekleştirilen neoliberal dönüşüme karşı
toplumsal direncin oluşmasını engellemek için, başta işçi sınıfı olmak üzere,
farklı toplumsal katmanları bölmekte, birbirlerine düşman hâle getirmekte,
İslam ve mülteci düşmanlığı üzerinden sağ popülist, ırkçı-milliyetçi parti ve
hareketleri güçlendirerek, emperyalist yayılmacılığa, neoliberal uygulamalara
ve militarist politikalara toplumsal rıza yaratılmaktadır. Bu politikaların
yükünün sırtına yükleneceğini hisseden, ancak sınıf iç güdüsünü kaybetmiş, bu
nedenle de enternasyonalist dayanışma duygusu körelmiş olan Avrupa işçi
sınıfının örgütsel zayıflığı ve sınıf sendikacılığı anlayışından uzaklaşmış
olması, emperyalist devletlerdeki burjuvazinin »böl ve yönet« politikalarını
kolaylaştırmaktadır.
Burjuvazinin 1789 Büyük Fransız Devrimi ile burjuva demokratik
devrimler çağını başlatması nedeniyle, Avrupa’nın burjuva demokrasilerinin
beşiği olduğu iddia edilebilir. Ancak burjuvazinin, kendisini hemen burjuva
demokratik devrimleri esnasında gösteren gerici karakteri ve bu gericiliğinin
bugüne kadarki kapitalist gelişme sürecinin değişmez emaresi olması, burjuva
demokrasilerinin ancak işçi sınıfının verdiği sınıf mücadeleleri ile
»demokratik« değerlerini koruduğu ve işçi sınıfı, özellikle sosyalizm geri püskürtüldüğünde,
bu değerlerin hemen ortadan kaldırıldığı, kapitalizmin yayılma tandansının
baskın çıktığı gerçeğini teyit etmektedir. O açıdan günümüz AB’nin, liberal
çevrelerce ileri sürüldüğü gibi »demokrasinin« değil, vahşi kapitalist
sömürünün ve emperyalist yayılmacılığın merkezi ve mülteci sorunu, ekolojik
felaketler, savaş ve çatışmalar, kitlesel yoksulluk, çevre kirliliği vs. gibi
insanlığın varoluşunu tehdit eden sorunları çıkaran nedenlerden birisi olduğunu
tespit etmek durumundayız. Tüm bunların temel nedeni, emperyalizmin özüne dahil
olan ve kapitalizm çerçevesinde çözülmesi olanaksız iktisadî ve toplumsal
krizlerin artırdığı saldırganlıktır.
F. Almanya’nın rolü
F. Almanya AB’nin dönüşüm sürecinin motor gücü, süreci hızlandıran
en saldırgan, en gerici ve en militarist öncüsüdür. F. Alman emperyalizmi bu
öncü konumunu, dünyanın en güçlü emperyalist devleti hâline gelmek için
kullanmaktadır. F. Alman emperyalizmi, bu hedefini F. Almanya devletinin
kurulduğu ilk günden beri takip etmekte ve ABD ile olan ortaklığını ve ABD
emperyalizminin saldırgan politikalarını kendi hedeflerine ulaşmak için
bilinçli bir şekilde enstrümentalize etmektedir. Saldırgan politikalarına
özellikle 1990’da Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni ilhak etmesinden sonra hız
kazandırmıştır. Ancak hedeflerine tek başına ulaşamayacağını bildiğinden,
başından itibaren başka bir emperyalist ülke ile işbirliğinde hareket etme
stratejisini takip etmektedir. Uluslararası düzeyde ABD emperyalizmiyle büyük
ölçüde eşgüdümlü hareket ederken, AB içerisinde Fransız emperyalizmini
stratejik partner olarak seçmiştir.
AB’ni yayılmacı hedefleri için bir manivela ve aynı zamanda
Hinterlandı olarak kullanan F. Alman emperyalizmi, hem kendi ordusunun savaş
yetilerini devasa silahlanma projeleri ve yurt dışı operasyonlarıyla
artırmakta, hem de dünyanın farklı bölgelerine hızlı müdahale yeteneğine sahip
olacak bir AB ordusunu oluşturmaktadır. F. Alman hükümetleri, hangi partiler
iktidarda olursa olsun, bu ajandayı takip etmekte, devletin strateji
belgelerini mütemadiyen yenileyerek, devlet politikalarını ve ordunun
organizasyonunu temel hedeflere göre biçimlendirmektedirler.
F. Alman burjuvazisi, sendikal yönetimleri elinde tutan
sosyaldemokrasiyi ve Yeşiller gibi burjuva-liberali partileri stratejilerine
entegre etmeyi başarmış ve gerek hissedilen refah düzeyini yüksek tutarak,
gerekse de sağ popülist ve ırkçı-milliyetçi propagandayı yaygınlaştırarak işçi
sınıfının »aristokratlaşmış« kesimleri ile farklı toplumsal katmanların olurunu
alabilmiştir. Bizzat SPD ve Yeşiller üzerinden, aslında F. Alman burjuvazisinin
programından başka bir şey olmayan ve »Batı ve Doğu Avrupa ülkelerini, Beyaz
Rusya, Ukrayna ve Moldovya ile Trans-Kafkasya ve Merkez Asya gibi eski
Sovyetler Birliği bölgelerini, Türkiye, Ortadoğu ve Akdeniz ülkelerini içeren
büyük alanı Almanya’nın etki alanı hâline getirmeyi« öngören politika
(»Grossraum-Politik«) propaganda edilmektedir. Aynı şekilde, AB’nin Akdeniz’e
kıyısı olan ülkelere ve AB’nin çeper ülkelerine yönelik »Komşuluk Politikasını«
bu amaçla yönlendirmektedir. Avrupa’daki hegemonik ve öncü rolünün sürekli
genişletilerek güvence altına alınması ve bir dünya gücü seviyesine erişilmesi
hedefi, F. Almanya’nın – hangi hükümet altında olursa olsun – dış politikasının
değişmez kuralı hâline gelmiştir. F. Alman emperyalizmi, stratejik ve iktisadî
çıkarlarını »dışarıdan gelecek iktisadî, siyasî ve hatta askerî baskılara
karşı« elindeki tüm olanak ve araçlarla savunma iradesine ve yeteneğine sahip
olduğunu dünya aleme göstermektedir.
ABD emperyalizmi ile doğrudan karşı karşıya kalmadan bunu yapabileceği
bölge olarak Ortadoğu’yu seçtiği görülmektedir, ki ABD emperyalizminin Pasifik
Stratejisine öncelik vermesi ve bölgesel ihtilaflarda kendi askerî güçlerinden
ziyade, taşeron partnerlere »görevi devretme» yönelimi, F. Alman
emperyalizminin planlarını desteklemektedir.
F. Alman emperyalizminin zengin hammadde kaynaklarına, vazgeçilmez
jeostratejik öneme ve büyük, bakir pazarlara sahip olan Ortadoğu’ya yönelik
politikaları, kârlı iktisadî ilişkilerin kurulup, kökleştirilmesine ve
Ortadoğu’daki güç dengelerinin uzun vadede F. Alman sermayesinin lehine
değişmesini teşvik etmeye yöneliktir. Aynı şekilde Ortadoğu’nun yeniden
»düzenlenmesine« aktif katılımla, hem uluslararası siyasetin karar alma
mekanizmaları içindeki etkinliği artırmak, hem de bölgesel krizlerin ve
bilhassa Irak ve Suriye’de olduğu gibi ulus devletlerin çözülme süreçlerinin F.
Alman sermayesini olumsuz etkilemesini önlemek hedeflenmektedir. F. Alman emperyalizminin
taşıyıcı gücü olan askerî-sınai kompleksi on yıllardır Ortadoğu’ya yönelik
silah ihracatıyla F. Almanya’yı şimdiden vazgeçilmez bir aktör konumuna
yükseltmiştir.
Kilit ülke: Türkiye
F. Alman emperyalizminin ve diğer emperyalist güçlerin stratejileri,
özellikle Ortadoğu’da bölge egemenleri ile sıkı işbirliğini gerekli
kılmaktadır. Bu çerçevede emperyalizm için vazgeçilemeyecek derecede
jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik değeri olan Türkiye’ye kilit ülke rolü
verilmektedir. Türkiye konusundaki AB politikalarında gene belirleyici olan F.
Alman emperyalizmidir. Özellikle güncel mülteci »krizi«, Türkiye’nin AB etkisi
altına sokulması için katalizatör olarak kullanılmaktadır.
Güncel mülteci »krizi«, emperyalist güçler ile işbirlikçi ülkeler arasındaki
ilişkilerin çelişkisiz yürümediğini gösteren iyi bir örnek. Emperyalist güçler
ve her işbirlikçi ülke arasında olduğu gibi, F. Almanya-Türkiye veya AB-Türkiye
ilişkileri de, kimi zaman birbirleriyle çelişen çıkarlar üzerine kuruludur ve
güç dengelerine göre şekillenmektedir. Bununla birlikte bu ilişkiler her
defasında yeniden üretilmek ve biçimlendirilmek zorundadırlar. Emperyalist
devletlerin Türkiye karşısındaki üstün iktisadî güçleri ilişkileri her zaman
belirleyen bir faktör olsa da, Türkiye egemenleri toplumsal, siyasî, iktisadî
veya bölgesel gelişmelere göre işbirlikçilik hukukun belirlenmesine
katılabilmekte, avantaj durumuna göre kısa vadeli kazanımlar elde
edebilmektedir.
Bunu açıklamak için AB ve Türkiye arasında mülteci »krizi«
çerçevesinde yürütülen müzakerelere bakmak yeterli olacaktır: Türkiye’nin AB
için, özellikle »enerji güvenliği politikaları« açısından taşıdığı jeostratejik
önemini ilişkiler tartısına koyan AKP rejimi, gerek iç, gerekse de dış
politikasına – özellikle Suriye’ye ve bilhassa Rojava’ya yönelik
saldırganlığına – siyasî destek alabilmek, Avrupalı NATO üyelerinin ABD’ne AKP
rejiminin istediği yönde baskı yapmalarını sağlamak için, ülke içindeki mülteci
kitleleri ve son haftalarda bilinçli olarak Suriye-Türkiye sınırına yığdığı
Suriyelileri bir »şartlı rehin« olarak kullanmaktadır.
AKP rejimi bu »şartlı rehini« salt iç ve dış politikasına destek
almak için değil, aynı zamanda Türkiye’deki sermaye fraksiyonlarının Avrupalı
rakipleri karşısında avantajlı konum kazanabilmeleri ve daha da önemlisi, dış
politikadaki fiyasko yüzünden Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da kaybedilen pazarlar
nedeniyle ortaya çıkan zararlarını AB ile ilişkilerin yenilenmesiyle kompanse
edebilmek için de kullanmaktadır. Gerek Erdoğan’ın, gerekse de Yalçın Akdoğan
gibi bakanların son haftalarda »mülteciler AB’nin de sorunudur« biçiminde
açıklamalar yapmaları, AB’ne verilen »acele edin« sinyalleridir.
Ancak, ki burada AB’nin Türkiye stratejisinin temel dayanağı
görülmektedir, her ne kadar AKP rejimi elindeki »şartlı rehin« ile AB’ne
koşulları dikte edebilirmiş görüntüsü verse de, asıl sıkışan ve desteğe
ihtiyacı olan kendisidir. AKP rejiminin tüm dış politik hedefleri fiyaskoyla
sonuçlanmış, özellikle Suriye’de attığı her adım üç katı geri adımı zorlamış,
en yakın müttefiki ABD’nin güvenini kaybetmiştir. Ülkeye sokulan sıcak sermaye
akışı ekonomik istikrarsızlığı çözememiş, iktidarını ancak her geçen daha
otoriter yöntemlerle koruyabilen bir hükümet görüntüsü ortaya çıkmıştır.
AKP’nin şu an için korku ve şantajla ve muhafazakâr-milliyetçi söylem ve sadaka
dağıtma kombinasyonu ile küçümsenemeyecek toplumsal tabana ve sağın en güçlü
merkezi olarak önde gelen sermaye fraksiyonlarının desteğine sahip olması,
kırılgan iktidar yapısı gerçeğini değiştirmemekte, Kürt sorunu temelinde
krizleri yönetemeyen hükümet görüntüsünden kurtulamamakta ve Rusya ile
arasındaki kriz nedeniyle emperyalist merkezlerde »gereksiz ihtilaf yaratan
ülke« kaygılarına yol açmaktadır.
F. Alman emperyalizmi ve diğer emperyalist devletler AKP rejiminin
içinde boğuştuğu çoklu kriz ortamının ve rejimin kendilerine ne denli muhtaç
duruma düştüğünün çok iyi farkındalar. Elbette AB de çıkarlarını kollamak için
AKP rejimine ihtiyaç duymaktadır. Bir kere kısa vadedeki amaçları Türkiye’yi
AB’nin tampon ülkesi hâline getirmek ve ülkeyi bir »mülteciler hapishanesine«
çevirmektir. 18-19 Şubat 2016’da yapılan AB Zirvesi’nin ve 17-18 Mart’ta
yapılacak diğer zirvenin gündeminin gösterdiği gibi, AB AKP rejiminden »ev
ödevlerini« yerine getirmesini beklemektedir. Rejime güvenmediği için de, F.
Almanya-Türkiye içişleri bakanlıkları toplantısında Türkiye’nin Ege kıyılarında
Alman polislerinin devriye gezmesi kararını dayatmıştır. AB böylelikle AKP’nin
»şartlı rehinini«, yani mültecilerin AB’ne geçmelerine izin verebileceği
tehdidini de boşa çıkartmaktadır.
Ama asıl stratejik yönelim, AB Yakınlaşma Süreci çerçevesinde yeni
müzakere başlıklarının açılmasıdır. Çünkü açılan her yeni başlık, Yakınlaşma
Süreci’nin karakterine uygun olarak, Türkiye’nin adım adım hükümranlık haklarını
AB’ne devretmesini getirecektir. O açıdan başlatılan üyelik müzakereleri AKP’ye
verilen basit bir destek değil, daha çok AKP rejimini kontrol altına almak ve
AB’nin etkinliğini yükseltmenin bir adımıdır. Avrupalı emperyalist devletler,
AKP rejimini köşeye sıkıştırmıştır, çünkü emperyalizm için belirleyici olan
AKP’nin geleceği değil, Türkiye’yi kendi çıkarları için nasıl
kullanabileceğidir. AB’nin Türkiye stratejilerini dayandırdığı temel etmen,
çıkarlarının kollanmasıdır – AKP’yle veya bir başkasıyla.
Politika Gazetesi'nin 28. sayısında yayımlanmıştır.