ABD ve F. Alman
emperyalizmlerinin Rusya ve Çin çelişkileri üzerine
2016 Mart’ında Pentagon’un Doğu Avrupa’ya
4.200 asker, 250 tank ve 1.700 araçtan oluşan bir tank tugayını konuşlandırma
kararını alması, Avrupa’daki burjuva basınında tartışmalara yol açtı. ABD
böylelikle Avrupa’da üçüncü tugayını konuşlandırmış ve nihâyetinde F. Almanya
ve İtalya’dakilerle birlikte toplam 69 bin ABD askeri Avrupa’da görev yapıyor
olacak. Pentagon aynı zamanda Avrupa’daki askeri harcamalarını dört katına
çıkartarak, toplam 3,4 milyar Dolar’a yükseltme kararını aldı. Ayrıca NATO’nun
»Response Force« adı verilen roket savunmasındaki asker sayısı 13 binden 40
bine çıkartılacak ve Polonya’da konuşlandırılmış olan çok uluslu kolordu
teyakkuz hâline geçirilerek, Rusya sınırlarında nükleer silah kullanımı
simülasyonunu yapacak.
Avrupa’daki, ama özellikle F. Almanya’daki
burjuva basınını heyecanlandıran bu haberler, Polonya ve Baltık ülkelerindeki
gerici-milliyetçi hükümetleri sevindirirken, F. Alman sermaye kesimleri
arasında kaygılı seslerin yükselmesine neden oluyor. Askerî açıdan Avrupa’daki
güçler dengesinin NATO lehine olduğu, Stockholm’deki SIPRI enstitüsünün
verilerine göre NATO’nun geçen yıl silahlanmaya 862 milyar Dolar harcadığı, ama
Rusya ve müttefikleri olan Beyaz Rusya, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve
Tacikistan’ın toplam 70 milyar Dolar harcadıkları bir durumda, alınan bu
kararların ABD ve NATO’nun Rusya’ya karşı bir savaş hazırlığı içinde oldukları
kanısını güçlendirebilir. Mesele sahiden öyle mi?
ABD’nin Pasifik stratejisi temelinde aldığı
ve 2020’ye kadar deniz kuvvetlerinin üçte ikisini Pasifik bölgesine
konuşlandırma kararını ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik »kuşatma
operasyonunun« büyük bir hızla devam ettiğini de düşündüğümüzde, ABD ve
NATO’nun dünyanın iki büyük ülkesine karşı açık bir saldırganlık politikasını
izlediklerini tespit edebiliriz. Ancak bu saldırganlık politikasının, içerdiği
tüm nükleer savaş tehdidine rağmen, kısa vadede Rusya ve Çin’e aynı anda
yönelen bir savaşa dönüşme olasılığı pek güçlü değil.
Peki ama, ABD’nin bu adımları hangi anlama
geliyor? Avrupalı emperyalist ülkeler, bilhassa F. Alman emperyalizmi ABD’nin
adımlarına neden rezervli tavır sergiliyorlar? ABD emperyalizmi ve F. Alman
emperyalizminin öncülüğündeki AB’nin bunca örtüşen çıkarlara, dünyanın muhtelif
bölgelerinde kimi zaman ortaklaşa, kimi zaman da karşılıklı destekle müdahale
ve vekalet savaşları yürütmelerine rağmen bu emperyalist güçler arasında Rusya
ve Çin konusunda hangi çelişkiler mevcut, bunların ardında ne yatıyor? Okumakta
olduğunuz bu yazıda bu ince çelişkileri irdelemeye çalışacağız.
ABD devlet aklı, Rusya ve Çin
Gazetemizin daha önceki sayılarında
yayımlanan yazılarımızda belirttiğimiz gibi, ABD emperyalizmi »Sovyetler
Birliği benzeri stratejik rakip olabilme potansiyeline sahip güçleri
engellemeyi ve bastırmayı« öngören ve »Wolfowitz Doktrini« adı altında tanınan
politikayı devlet aklı hâline getirdi. 1990’lardan bu yana da mütemadiyen dış
politikasını bu devlet aklına uygun bir biçimde geliştirmekte ve öncülüğünü
yaptığı NATO’yu bu hedefler temelinde biçimlendirmeye çalışmaktadır.
Her ne kadar Rusya’yı »NATO üyesi ülkelerle
çerçeveleme« planı, Rusya’nın 2008 Kafkasya Savaşını lehine sonuçlandırması ve
güncel Ukrayna krizi çerçevesinde Kırım’ı Rusya Federasyonu topraklarına alması
nedeniyle gerçekleştirilememiş olsa da, ABD bu planından vazgeçmiş değildir.
Aynı şekilde Pasifik bölgesinde »serbest ticaret bölgesi antlaşmaları«, ortak
güvenlik politikaları, Japonya’nın militaristleştirilmesi, Vietnam gibi
ülkelerle yakınlaşma vs. üzerinden Çin Halk Cumhuriyeti’ni kuşatma politikası
tüm hızıyla devam etmektedir.
Ancak gerek Rusya, gerekse de Çin ABD
emperyalizminin bu adımlarını sessizce seyretmemekte, askerî yetkinliklerini
artırmakta, etki alanlarını genişletmeye çalışmakta ve gerek emperyalist
güçlerin, gerekse de işbirlikçi ülkelerin aralarında olan çıkar çelişkilerini
kendi lehlerine kullanmaya çalışmaktadırlar. Özellikle Çin ordusunun
modernizasyonuna ve silahlanmaya devasa bütçeler ayırarak, ABD’nin
»caydırıcılık« politikasının karşısına kendi caydırıcılık politikasını
çıkartmakta, Hinterlandını – örneğin Güney Çin Denizinde dolgularla adalar
yaratıp, hava ve deniz güvenlik alanları ilân ederek – güvence altına almaya
çalışmaktadır. Aynı zamanda müthiş büyüklükteki Dolar rezervleri ve ABD devlet
tahvillerini elinde tutması sayesinde, ABD’nin en büyük alacaklısı olması
vesilesiyle, ekonomik »aslarını« kullanabileceğini göstermektedir.
Buna karşın Rusya, NATO’nun Doğu Avrupa’ya
genişlemesini ve NATO ordularının Doğu Avrupa’ya konuşlandırılmasını »ülke
güvenliğine yönelik tehdit unsuru« olarak görmesine ve üç tümen askeri Batı
sınırında konuşlandırmasına rağmen, ABD’nin aldığı son kararları akut savaş
hazırlığı olarak algılamıyor. Rus hükümetinin bu yıl orduya ayrılan bütçenin
»yüzde 5 azaltılması« ve silahlanma giderlerinde »yüzde 10 tasarrufa gidilmesi«
kararlarını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Bu açıdan Rusya’nın asıl
savaş tehdidinin vekalet savaşlarının yürütüldüğü ihtilaf bölgelerinde
arttığını düşündüğünü ve Avrupa’daki emperyalist devletlerin – henüz – Rusya
ile sıcak savaşa girmekten çekindikleri değerlendirmesini yaptığını tahmin
etmek zor değil.
Ama gene de bu durum, dünyayı kasıp
kavuracak bir nükleer cehennem tehlikesinin azaldığı anlamına gelmiyor ne yazık
ki. Risk değerlendirmesinde yapılabilecek hatalar, bu temelde alınabilecek
yanlış kararlar ve atılabilecek irrasyonel adımlar, meşum sonuçlara yol
açabilirler. Kaldı ki Doğu Avrupa’daki it dalaşı, Polonya ve Baltık ülkelerindeki
gerici-milliyetçi rejimlerin kızıştırmasıyla sıcak savaşa dönüşme potansiyelini
içinde barındırmaktadır hâlâ.
F. Alman sermayesinin
kaygıları
Avrupa’nın en gerici ve en saldırgan
emperyalist gücü olan F. Almanya, ABD emperyalizmi ile olan tüm ortaklığına
rağmen, ABD’nin Rusya ve Çin politikalarının kendi sermaye çıkarlarına zarar
verebileceği görüşünde. Bu görüşün hakim olmasının ardında F. Alman sermaye
fraksiyonları arasında farklı çıkarlara dayanan değerlendirme farklılıklarının
yattığı söylenebilir. Bu farklılıkları diğer AB ülkelerinde de görmek olanaklı.
Örneğin Rusya’nın önemli ekonomik
partnerlerinden birisi olan İtalya’da, gene Mart ayında Dışişleri Bakanı AB’nin
Rusya’ya yönelik olan yaptırımları »tartışmadan« uzatmasının yanlış olacağını
açıkladı. Nisan başında ise Avusturya Cumhurbaşkanı Heinz Fischer Moskova’da
yaptığı görüşmelerde, ülkesinin »yaptırımların sonlandırılması için çaba
gösterdiğini« söylerken, Nisan sonunda Fransız parlamentosu yaptırımların
kaldırılmasını talep eden bir kararı kabul etti. Yaptırımların
sonlandırılmasına yönelik çağrılar çeşitli F. Alman tekel yöneticisinden de
gelmekte. 2012’den bu yana Rusya’ya yönelik ihracat hacminin 38 milyar Euro’dan
22 milyar Euro’ya gerilemesi ve yaptırımların devam etmesi durumunda daha da
gerileyecek olması, F. Alman sermayesinin bir kısmını ciddi biçimde tedirgin
ediyor.
F. Alman sermayesinin ağırlıklı olarak Doğu
Avrupa’ya ihracat yapan fraksiyonlarının öncülüğünde Nisan ayında düzenlenen
»east forum Berlin« toplantısında yürütülen tartışmaların odağında »Lizbon’dan
Wladiwostok’a kadar ortak iktisat alanı«
fikri duruyordu. Toplantıda F. Alman Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Stephan
Steinlein Federal Hükümetin »AB ve Avrasya Ekonomik Birliği arasında teknik
standartlar, ticaret kuralları, sınırlar ötesi altyapı ve basitleştirilmiş
mübadele işlemleri konusunda görüşmelerin yapılması için çaba gösterdiğini«
açıkladı. Aynı şekilde »Alman-Rus Enternasyonal Diyalogları« toplantılarının
finansörü olan Hamburg’daki Körber Vakfı da Mayıs başında yayınladığı bir
açıklamada, »Avrupa-Rusya ilişkilerinin bir yeni başlangıca ihtiyaç duyduğunu«
vurguluyor ve »sadece iktisadî değil, güvenlik konularında da ortak çıkarlar ve
somut işbirliği olanakları üzerine görüşülmesinin gerektiğini« belirtiyordu.
TNS Infratest enstitüsünün Şubat sonu-Mart
başında yaptığı bir ankete göre, F. Alman toplumunun yüzde 89’u Fransa ve yüzde
81’i Rusya ile sıkı işbirliğinden yana olduğu, yüzde 69’unun Rusya’ya yönelik
yaptırımların kaldırılmasını talep ettiği ve önümüzdeki yıllarda F. Almanya ve
Rusya’nın yakınlaşmalarını yüzde 95’lik bir kesimin »önemli« veya »çok önemli«
olarak değerlendirdiği ortaya çıktı.
Kamuoyundaki bu yaklaşımlar ve bazı F.
Alman sermaye gruplarının talepleri, Federal Hükümet üzerinde belirli bir baskı
oluşturuyor. Zaten bu nedenle 20 Nisan’da gerçekleştirilen »NATO-Rusya Konseyi«
toplantısına F. Almanya öncülük etmişti. Gerçi NATO Genel Sekreteri Jens
Stoltenberg toplantı sonrasında taraflar arasında »derin ve devam eden
farklılıklar« olduğunu vurguladı, ama başlatılan diyaloğun devam edeceğini de
söylemekten geri kalmadı.
Askerî-sınaî kompleksin
yaklaşımları
F. Alman emperyalizmi bu şekilde NATO ve
Rusya arasındaki görüşmelerin devam etmesini sağlayarak, kendisine zaman
kazandırdı. İşin ilginç olan yanı, F. Almanya’nın bunu tam da Litvanya’ya
konuşlandırılacak olan bir NATO taburuna Alman askerlerinin katılımının
kararlaştırılmak üzere olduğu bir anda yapıyor olmasıdır. Ki, bu da rafine bir
planın parçası: çünkü NATO ve Rusya arasındaki ihtilafı şüphesiz
derinleştirecek olan bu adıma karşı Rusya’nın göstereceği tepki, herhangi bir
diyaloğun olmadığı ortamdan ziyade kurumsallaştırılmış görüşmeler ortamında
daha kolay kontrol altına alınabilecektir.
Rusya ile olan ilişkilerin »düzeltilmesini«
talep eden sermaye fraksiyonlarının taleplerinin yanı sıra F. Alman
emperyalizminin »düzen kurucu ve koruyucu dünya gücü seviyesine yükselmesi«
hedefini takip eden F. Alman askerî-sınaî kompleksi ise, ABD emperyalizmi ile
aynı çizgide ve yaptırımların sertleştirilmesi taraftarı. Şansölye Merkel ile
görüşen silah tekelleri burjuva basınının ekonomi sayfalarında yayımlanan
haberlere göre, »İran veya Kuzey Kore’ye yönelik ambargolar ve yaptırımlar
derecesinde uygulanacak AB yaptırımlarının Rusya’yı dize getirebileceği«
görüşündeler. FAZ gazetesinde yer alan bir yorumda bu bağlamda, »Putin
muhtemelen bu baskıya bir yıl dahi dayanamayacaktır. O yüzden çatışmacı bir
çizgi izlenmeli ve Rus yönetimi üzerindeki baskı dramatik bir biçimde
artırılmalıdır« görüşü savunuldu.
Rusya’ya karşı çatışmacı bir çizgi
izlenmesi gerektiğini savunan »Transatlantikçiler« ile tersini savunan sermaye
kesimleri, söz konusu Çin Halk Cumhuriyeti olduğunda farklı düşünmüyorlar. Çin,
gerek askerî-sınaî kompleks, gerekse de ihracatçı tüm diğer sermaye
fraksiyonları için devasa ve bakir bir piyasa olarak değerlendirilmekte, F.
Alman hükümetinin »iyi ekonomik ilişkileri« ve »işbirliği arayışı«
desteklenmekte ve ABD’nin Çin’e yönelik »kuşatma politikasının«, Çin
yönetiminin silahlanma ve teknolojik donanım konusunda kendi kaynaklarına
yönelmesine yol açtığından, »Almanya’nın ihracat potansiyelini
zayıflatabileceği« düşünülmektedir. Ama diğer yandan da ABD’nin Pasifik’e
yoğunlaşmasının F. Almanya’ya Avrupa, Akdeniz, Orta Doğu ve Afrika’da »yeni
sorumluluklar« yüklediğinden, ABD’nin Çin politikalarının F. Alman askerî-sınaî
kompleksi için uzun vadeli hedefler açısından »değerli bir fırsat« sunduğu da
düşünülmektedir.
F. Alman dış politikasında belirleyici rol
oynayan askerî-sınaî kompleks silahlanmanın hızlandırılmasını ve »Almanya’nın
yeni sorumlulukları üstlenebilecek yetiye kavuşturulmasını« hükümet politikası
hâline getirebilmiş durumda. »Transatlantikçiler« bu çerçevede »Almanya’nın,
Pasifik’e yönelen ABD’nin işini kolaylaştırmak için Avrupa çeperinden Kuzey
Afrika’ya, Ortadoğu’dan Merkez Asya’ya kadar olan alanda daha fazla angajman
göstermesini« savunuyorlar. Ve nihâyetinde F. Almanya’nın 2000’de 23 milyar
Euro tutan yıllık silahlanma bütçesinin 2020’ye kadar yılda 39,3 milyar Euro’ya
yükseltilmesini ve ek olarak 2030’a kadar 130 milyar Euro daha harcanmasını
hükümete kabul ettirmiş durumdadırlar.
Yok aslında birbirlerinden
farkları...
ABD ve F. Alman emperyalizmlerinin arasındaki çelişkilerin özünde
emperyalizme içkin çelişkiler oldukları vurgulanmalıdır. Rusya ile olan
ilişkilerdeki çıkar çelişkilerinin odağında ise AB’nin ve özellikle F. Almanya
ekonomisinin Rusya’nın doğal gaz ihracatına bağımlılığı yatmaktadır. F. Almanya
uzun vadede bu bağımlılıktan kurtulmayı planlasa da, hâlihazırda yıllık doğal
gaz ihtiyacının yüzde 39’unu Rusya’dan karşılamak zorundadır. Bulgaristan,
Finlandiya, Polonya ve Slovakya’nın yıllık ihtiyaçlarının yüzde yüzünü, kimi AB
üyesi ülkenin de yüzde 54 ila yüzde 70’ini Rusya’dan karşıladıkları
düşünülürse, kaya gazı üretimiyle büyük ölçüde enerji ithalatından bağımsızlaşan
ABD’nin Rusya’ya karşı neden AB’den daha çatışmacı bir siyaset izlediği
anlaşılabilmektedir. Kaldı ki Rusya ile girilecek olası bir sıcak savaşta ilk
önce yerle bir olacak coğrafya Avrupa’dır.
Ancak unutulmaması gereken bir gerçek daha var: ABD emperyalizmi
mutlak hegemon konumunda değildir artık. Aksine ekonomik üstünlüğünün yanı sıra, askerî üstünlüğünü de
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. ABD özellikle Çin’e, Japonya’ya ve F.
Almanya’ya masif bir biçimde borçlanmıştır. Cari açığı devasa büyümüş, ürün,
hizmet ve sermaye ithalatına olan gereksinimi giderek artmaktadır. Gerçi hâlâ
iletişim ve nakliyat yolları ile malî piyasaların kontrolünü elinde tutmaktadır
ve devasa askerî gücü ile koşullarını dikte edebilmektedir, ancak emperyalist
rakipleri, özellikle F. Alman emperyalizmi karşısındaki uzun vadeli trendler
inişte olduğuna işaret etmektedir. Bilhassa bu durum ve piyasalar, hammadde ve
enerji kaynakları ile etki alanları üzerindeki kontrolünü ve kâr maksimizasyon
olanaklarını yitirme korkusu ABD emperyalizmini daha da
saldırganlaştırmaktadır.
Dünyanın yeniden paylaşımı üzerine verilen kavgaların asıl arka
planı budur. ABD emperyalizmi üstünlüğünü korumaya çalışırken, F. Alman
emperyalizmi dünyanın talan edilmesinden daha fazla pay kapmaya, piyasaları,
hammadde ve enerji kaynaklarını daha fazla kontrolü altına almaya ve etki
alanlarını genişletmeye çalışmaktadır. F. Alman emperyalizmi, ABD’ye karşı olan
adımlarını Fransız emperyalizmi ile birlikte ve AB çatısı altında atmakta, ama
aynı zamanda da ABD ile birlikte dünyanın diğer bölgelerine yönelik
politikaları şekillendirmektedir. İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında ABD
emperyalizminin yardımıyla ayakta kalan ve ABD gölgesi altında bugüne kadar
güçlenen F. Alman emperyalizmi, şimdi »eşit göz hizasında« düzen kurucu dünya
gücü olabilmeyi hedeflemektedir.
F. Alman tekelci sermayesinin iki çatı fraksiyonu, »Avrupacılar«
ve »Transatlantikçiler« bu hedefe ulaşmak için, Rusya ve Çin politikalarında
görüldüğü gibi, iki farklı strateji izlemektedirler. Ancak aynı hedef için
farklı stratejiler izlemek, bu stratejilerin birbirlerinin karşıolumu
olacakları anlamına gelmemektedir. Tam aksine, iki strateji de birbirini
tamamlamakta, F. Alman tekelci sermayesi ile finans oligarşisinin çıkarlarına
hizmet etmektedir.
Öyle ya da böyle, ister ABD emperyalizmi olsun, isterse her iki
çatı fraksiyonuyla F. Alman emperyalizmi olsun, dünyanın yeniden paylaşımı, kâr
maksimizasyonu, piyasaların ve kaynakların kontrol edilmesi barışçıl yollardan
gerçekleştirilemeyecektir. Emperyalist-kapitalist dünya düzeni var olduğu
müddetçe, savaş tehlikesi var olmaya devam edecektir. Emperyalistler arasındaki
çıkar çelişkileri, dünya çapındaki bir nükleer cehennemi engelleyecek bir ayrım
yaratmaz. Aksine, her ülkede işçi sınıfının iktidarı için verilecek mücadele
her türlü emperyalist güce karşı verilebilecek en etkin mücadele olacaktır.
Emperyalistler arasındaki çelişkileri öğrenmek, düşmanı daha iyi tanımanın,
böylece aslî görevlerimizin farkına varmanın yolunu gösterir: Asıl düşmanın
kendi ülkelerimizdeki burjuva egemenliği olduğunu görüp, işçi sınıfının
iktidarı için savaşım vermenin yolunu. Bu, antiemperyalist mücadelenin olmazsa
olmaz koşuludur!
***