21 May 2016

Suudi Arabistan’ın jeopolitik planları

ABD emperyalizminin en sadık taşeronlarından olan Suudi Arabistan, Ortadoğu’daki kanlı ihtilafların teşvikçisi ve cihatçı terör gruplarının en büyük finansörü olarak bölgede uğursuz bir rol oynamaya devam ediyor. Uyguladığı politikalar, körüklediği savaşlar ve teşvik ettiği mezhep çatışmalarıyla Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’nun en saldırgan bölge gücü konumuna geldiğini tespit etmek, şüphesiz yanlış olmayacaktır. Salt burjuva medyasından bilgilenen kimi sol-liberal yazar, bu gelişmenin ardında Suudi despotlarının gerici Vâhhabî ideolojilerinin durduğunu ve bölgedeki ihtilaflara sadece mezhep farklılıklarının neden olduğunu iddia ediyorlar.

Vâhhabîliğin en gerici dinci ideolojilerden birisi olduğu ve bölgede on binlerce insanın yaşamına mal olan kanlı ihtilafların »mezhep çatışması« görüntüsü verdiği doğru, ancak bu Avrupa merkezci bakış, gelişmeleri açıklamaya yeterli olmuyor. Bir kere Vâhhabîlik Suudi despotizminin en önemli ve en güçlü egemenlik aracıdır. Kraliyet ailesinin egemenliğini, kapitalist sömürüyü, feodal despotik baskı rejimini sürdürülebilir kılan bir silahıdır. Diğer yandan »mezhep çatışmaları« veya mezhepçilik, ihtilaf ve çatışmaların gerçek nedenlerini gizlemeye yarayan bir örtü vazifesi görmektedir. Tüm bu çatışmaların ve kanlı ihtilafların ardında yatan temel nedenlerden birisi Suudi Arabistan’ın bölgedeki jeopolitik ve jeostratejik çıkarlarıdır. Bunları irdelemek için güncel Yemen krizine yakından bakmakta yarar var.
»Yemen, Yemen, toprakları kanlı Yemen...«
Yemen, her ne kadar burjuva medyasının ilgisini artık pek çekmese de, Suudi Arabistan’ın 2015 Mart sonunda başlattığı hava saldırılarından bu yana sürekli bir savaş durumunda. BM Mülteci Yüksek Komiserinin (UNHCR) verilerine göre Suudi saldırıları şimdiye kadar 23 bin insanın yaşamına mal olmuş. 2,5 milyon insan yerinden edilmiş ve halihazırda toplam 27 milyonu bulan nüfusun yüzde 85’i temiz içme suyuna, sağlık hizmetlerine ve yeterli gıdaya ulaşamaz duruma düşmüş. Avrupa’daki burjuva medyası dahi bu duruma Suudi despotlarının müdahalelerinin neden olduğu açıkça yazmaktalar.
Suudi Arabistan, Yemen Sosyalist Halk Cumhuriyeti döneminden beri Yemen’deki gelişmelere dolaylı ve doğrudan müdahale ediyor. Eski başkan Mansur Hadi’nin ülkeden kaçmasına neden olan Husi ayaklanması başladığında, »İran etki alanını genişletmeye çalışıyor« gerekçesiyle iç savaşa müdahil olmuştu. Ancak asıl neden bu değildi: asıl neden Suudi despotlarının uzun zaman önce geliştirdikleri bir petrol boru hattı planıydı.
Suudi Arabistan en önemli gelir kaynağı olan petrol ihracatını İran Körfezi ve Kızıl Deniz üzerinden gemi nakliyatıyla gerçekleştiriyor. Hint Okyanusu’nun Arap Denizine doğrudan bir bağlantısı yok. Bu nedenle İran Körfezinden geçiş için İran’a, Birleşik Arap Emirliklerine ve Oman’a; Kızıl Deniz ve Aden Körfezinden geçiş içinse Yemen, Eritre ve Cibuti’ye bağımlı. Suudi Arabistan Yemen’i kontrolü altına alabilirse, bu »güvenlik riskinden« kurtulmuş olacak. Bu emperyalist güçlerin de işine gelmekte: ABD ve Britanya Suudilerin askeri operasyonlarına doğrudan destek verirlerken (örneğin ABD Yemen’e saldıran Suudi savaş uçaklarının yakıtını veriyor), F. Almanya büyük silahlanma projeleri ve ihracatıyla dolaylı yoldan Suudi Arabistan’a yardım ediyor.
Aslına bakılırsa, Yemen’deki iç savaşın patlak vermesinin nedeni, ayaklanan Husilerin Şii olmaları veya bir Şii-Sünni çatışması değil, tam aksine asıl neden Kuzey Yemen’in siyasî, iktisadî ve kültürel açıdan darboğaza sokulmuş olmasıdır. Gerçi İran kendi çıkarlarını kollamak için ayaklanmacı Husilere destek veriyor, ama çatışmaların sonlandırılmasına da köstek olmuyordu. Aksine, Wikileaks belgelerinin kanıtladığı gibi, İran Husilere başkent Sana’ya saldırmamaları tavsiyesini vermiş, ateşkes sağlanması ve toplam 12 çatışmacı grup arasında görüşmelerin başlatılması için arabuluculuk yapmıştı. İran’ın bu noktada başarılı olduğu da söylenebilir, çünkü başkan Hadi’nin iktidarı paylaşması, parlamentoda Husilere yüzde 20 milletvekili kotası verilmesi ve kadınların gerek parlamentoda, gerekse de hükümette yüzde 30 temsil edilmelerinin yasal dayanağı olması durumunda Husiler fethettikleri bölgelerden geri çekilmeyi kabul etmişlerdi. Suudi Arabistan’ın hava saldırıları tam anlaşma sağlanacağı günlerde başlatılmıştı.
Gerek Suudi Arabistan, gerekse de ABD emperyalizmi Yemen iç savaşının bir uzlaşı ile bitirilmesine karşılar, çünkü olası bir demokratikleşme denemesi ve otoriter devlet yapılarının kırılması bölgedeki diğer ülkelerin halklarına »olumsuz« örnek teşkil edebilir, benzer ayaklanmaları tetikleyebilirdi. Bu açıdan Suudilerin öncülüğünde Yemen’e yönelik saldırılar için oluşturulan koalisyona bakıldığında, bu koalisyonda Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Fas, Katar, Kuveyt, Mısır, Sudan ve Ürdün ile bölgedeki monarşilerin ve diktatörlüklerin yer aldığı görülebilir; ki bu despotların hiç birisi egemen statükonun »istikrarını« tehlikeye sokabilecek bir gelişmenin taraftarı değiller.
»Güvenli« nakliyat yolları ve »bağımsızlık«
Yemen konumu itibariyle uluslararası nakliyat yollarının geçtiği bir coğrafyanın merkezinde bulunduğundan, emperyalist güçler açısından büyük jeostratejik öneme sahip. Her ne kadar ABD emperyalizmi son yıllarda enerji kaynakları konusunda belirli bir bağımsızlığa sahip olsa da, Kızıl Deniz ve İran Körfezinin »güvenliği« ABD ekonomisi için hâlâ yaşamsal önem taşıyor. Kızıl Denizden sadece 2013 yılında günde yaklaşık 4 milyon varil petrol taşındığı ve Süveyş Kanalına tek geçişin buradan olduğu düşünülürse, Yemen’de demokratik bir iktidar olasılığının Suudi despotları ve emperyalist güçler için ne denli büyük bir tehlike arz ettiği tahmin edilebilir.
NATO ülkeleri 2008’den bu yana Aden Körfezinde »güvenliği« sağlamak gerekçesiyle »Allied Protector« operasyonu adı altında çok sayıda savaş gemisini Körfeze yerleştirdiler. Aynı şekilde AB de ATALANTA operasyonuyla 2008’den bu yana »korsanlıkla mücadele« kisvesi altında bölgeye savaş gemilerini konuşlandırdı. F. Alman deniz kuvvetleri komutanlarından Koramiral Andreas Krause 2015 Deniz Kuvvetleri Yıllık Raporunda operasyonun sürdürülmesinin gerekçesini şöyle açıklıyor: »Denizler dünya düzeninin koordinatlarını belirlemektedirler. (...) Deniz ticaret yolları dünya iktisadımızın yaşam damarlarıdırlar. Bölgesel krizler ve ihtilaflar, çözülmekte olan devletler, korsanlık, terörizm ve iktidar keyfiyeti deniz yolları üzerinden yapılan serbest ticareti tehdit etmektedirler. Hammadde kıtlığı çeken bir ulus ve aynı zamanda yüksek teknoloji mevkii olarak Almanya özellikle güvenli ve işleyen deniz yollarına muhtaçtır.«
Emperyalist güçlerin bu çıkarlarının yanı sıra, Suudi Arabistan için (ve aynı şekilde diğer Körfez despotları için de) önemli olan, petrol ihracatını İran’dan bağımsız gerçekleştirebilmektir. Suudi Arabistan bu nedenle uzun zaman önce Yemen’in Aden Körfezinde bir liman kenti olan El Mukalla’ya ulaşacak bir boru hattı planı geliştirdi. Hadi’nin selefi eski başkan Salih’in bu planı reddetmesi nedeniyle plan suya düşmüş, başkan Hadi iktidara geldikten sonra Suudiler tam boru hattı antlaşmasını yapacakları anda da Husi ayaklanması patlak vermişti.
Arap dünyasında 2011’de başlayan devinimleri Salih sonrası Yemen’deki hesapları ve boru hattı planı için bir tehdit olarak algılayan Suudi despotları, Yemen’i kontrol altına alma çabalarını bu devinimlerin başlamasıyla yoğunlaştırdılar. ABD daha önceleri, 2007’de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerini İran ile olası bir siyasî kriz durumunda Hürmüz Boğazı’nın bloke edilebileceği hususunda uyarmış, İran’a olan lojistik bağımlılıktan kurtulmaları için gerekli adımları atmalarını istemişti. 2012 yılında İran ve Oman’ın denizaltından da geçen 400 kilometrelik boru hattı projesini gerçekleştirmeleri, Yemen’i Suudi Arabistan için tek reel alternatif hâline getirmişti.
Suudi despotları Yemen’i sadece askerî operasyonlarla destabilize etmiyorlar, aynı zamanda DAİŞ ve El Kaide’nin Yemen’e yerleşmesini de teşvik ediyorlar. Basında yer alan haberlere göre, cihatçı terör grupları özellikle Hadramaut bölgesinde faaliyet gösteriyorlar, ki bu bir tesadüf değil: Suudi boru hattının Hadramaut’tan geçerek El Mukalla’ya ulaşması planlanıyor ve ilginç bir şekilde bu bölge Suudi hava saldırılarına maruz kalmıyor.
ABD emperyalizmi burada da Suudi despotlarına destek çıkıyor: ABD ordusunun 2002’den bu yana Yemen’de gerçekleştirdikleri İnsansız Hava Aracı (İHA) saldırıları, hem sivil halkın yaşamını tehdit ederek, cihatçı çetelere kadro sağlama olanakları yaratıyor, hem de bombardımanlar nedeniyle belirli bir hukuksuzluk alanı oluşturuyor. 2015 Nisan’ından bu yana cihatçı terör gruplarının faaliyetlerinde belirgin bir artış tespit ediliyor.
NATO ve F. Alman emperyalizminin rolü
Suudi Dışişleri Bakanlığının bir açıklamasına göre, NATO ülkeleri, bilhassa ABD ve Britanya savaşa aktif katılıyorlar. Yemen’e yönelik Suudi hava saldırılarını koordine eden »Komuta ve Kontrol Merkezinde«, başta ABD’li ve Britanyalılar olmak üzere, çok sayıda NATO subayı çalışıyor. 2015 Nisan’ından bu yana toplam 709 hava saldırısı gerçekleştiren Suudi savaş uçaklarının yakıtını ABD ordusu karşılıyor. Saldırılarda ise, ABD’de üretilen, ama BM hukukuna göre kullanımı yasaklanan bombalar kullanılıyor.
NATO ve AB ülkeleri devasa silah satışlarıyla Suudi ordusunu güçlendiriyorlar: Stockholm’deki Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI’nin verilerine göre, sadece 2015’de ABD, Britanya, F. Almanya, Fransa, Hollanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya ve Türkiye Suudi Arabistana 25 milyar Dolar değerinde lisanslar ve İHA’lar, bombalar, roketler, savaş uçakları ve savaş gemileri satmışlar. Suudi Arabistan halihazırda dünyanın en büyük silah ithalatçısı oldu.
Suudi despotları F. Alman emperyalizminin de en büyük müşterilerinden. Gerçi F. Hükümet Yemen savaşı nedeniyle 200 adet Leopard 2 tankının satış sözleşmesini erteledi, ancak silah üretme lisansları, arazi araçları, silahsız İHA’lar ve savaş uçakları ekipmanı satmaya devam ediyor. Suudiler, F. Almanya’dan aldıkları lisansla ülke içinde G36 saldırı tüfeklerini üretiyorlar. Bunlar ise genellikle cihatçı terör örgütlerine veriliyor.
Ancak F. Almanya Suudilere sadece silah satmakla kalmıyor, aynı zamanda hizmetler de sunuyor – elbette para karşılığında. Örneğin Federal Ordunun Afganistan’da »deneyim« kazanan subayları, F. Almanya’dan ithal edilen LUNA-İHA’larının (LUNA= Hava Destekli İnsansız İstihbarat Aracı) kullanımını Suudilere öğretiyorlar. Diğer yandan Federal Sınır Polisi 2009’dan bu yana, 9.000 kilometrelik sınır için Airbus tekeli tarafından geliştirilen yüksek teknolojili sınır koruma sisteminin kurulması ve kullanılması konusunda Suudi polislerine eğitim veriyor. Yemen aynı zamanda Doğu Afrika’dan kaçan mülteciler için bir transit ülkesi olması nedeniyle, »kontrolsüz göçün engellenmesi« hem Suudilerin, hem de F. Almanya’nın öncelediği bir durum.
F. Almanya bununla birlikte Suudi öncülüğündeki koalisyon ordularına sağlık hizmetleri de sunuyor. Yaralanan koalisyon askerleri, F. Almanya’nın bölgede kurduğu askerî hastanelerde tedavi ediliyorlar. Ağır yaralılar ise F. Alman uçakları ile doğrudan F. Almanya’ya getirilerek, Berlin, Bonn ve Münih’teki Federal Ordu hastanelerinde tedavi görüyorlar.
F. Alman emperyalizminin yardımları ve sunduğu hizmetler elbette salt kâr amaçlı değil. Başta Suudi Arabistan olmak üzere, ki F. Almanya Suudileri »düzen kurucu bölge gücü« olarak sınıflandırıyor, Körfez İşbirliği Ülkelerinin (bunların arasında da bilhassa Katar’ın) silahlandırılması, F. Alman emperyalizminin jeostratejik konumlanışını güçlendirecek bir faktör olarak görülüyor. Şansölye Merkel’in bütçesinden finanse edilen ve F. Almanya’nın en önemli düşünce kuruluşu olarak kabul edilen »Bilim ve Siyaset Vakfı – SWP«, yayımladığı bir araştırmasında »F. Almanya’nın bölgesel güvenlik mimarîleri inşa ederek düzen kurucu bölge güçlerinin yükselmesini desteklemek ve bölgeyi kendi jeostratejik önceliklerine göre biçimlendirebilmek için bu düzen kurucu bölge güçlerinin ellerindeki enstrümanların silahlandırılmasını güçlendirmek zorunda olduğunu« vurguluyor.
Avrupa’nın en saldırgan ve en gerici emperyalist gücü olan F. Almanya bölgedeki etkinliğini genişletmek, jeostratejik önceliklerini kollamak için, Ortadoğu’nun en saldırgan ve en gerici despotik rejimleriyle işbirliğini güçlendiriyor. F. Alman emperyalizminin bu çerçevedeki temel hedefi, »düzen kurucu bölgesel güçlerin« kendi sınırları içerisindeki »istikrarı« sağlamlaştırmak ve bunların bölgede süregiden vekalet savaşlarına yönelik askerî etkinliklerini büyütmektir, ki »istikrarlı« rejimlerin yardımıyla bölgeye yönelik özgün çıkarlarını kollayabilsin. Federal Parlamentodaki Sol Parti meclis grubunun bir soru önergesini yanıtlayan Federal Hükümet, artık hedeflerini gizleme gereğini bile görmüyor: »Arap Yarımadasının dominant gücü olan Suudi Arabistan, uluslararası camianın bölgede istikrarı yeniden sağlama çabaları için son derece önemli bir rol oynuyor.« Her türlü askerî, malî ve siyasî riski göze almaktan çekinmeyen Suudi despotları, sadece bu açıklamalara değil, aynı zamanda »Federal Ordu İçin Beyaz Kitap« veya »Savunma Politikaları Yönergesi« gibi stratejik belgelerdeki tespitlere dayanarak, F. Alman emperyalizminin her daim yanlarında olacağı, elinden gelen tüm desteğini sunacağı sonucunun çıktığını çok iyi biliyorlar.
Sonuç yerine
ABD başkanı Obama’nın Nisan ayında Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret, burjuva medyasında »ABD-Suudi Arabistan gerilimi« başlığı altında yorumlanmıştı. Gelişmelere ve iki tarafın yaptığı açıklamalara bakıldığında, sahiden de belirli bir anlaşmazlık görüngüsünün ortaya çıkması söz konusu. Bunun çeşitli nedenleri var.
Bir kere, Yemen’de görüldüğü gibi, Suudi despotlarının askerî-siyasî saldırganlık politikaları istenilen sonucu vermiyor. Aksine, sivillerin yaşamına mal olan saldırılar ve yaşamsal önem taşıyan altyapının sistematik bir biçimde yok edilmesi, ayaklanmacı Husilere toplumsal desteği artıyor. Diğer yandan, Suudi despotlarının ABD-İran yakınlaşmasına karşı çıkmaları ve ABD’nin Suriye politikasını zora sokmaları, ABD’nde rahatsızlık yaratıyor. Bu karşılıklı rahatsızlıklar da »gerilim« olarak nitelendirilen anlaşmazlıklara yol açıyor.
Aslına bakılırsa burada emperyalist güç – işbirlikçi taşeron ilişkisinin yeniden düzenlenmesinden bahsedilebilir. Hem örtüşen, hem de kimi zaman çelişen çıkarlar bütünü üzerine kurulu olan işbirlikçilik hukuku, her durumda belirleyici taraf olan emperyalizmin tüm istekleri doğrultusunda gelişmeyebilir. Belirli tarihsel koşullar, değişen maddi şartlar ve kimi coğrafi avantajlar, emperyalizme göbeğinden bağımlı işbirlikçi rejimlerin belirli bazı taleplerini emperyalist hegemona dayatma ve kabul ettirme olanaklarını yaratabilir. Ancak, dayatılan ve kabul ettirilen talepler her ne kadar emperyalizmin aleyhineymiş veya emperyalist stratejileri zorluyormuş gibi görünseler de, uzun vadeli ortak stratejik çıkarlara zarar vermediklerinden, betona dökülmüş ittifakı sarsmaz, işbirlikçilik ilişkilerini zedelemez. Bunun en önemli kanıtlarından birisi, emperyalist güçlerin Suudi despotlarını Yemen’e yönelik saldırılarında tüm olanaklarıyla desteklemeleridir.
Yemen’e yönelik saldırılar, Suudi Arabistan’ın jeopolitik planlarının başat parçalarından birisidir. Suudi despotları, iktidarlarını sürekli kılmak ve zenginliklerine zenginlik katmak için bölgeyi kan gölüne çevirmekte, Türkiye ve diğer müttefikleriyle beraber bölge halklarına cehennemi yaşatmaktadırlar. Bu despotik rejimler ayakta kaldığı, emperyalist hegemonya sürdüğü müddetçe, Ortadoğu cehennem ateşinde kavrulmaktan kurtulamayacaktır. Kendi ülkemizde geliştireceğimiz sınıf mücadelesi, antiemperyalist karakteriyle egemen sınıfların jeopolitik ve jeostratejik tüm planlarına verilecek en anlamlı yanıttır. Kendi ülkemizde işçi sınıfının iktidarını kurmak, tüm despotlara ve emperyalist güçlere verilebilecek en büyük hasar olacaktır.

***