ABD emperyalizminin en sadık
taşeronlarından olan Suudi Arabistan, Ortadoğu’daki kanlı ihtilafların
teşvikçisi ve cihatçı terör gruplarının en büyük finansörü olarak bölgede
uğursuz bir rol oynamaya devam ediyor. Uyguladığı politikalar, körüklediği
savaşlar ve teşvik ettiği mezhep çatışmalarıyla Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’nun
en saldırgan bölge gücü konumuna geldiğini tespit etmek, şüphesiz yanlış
olmayacaktır. Salt burjuva medyasından bilgilenen kimi sol-liberal yazar, bu
gelişmenin ardında Suudi despotlarının gerici Vâhhabî ideolojilerinin durduğunu
ve bölgedeki ihtilaflara sadece mezhep farklılıklarının neden olduğunu iddia
ediyorlar.
Vâhhabîliğin en gerici dinci ideolojilerden
birisi olduğu ve bölgede on binlerce insanın yaşamına mal olan kanlı
ihtilafların »mezhep çatışması« görüntüsü verdiği doğru, ancak bu Avrupa
merkezci bakış, gelişmeleri açıklamaya yeterli olmuyor. Bir kere Vâhhabîlik
Suudi despotizminin en önemli ve en güçlü egemenlik aracıdır. Kraliyet
ailesinin egemenliğini, kapitalist sömürüyü, feodal despotik baskı rejimini
sürdürülebilir kılan bir silahıdır. Diğer yandan »mezhep çatışmaları« veya
mezhepçilik, ihtilaf ve çatışmaların gerçek nedenlerini gizlemeye yarayan bir
örtü vazifesi görmektedir. Tüm bu çatışmaların ve kanlı ihtilafların ardında
yatan temel nedenlerden birisi Suudi Arabistan’ın bölgedeki jeopolitik ve
jeostratejik çıkarlarıdır. Bunları irdelemek için güncel Yemen krizine yakından
bakmakta yarar var.
»Yemen, Yemen, toprakları
kanlı Yemen...«
Yemen, her ne kadar burjuva medyasının
ilgisini artık pek çekmese de, Suudi Arabistan’ın 2015 Mart sonunda başlattığı
hava saldırılarından bu yana sürekli bir savaş durumunda. BM Mülteci Yüksek
Komiserinin (UNHCR) verilerine göre Suudi saldırıları şimdiye kadar 23 bin
insanın yaşamına mal olmuş. 2,5 milyon insan yerinden edilmiş ve halihazırda
toplam 27 milyonu bulan nüfusun yüzde 85’i temiz içme suyuna, sağlık
hizmetlerine ve yeterli gıdaya ulaşamaz duruma düşmüş. Avrupa’daki burjuva medyası
dahi bu duruma Suudi despotlarının müdahalelerinin neden olduğu açıkça
yazmaktalar.
Suudi Arabistan, Yemen Sosyalist Halk
Cumhuriyeti döneminden beri Yemen’deki gelişmelere dolaylı ve doğrudan müdahale
ediyor. Eski başkan Mansur Hadi’nin ülkeden kaçmasına neden olan Husi
ayaklanması başladığında, »İran etki alanını genişletmeye çalışıyor«
gerekçesiyle iç savaşa müdahil olmuştu. Ancak asıl neden bu değildi: asıl neden
Suudi despotlarının uzun zaman önce geliştirdikleri bir petrol boru hattı
planıydı.
Suudi Arabistan en önemli gelir kaynağı
olan petrol ihracatını İran Körfezi ve Kızıl Deniz üzerinden gemi nakliyatıyla
gerçekleştiriyor. Hint Okyanusu’nun Arap Denizine doğrudan bir bağlantısı yok.
Bu nedenle İran Körfezinden geçiş için İran’a, Birleşik Arap Emirliklerine ve
Oman’a; Kızıl Deniz ve Aden Körfezinden geçiş içinse Yemen, Eritre ve Cibuti’ye
bağımlı. Suudi Arabistan Yemen’i kontrolü altına alabilirse, bu »güvenlik
riskinden« kurtulmuş olacak. Bu emperyalist güçlerin de işine gelmekte: ABD ve
Britanya Suudilerin askeri operasyonlarına doğrudan destek verirlerken (örneğin
ABD Yemen’e saldıran Suudi savaş uçaklarının yakıtını veriyor), F. Almanya
büyük silahlanma projeleri ve ihracatıyla dolaylı yoldan Suudi Arabistan’a
yardım ediyor.
Aslına bakılırsa, Yemen’deki iç savaşın
patlak vermesinin nedeni, ayaklanan Husilerin Şii olmaları veya bir Şii-Sünni
çatışması değil, tam aksine asıl neden Kuzey Yemen’in siyasî, iktisadî ve
kültürel açıdan darboğaza sokulmuş olmasıdır. Gerçi İran kendi çıkarlarını kollamak
için ayaklanmacı Husilere destek veriyor, ama çatışmaların sonlandırılmasına da
köstek olmuyordu. Aksine, Wikileaks belgelerinin kanıtladığı gibi, İran
Husilere başkent Sana’ya saldırmamaları tavsiyesini vermiş, ateşkes sağlanması
ve toplam 12 çatışmacı grup arasında görüşmelerin başlatılması için
arabuluculuk yapmıştı. İran’ın bu noktada başarılı olduğu da söylenebilir,
çünkü başkan Hadi’nin iktidarı paylaşması, parlamentoda Husilere yüzde 20
milletvekili kotası verilmesi ve kadınların gerek parlamentoda, gerekse de
hükümette yüzde 30 temsil edilmelerinin yasal dayanağı olması durumunda Husiler
fethettikleri bölgelerden geri çekilmeyi kabul etmişlerdi. Suudi Arabistan’ın
hava saldırıları tam anlaşma sağlanacağı günlerde başlatılmıştı.
Gerek Suudi Arabistan, gerekse de ABD
emperyalizmi Yemen iç savaşının bir uzlaşı ile bitirilmesine karşılar, çünkü
olası bir demokratikleşme denemesi ve otoriter devlet yapılarının kırılması
bölgedeki diğer ülkelerin halklarına »olumsuz« örnek teşkil edebilir, benzer
ayaklanmaları tetikleyebilirdi. Bu açıdan Suudilerin öncülüğünde Yemen’e
yönelik saldırılar için oluşturulan koalisyona bakıldığında, bu koalisyonda
Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Fas, Katar, Kuveyt, Mısır, Sudan ve Ürdün
ile bölgedeki monarşilerin ve diktatörlüklerin yer aldığı görülebilir; ki bu
despotların hiç birisi egemen statükonun »istikrarını« tehlikeye sokabilecek
bir gelişmenin taraftarı değiller.
»Güvenli« nakliyat yolları ve
»bağımsızlık«
Yemen konumu itibariyle uluslararası
nakliyat yollarının geçtiği bir coğrafyanın merkezinde bulunduğundan,
emperyalist güçler açısından büyük jeostratejik öneme sahip. Her ne kadar ABD
emperyalizmi son yıllarda enerji kaynakları konusunda belirli bir bağımsızlığa
sahip olsa da, Kızıl Deniz ve İran Körfezinin »güvenliği« ABD ekonomisi için
hâlâ yaşamsal önem taşıyor. Kızıl Denizden sadece 2013 yılında günde yaklaşık 4
milyon varil petrol taşındığı ve Süveyş Kanalına tek geçişin buradan olduğu
düşünülürse, Yemen’de demokratik bir iktidar olasılığının Suudi despotları ve
emperyalist güçler için ne denli büyük bir tehlike arz ettiği tahmin
edilebilir.
NATO ülkeleri 2008’den bu yana Aden
Körfezinde »güvenliği« sağlamak gerekçesiyle »Allied Protector« operasyonu adı
altında çok sayıda savaş gemisini Körfeze yerleştirdiler. Aynı şekilde AB de
ATALANTA operasyonuyla 2008’den bu yana »korsanlıkla mücadele« kisvesi altında
bölgeye savaş gemilerini konuşlandırdı. F. Alman deniz kuvvetleri
komutanlarından Koramiral Andreas Krause 2015 Deniz Kuvvetleri Yıllık Raporunda
operasyonun sürdürülmesinin gerekçesini şöyle açıklıyor: »Denizler dünya düzeninin koordinatlarını belirlemektedirler. (...)
Deniz ticaret yolları dünya iktisadımızın yaşam damarlarıdırlar. Bölgesel
krizler ve ihtilaflar, çözülmekte olan devletler, korsanlık, terörizm ve
iktidar keyfiyeti deniz yolları üzerinden yapılan serbest ticareti tehdit
etmektedirler. Hammadde kıtlığı çeken bir ulus ve aynı zamanda yüksek teknoloji
mevkii olarak Almanya özellikle güvenli ve işleyen deniz yollarına muhtaçtır.«
Emperyalist güçlerin bu çıkarlarının yanı
sıra, Suudi Arabistan için (ve aynı şekilde diğer Körfez despotları için de)
önemli olan, petrol ihracatını İran’dan bağımsız gerçekleştirebilmektir. Suudi
Arabistan bu nedenle uzun zaman önce Yemen’in Aden Körfezinde bir liman kenti
olan El Mukalla’ya ulaşacak bir boru hattı planı geliştirdi. Hadi’nin selefi
eski başkan Salih’in bu planı reddetmesi nedeniyle plan suya düşmüş, başkan
Hadi iktidara geldikten sonra Suudiler tam boru hattı antlaşmasını yapacakları
anda da Husi ayaklanması patlak vermişti.
Arap dünyasında 2011’de başlayan
devinimleri Salih sonrası Yemen’deki hesapları ve boru hattı planı için bir
tehdit olarak algılayan Suudi despotları, Yemen’i kontrol altına alma çabalarını
bu devinimlerin başlamasıyla yoğunlaştırdılar. ABD daha önceleri, 2007’de Suudi
Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerini İran ile olası bir siyasî kriz
durumunda Hürmüz Boğazı’nın bloke edilebileceği hususunda uyarmış, İran’a olan
lojistik bağımlılıktan kurtulmaları için gerekli adımları atmalarını istemişti.
2012 yılında İran ve Oman’ın denizaltından da geçen 400 kilometrelik boru hattı
projesini gerçekleştirmeleri, Yemen’i Suudi Arabistan için tek reel alternatif
hâline getirmişti.
Suudi despotları Yemen’i sadece askerî
operasyonlarla destabilize etmiyorlar, aynı zamanda DAİŞ ve El Kaide’nin
Yemen’e yerleşmesini de teşvik ediyorlar. Basında yer alan haberlere göre,
cihatçı terör grupları özellikle Hadramaut bölgesinde faaliyet gösteriyorlar,
ki bu bir tesadüf değil: Suudi boru hattının Hadramaut’tan geçerek El
Mukalla’ya ulaşması planlanıyor ve ilginç bir şekilde bu bölge Suudi hava
saldırılarına maruz kalmıyor.
ABD emperyalizmi burada da Suudi
despotlarına destek çıkıyor: ABD ordusunun 2002’den bu yana Yemen’de
gerçekleştirdikleri İnsansız Hava Aracı (İHA) saldırıları, hem sivil halkın
yaşamını tehdit ederek, cihatçı çetelere kadro sağlama olanakları yaratıyor,
hem de bombardımanlar nedeniyle belirli bir hukuksuzluk alanı oluşturuyor. 2015
Nisan’ından bu yana cihatçı terör gruplarının faaliyetlerinde belirgin bir
artış tespit ediliyor.
NATO ve F. Alman
emperyalizminin rolü
Suudi Dışişleri Bakanlığının bir
açıklamasına göre, NATO ülkeleri, bilhassa ABD ve Britanya savaşa aktif
katılıyorlar. Yemen’e yönelik Suudi hava saldırılarını koordine eden »Komuta ve
Kontrol Merkezinde«, başta ABD’li ve Britanyalılar olmak üzere, çok sayıda NATO
subayı çalışıyor. 2015 Nisan’ından bu yana toplam 709 hava saldırısı
gerçekleştiren Suudi savaş uçaklarının yakıtını ABD ordusu karşılıyor.
Saldırılarda ise, ABD’de üretilen, ama BM hukukuna göre kullanımı yasaklanan
bombalar kullanılıyor.
NATO ve AB ülkeleri devasa silah
satışlarıyla Suudi ordusunu güçlendiriyorlar: Stockholm’deki Uluslararası Barış
Araştırmaları Enstitüsü SIPRI’nin verilerine göre, sadece 2015’de ABD,
Britanya, F. Almanya, Fransa, Hollanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya ve
Türkiye Suudi Arabistana 25 milyar Dolar değerinde lisanslar ve İHA’lar,
bombalar, roketler, savaş uçakları ve savaş gemileri satmışlar. Suudi Arabistan
halihazırda dünyanın en büyük silah ithalatçısı oldu.
Suudi despotları F. Alman emperyalizminin
de en büyük müşterilerinden. Gerçi F. Hükümet Yemen savaşı nedeniyle 200 adet
Leopard 2 tankının satış sözleşmesini erteledi, ancak silah üretme lisansları,
arazi araçları, silahsız İHA’lar ve savaş uçakları ekipmanı satmaya devam
ediyor. Suudiler, F. Almanya’dan aldıkları lisansla ülke içinde G36 saldırı
tüfeklerini üretiyorlar. Bunlar ise genellikle cihatçı terör örgütlerine
veriliyor.
Ancak F. Almanya Suudilere sadece silah
satmakla kalmıyor, aynı zamanda hizmetler de sunuyor – elbette para
karşılığında. Örneğin Federal Ordunun Afganistan’da »deneyim« kazanan
subayları, F. Almanya’dan ithal edilen LUNA-İHA’larının (LUNA= Hava Destekli
İnsansız İstihbarat Aracı) kullanımını Suudilere öğretiyorlar. Diğer yandan
Federal Sınır Polisi 2009’dan bu yana, 9.000 kilometrelik sınır için Airbus
tekeli tarafından geliştirilen yüksek teknolojili sınır koruma sisteminin
kurulması ve kullanılması konusunda Suudi polislerine eğitim veriyor. Yemen
aynı zamanda Doğu Afrika’dan kaçan mülteciler için bir transit ülkesi olması
nedeniyle, »kontrolsüz göçün engellenmesi« hem Suudilerin, hem de F.
Almanya’nın öncelediği bir durum.
F. Almanya bununla birlikte Suudi öncülüğündeki
koalisyon ordularına sağlık hizmetleri de sunuyor. Yaralanan koalisyon
askerleri, F. Almanya’nın bölgede kurduğu askerî hastanelerde tedavi
ediliyorlar. Ağır yaralılar ise F. Alman uçakları ile doğrudan F. Almanya’ya
getirilerek, Berlin, Bonn ve Münih’teki Federal Ordu hastanelerinde tedavi
görüyorlar.
F. Alman emperyalizminin yardımları ve
sunduğu hizmetler elbette salt kâr amaçlı değil. Başta Suudi Arabistan olmak
üzere, ki F. Almanya Suudileri »düzen kurucu bölge gücü« olarak
sınıflandırıyor, Körfez İşbirliği Ülkelerinin (bunların arasında da bilhassa
Katar’ın) silahlandırılması, F. Alman emperyalizminin jeostratejik
konumlanışını güçlendirecek bir faktör olarak görülüyor. Şansölye Merkel’in
bütçesinden finanse edilen ve F. Almanya’nın en önemli düşünce kuruluşu olarak
kabul edilen »Bilim ve Siyaset Vakfı – SWP«, yayımladığı bir araştırmasında »F. Almanya’nın bölgesel güvenlik mimarîleri
inşa ederek düzen kurucu bölge güçlerinin yükselmesini desteklemek ve bölgeyi
kendi jeostratejik önceliklerine göre biçimlendirebilmek için bu düzen kurucu
bölge güçlerinin ellerindeki enstrümanların silahlandırılmasını güçlendirmek
zorunda olduğunu« vurguluyor.
Avrupa’nın en saldırgan ve en gerici
emperyalist gücü olan F. Almanya bölgedeki etkinliğini genişletmek,
jeostratejik önceliklerini kollamak için, Ortadoğu’nun en saldırgan ve en
gerici despotik rejimleriyle işbirliğini güçlendiriyor. F. Alman
emperyalizminin bu çerçevedeki temel hedefi, »düzen kurucu bölgesel güçlerin«
kendi sınırları içerisindeki »istikrarı« sağlamlaştırmak ve bunların bölgede
süregiden vekalet savaşlarına yönelik askerî etkinliklerini büyütmektir, ki
»istikrarlı« rejimlerin yardımıyla bölgeye yönelik özgün çıkarlarını
kollayabilsin. Federal Parlamentodaki Sol Parti meclis grubunun bir soru
önergesini yanıtlayan Federal Hükümet, artık hedeflerini gizleme gereğini bile
görmüyor: »Arap Yarımadasının dominant
gücü olan Suudi Arabistan, uluslararası camianın bölgede istikrarı yeniden
sağlama çabaları için son derece önemli bir rol oynuyor.« Her türlü askerî,
malî ve siyasî riski göze almaktan çekinmeyen Suudi despotları, sadece bu
açıklamalara değil, aynı zamanda »Federal Ordu İçin Beyaz Kitap« veya »Savunma
Politikaları Yönergesi« gibi stratejik belgelerdeki tespitlere dayanarak, F.
Alman emperyalizminin her daim yanlarında olacağı, elinden gelen tüm desteğini
sunacağı sonucunun çıktığını çok iyi biliyorlar.
Sonuç yerine
ABD başkanı Obama’nın Nisan ayında Suudi
Arabistan’a yaptığı ziyaret, burjuva medyasında »ABD-Suudi Arabistan gerilimi«
başlığı altında yorumlanmıştı. Gelişmelere ve iki tarafın yaptığı açıklamalara
bakıldığında, sahiden de belirli bir anlaşmazlık görüngüsünün ortaya çıkması
söz konusu. Bunun çeşitli nedenleri var.
Bir kere, Yemen’de görüldüğü gibi, Suudi
despotlarının askerî-siyasî saldırganlık politikaları istenilen sonucu
vermiyor. Aksine, sivillerin yaşamına mal olan saldırılar ve yaşamsal önem
taşıyan altyapının sistematik bir biçimde yok edilmesi, ayaklanmacı Husilere
toplumsal desteği artıyor. Diğer yandan, Suudi despotlarının ABD-İran
yakınlaşmasına karşı çıkmaları ve ABD’nin Suriye politikasını zora sokmaları,
ABD’nde rahatsızlık yaratıyor. Bu karşılıklı rahatsızlıklar da »gerilim« olarak
nitelendirilen anlaşmazlıklara yol açıyor.
Aslına bakılırsa burada emperyalist güç –
işbirlikçi taşeron ilişkisinin yeniden düzenlenmesinden bahsedilebilir. Hem
örtüşen, hem de kimi zaman çelişen çıkarlar bütünü üzerine kurulu olan
işbirlikçilik hukuku, her durumda belirleyici taraf olan emperyalizmin tüm
istekleri doğrultusunda gelişmeyebilir. Belirli tarihsel koşullar, değişen
maddi şartlar ve kimi coğrafi avantajlar, emperyalizme göbeğinden bağımlı
işbirlikçi rejimlerin belirli bazı taleplerini emperyalist hegemona dayatma ve
kabul ettirme olanaklarını yaratabilir. Ancak, dayatılan ve kabul ettirilen
talepler her ne kadar emperyalizmin aleyhineymiş veya emperyalist stratejileri
zorluyormuş gibi görünseler de, uzun vadeli ortak stratejik çıkarlara zarar
vermediklerinden, betona dökülmüş ittifakı sarsmaz, işbirlikçilik ilişkilerini
zedelemez. Bunun en önemli kanıtlarından birisi, emperyalist güçlerin Suudi
despotlarını Yemen’e yönelik saldırılarında tüm olanaklarıyla
desteklemeleridir.
Yemen’e yönelik saldırılar, Suudi
Arabistan’ın jeopolitik planlarının başat parçalarından birisidir. Suudi
despotları, iktidarlarını sürekli kılmak ve zenginliklerine zenginlik katmak
için bölgeyi kan gölüne çevirmekte, Türkiye ve diğer müttefikleriyle beraber
bölge halklarına cehennemi yaşatmaktadırlar. Bu despotik rejimler ayakta
kaldığı, emperyalist hegemonya sürdüğü müddetçe, Ortadoğu cehennem ateşinde
kavrulmaktan kurtulamayacaktır. Kendi ülkemizde geliştireceğimiz sınıf
mücadelesi, antiemperyalist karakteriyle egemen sınıfların jeopolitik ve
jeostratejik tüm planlarına verilecek en anlamlı yanıttır. Kendi ülkemizde işçi
sınıfının iktidarını kurmak, tüm despotlara ve emperyalist güçlere
verilebilecek en büyük hasar olacaktır.
***