Britanya halkları sağ popülist ve ırkçı
söylemlerin zirve yaptığı bir tartışma sürecinden sonra AB üyeliğinden
çıkılması lehine oy kullandılar. Burjuva medyası bu sonucu »milliyetçiliğin«
bir zaferi olarak eleştirdi. Avrupa’nın reformist solu ise, çoktan neoliberal
cephenin parçası olan sosyaldemokrasi ile aynı çizgide, Britanya’nın AB’nden
çıkmasının »sosyal Avrupa« mücadelesini zayıflatacağını iddia ediyor. Hatta
burjuvazinin demagojik söylemi olan »Britanya’nın ayrılması İslam düşmanı,
ırkçı, milliyetçi ve aşılmış olan ulus devletçi yaklaşımların sonucudur«
safsatasını tekrarlıyor.
Kuşkusuz »Brexit-Kampanyasının« taşıyıcısı
olan siyasî formasyonların bir kesimi ırkçı, milliyetçi ve sağ popülist partilerdi.
Avrupa’daki reformist solun perspektifsizliği, AB kurumlarının verdiği rahatlık
içinde mücadeleyi parlamentarizmle sınırlandırması ve AB elitizminin
savunuculuğunu yapması, Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi, Britanya’da
da işçi sınıfının ve emekçi halkların küçümsenemeyecek kesimlerinin ırkçı ve
milliyetçi propagandanın etkisi altına girmelerine neden oldu. Ancak bu gerçek,
AB’nden çıkılması için oy kullanan 17,4 milyon Britanyalının tümünün ırkçı ve
milliyetçi olduğu anlamına gelmiyor. Tam aksine: bu suçlamalar AB üyeliği
sorununun Britanya’da her zaman sermaye ve emekçi halkları karşı karşıya
getirdiğini ve Britanya Komünist Partisi (CPB) başta olmak üzere, sol ve
devrimci güçlerin de »emperyalist AB projesine Hayır!« dediklerini gösteriyor.
Nitekim CPB referandum sonrası yaptığı
açıklamasında, sonucun »Britanya halkları için bir zafer« anlamına geldiğini ve
»Britanya’nın egemen kapitalist sınıfına, emrindeki politikacılara ve AB, ABD,
IMF ve NATO’daki emperyalist müttefiklerine indirilen önemli bir darbe«
olduğunu vurguladı. Britanyalı komünistler, referandum sonuçlarının »tüm
AB-IMF-NATO-Yayı için bir yenilgi hâline getirilmesi mücadelesine devam
edeceklerini« söylüyorlar. Britanya komünistleri ve solunun »Hayır«ının, ırkçı
ve milliyetçi güçlerin »Hayır«ının tam karşıolumu, enternasyonalist dayanışma
ve sosyal talepleri ile sermayenin Avrupa’sının alternatifi olduğunu görmemiz
gerekiyor.
Lenin’in güncelliği
Ancak böylesi bir alternatif için
mücadelenin kolay olmayacağı çok açık: Galler ve İngiltere’de seçmen çoğunluğu
AB’ne »Hayır« derken, Kuzey İrlanda ve İskoçya’da AB’nde kalınması taraftarları
çoğunluktaydı. Şimdi ise gerek İskoçya’da, gerekse de Kuzey İrlanda’da
referandum sonuçlarının tersine çevrilmesi için girişimler başlatıldı. Referandumun
genel olarak Britanya devleti için, bilhassa toprak bütünlüğü açısından önemli
etkileri olacağından şüphe yok.
ABD emperyalizminin en önemli müttefiki
olan emperyalist Britanya devletinin toprak bütünlüğünün çözülmesine üzülmeye
elbette hiç bir neden yok. Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın bağımsızlıklarına
kavuşması bu ülkedeki emekçi halkların ve işçi sınıfının çıkarına, Britanya’daki
egemen sermaye sınıfının ise aleyhine olacaktır. Ama bu bağımsızlık çabaları
salt Britanya’nın AB’nde kalması için bir silaha dönüştürülürlerse, o zaman
bağımsızlıkların halkların lehine olacak sonuçları tersine çevrilecektir.
Çünkü AB halkların değil, emperyalist
devletlerin kendi aralarındaki gerilimleri Avrupa çatısı altında koordineyle
hafifletmek, ortak çıkarlarını savunmak ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere,
diğer devletlerle olan rekabetlerini kendi lehlerine çevirmek için
oluşturdukları bir ittifak, iktisadî ve siyasî bir yapıdır. AB anayasası üye
devletlere kapitalizmi, militarizmi ve yayılmacılığı zorunlu kılan yegane
anayasadır. AB, günümüzde patronajı altına girdiği F. Alman emperyalizminin en
önemli tahakküm aracı, dünya gücü olma hedefinin güçlü bir manivelası hâline
gelmiştir.
AB, halklar arası dostluğun, dayanışmanın
ve »insan haklarının« korunduğu bir birlik değil,
yayılmacı-militarist-saldırgan dış politikasını NATO savaş politikalarıyla eş
güdümlü hâle getirmiş, üye devletlerin her türlü hükümranlık haklarını rafa
kaldıran, üye devletlere ve çeperindeki komşu ülkelere neoliberal iktisat
politikalarını, kapitalist ekonomiyi ve silahlanmayı dikte eden, dünya çapında
emek, doğa ve hammadde sömürüsünü katmerleştirmeyi hedefleyen bir emperyalist
yapıdır. Bu açıdan Britanya işçi sınıfı ve halkları için AB üyeliğinden çıkmak,
AB’nde kalmaktan daha kötü sonuçlar doğurmaz. Aksine, sınıf mücadelesini
yükseltmenin yeni olanaklarını yaratabilir.
Bu noktada, günümüzü anlayabilmek için
Lenin’e başvurmak yanlış olmayacaktır. Lenin 1915 Ağustos’unda, tam Birinci
Dünya Paylaşım Savaşının ateşlerinin ortasında günümüz gelişmelerine ışık tutan
bir makale kaleme almıştı. Lenin »Avrupa Birleşik Devletleri şiarı üzerine«
başlıklı yazısında emperyalist ekonomilerin eşitsiz gelişim yasallığı
nedeniyle, »Avrupa Birleşik Devletleri« biçimindeki yapıların – aynı AB gibi –,
en güçlü emperyalizmin boyunduruğu altında olmaktan başka türlü var
olamayacağına dikkat çekiyor ve böylesi bir birliği »gerici veya olanaksız«
olarak karakterize ediyordu. F. Alman emperyalizminin güdümündeki günümüz
Avrupa’sı Lenin’in bu tespitini doğruluyor. Bu açıdan Brexit-Referandumunun, bu
analizin doğruluğunun tarihsel bir ifadesi olarak Lenin’in ne denli güncel
olduğunu kanıtladığını vurgulayabiliriz.
Brexit ve reformist illüzyonlar
Gerek AB’nin diğer üye ülkelerinde, gerekse
de Britanya’da bilhassa emekçi kitleler, AB’nin çalışma ve yaşam koşullarını
kötüleştiren, sosyal kazanımların zorla geri alınmasını kolaylaştıran ve
meşruiyeti şüpheli komisyonlar ve kurumlar üzerinden ulusal parlamentoları
işlevsizleştirerek, »demokrasinin« içini oyan bir yapı olduğunu görüyorlar.
Seçimlere katılmakla hiç bir şeyin değişmediği, »yukarıdakilerin« istediklerini
yaptıkları, yolsuzluklarla zenginleştikleri, »halktan uzaklaştıkları« kanısı
yaygınlaşıyor, ki bu kanı yanlış değildir.
Böylesi bir durumda, sosyal ve toplumsal,
iktisadî ve siyasî tüm sorunların nedenlerini göçmenlerin ve mültecilerin
varlığına dayandıran ve kurumsallaşmış ayrımcılığın, yaygınlaşan refah
şovenizminin ve hükümetlerce teşvik edilen ırkçı yaklaşımların zehirlediği
toplumsal atmosferi kullanan ırkçı, milliyetçi ve faşist grup ve partiler
sadece Britanya’da değil, tüm Avrupa’da giderek daha fazla mevzii kazanıyorlar.
Milliyetçi ve faşist demagoji, emekçi kesimlerin haklı tepkilerini göçmenlere
ve mültecilere kanalize ederek, sorunların asıl sorumlularının ve sisteme içkin
yapısal krizlerin üstünü örtüyor, sınıf mücadelesini zayıflatıyor ve asosyal-antidemokratik
politika ve uygulamalara yönelebilecek toplumsal direnç mekanizmalarını
kırıyor.
Brexit kampanyasında ve Avrupa’daki diğer
ülkelerde görüldüğü gibi, işçi sınıfının, emekçi ve yoksul kitlelerin ekonomik
ve sosyal durumlarının kötüleşmesinin artacağına dair sınıfsal hassasiyet ve
içgüdülerinin yarattığı tepkinin, asıl düşmana değil de, göçmenlere ve
mültecilere yönelmesinin temel sorumlusu Avrupa reformist soludur. Reformist
illüzyonlar peşinde koşan ve özünde sosyal demokratlaşmış, yani salt kapitalizmin
sivriliklerini törpüleyebileceğini, AB’nin saldırgan ve gerici emperyalist
niteliğini parlamenter yoldan »ilerici ve sosyal« biçimde dönüştürebileceğine
inanan sol partiler, bu politikalarıyla Lenin’in »gerici veya olanaksız« olarak
karakterize ettiği bir birliği gerçekleştirmeye çalışmakta, sermayenin
Avrupa’sını her gün yeniden üreterek, ezilen ve sömürülen kesimlerden
uzaklaşmakta ve kitleleri ırkçı, milliyetçi, faşist demagojinin kucağına
itmektedirler.
Brezit, AB’nin nihaî ve parçalanamaz bir
yapı olmadığını kanıtlamıştır. Reformizmin inandığının aksine, AB »ebedi« bir
yapı değildir. Sermayenin ihtiyaçları gerektirdiğinde değişebilir,
küçültülebilir, hatta feshedilebilir. Nitekim F. Alman emperyalizmi Brexit’e
hemen reaksiyon göstermiş ve bir zamanlar rafa kaldırdığı »Çekirdek Avrupa«
veya »Farklı Hızların Avrupa’sı« dosyalarını tartışmaya sokmuştur. F. Alman
Dışişleri Bakanı Steinmeier, AB’nin kurucu ülkelerindeki meslektaşlarını davet
ederek ve bu şekilde diğer 21 AB üyesi ülkeyi ekarte ederek, atılacak adımları
görüşmüştür. Sonuç itibariyle AB öyle ya da böyle değişmektedir, değişecektir,
ama bu değişimde belirleyici olan sermaye çıkarları ve emperyalist
stratejilerdir. Bugünkü yapısıyla AB, reformist solun hayal ettiği gibi,
»aşağıdan yukarıya, sosyal Avrupa’ya« dönüştürülemez. Bu, etobur bir aslanı
zorla vejetaryen yapmaya çalışmak kadar anlamsız ve beyhude bir çabadır.
Reformist solun burjuvazinin tuzağına
düştüğü bir diğer nokta da, AB sayesinde »ulus devletin aşıldığı« efsanesidir.
Ulus devletlerin »aşıldığı« iddiası, sermaye temsilcilerinin halkların
oylarıyla oluşturdukları ulusal parlamentoların hükümranlıklarını sermaye
lobicilerinden oluşan »komisyonlara« aktararak, parlamenter kontrol
mekanizmalarının aşılmış olduğu gerçeğinin üstünü örtmektedir. AB’ne üye
devletlerin, böylelikle bu ülkelerde yaşayan halkların yaşamsal çıkarları
üzerine belirleyici karar verme yetkilerinin ulusal parlamentolardan alınıp,
AB, NATO, IMF veya uluslararası finans piyasaları gibi yapılara teslim edilmesi,
ulus devletin aşıldığının değil, halkların oylarıyla belirleyici olma
haklarının aşılmış olduğunun ifadesidir.
Asıl sorun, şimdiki hâliyle burjuvazinin
sınıf tahakkümünün bir aracı olan ulus devletin »aşılmasında« değil, AB üyesi
devletlerin ve AB’nin kapitalist eşitsizlik ve rekabet ilişkileri üzerine
kurulu olan temelleridir. Kaldı ki uluslar (en ilerici anlamında eşit
milliyetlerden oluşsa da) ve ulus devletler kişilerin, parti veya grupların
öznel istemlerinden bağımsız var olan olgulardır. Bu açıdan Brexit aynı zamanda
ulus devletlerin emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmesi gereken
mücadelenin arenası, muhabere alanı olduklarını kanıtlamaktadır. Her kapitalist
ulus devlette olduğu gibi, Britanya’da da tarih sınıf mücadeleleri ile
yazılmaktadır. Britanya’nın ilerici mi, yoksa gerici bir gelişme yolu
izleyeceğini bundan sonraki sınıf mücadeleleri ve güçler dengesi
belirleyecektir. AB’nden çıkma kararının, sınıf mücadelesi için yeni olanaklar
yaratma potansiyelini taşıması ötesinde bir etkisi olmayacaktır.
Brexit ve AB’nin geleceği
Burjuva medyasının ve reformist solun iddia
ettiği gibi, Brexit sonucunda Britanya’nın iflas etmesi ve »siyasî ve kurumsal
bir depreme« yol açacak olması söz konusu değildir. Bir kere Britanya
emperyalist devlet olarak varlığını sürdürecek, toprak bütünlüğü bozulsa dahi,
kapitalizm gerçeğinden kopmayacaktır. Nasıl AB üyesi olmayan emperyalist
devletler varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlarsa, Britanya açısından da bu
gerçek değişmeyecektir. Kaldı ki, şimdiden Britanya ve AB arasında engelsiz
ürün, hizmetler ve sermaye trafiğinin sürdürülebilir kılınması için gerekli
adımlar atıldı bile. En az iki, en fazla 15 yıl sürecek olan ayrılma süreci
bunun için kullanılacaktır. Zaten Euro Bölgesinde olmayan Britanya kapitalist
ekonomilerin yaşam damarlarını iki yönlü açık tutmaya devam edecektir.
Diğer yandan Brexit özellikle F. Alman
emperyalizminin küresel stratejileri açısından önem kazanıyor. Bir tarafta
Brexit tartışılır, AB’nin dağılma sürecine girdiği görüşleri ileri sürülürken,
diğer tarafta da Britanya haricindeki AB üyesi devletler neredeyse kamuoyunun
dikkatinden uzak yeni strateji belgeleri geliştiriyor ve karar altına
alıyorlar. Örneğin 2003 yılında kabul edilen »Avrupa Güvenlik Stratejisi« (ESS)
yerine geçen »Ortak vizyon, ortak eylem – Daha güçlü Avrupa« başlığı altında
»AB Küresel Stratejisi« (EUGS) kabul edildi. Bu strateji belgesi AB’nin dış,
güvenlik ve savunma politikalarının militaristleştirilmesine yeni bir ivme
katacak. F. Alman emperyalizminin uzun zamandır savunduğu bu militarist çizgi,
daha önceleri Britanya’nın muhalefeti nedeniyle tartışılamıyordu bile – Brexit
ile bu engel artık aşılmış durumda.
Zaten F. Alman emperyalizmi Brexit
kararının alınmasının hemen ardından, »AB’nin dünya çapında daha güçlü rol
oynayabilecek derecede kendisini konsolide edene deki Almanya’nın elinden
geleni yapacağını ve öncü rolünün gereğini yerine getireceğini« (F. Dışişleri
Bakanı F. W. Steinmeier) açıklamış ve böylelikle Britanya’nın AB’nden
ayrılmasının AB’nin geleceğini etkilemesini F. Almanya’nın her halükârda
engelleyeceği sinyalini vermişti. Bugünlerde »AB Küresel Stratejisini«
değerlendiren burjuva medyasındaki AB uzmanları dahi, F. Almanya’nın »ipleri
elinden bırakmamaya kararlı olduğunu« vurgulamaktalar.
Yeni strateji belgesi Britanya’nın AB’nden
ayrılması ile birlikte, »AB’nin içeride ve dışarıda ciddî bir kriz yaşadığını«
kabul ediyor, ama aynı zamanda da bu »krizi« AB’nin »geleceğin en güçlü küresel
aktörlerden birisi olabilme fırsatını içerdiğini« vurguluyor. Bunun içinse,
»ortak, kapsamlı ve bütünsel bir AB Küresel Stratejisinin zorunlu olduğu«
belirtiliyor. Bunu F. Alman emperyalizminin diğer AB üyesi ülkelere yönelik bir
dayatma olarak okumak da mümkün. Aynı şekilde strateji belgesinde Rusya’nın
artık bir »stratejik karşıt« olarak tanımlanıyor olması da dikkat çekiyor.
Belgede »AB’nin güçlendireceğiz, Doğu’daki üyelerimizin ve komşularımızın
savunma yetilerini yükselteceğiz ve komşularımızın AB ile olan ilişkilerini
özgürce belirleme haklarını savunacağız« denilerek, Rusya’ya karşı çok açık bir
tehdit potansiyeli oluşturuluyor. Belge bu çerçevede AB’nin »stratejik iletişim
olanaklarını iyileştirerek çeşitli alanlarda kamuoyu diplomasisine ağırlık
verileceği« vurgulanıyor, ki bu Rusya’ya karşı geliştirilecek olan ihtilaf politikaları
için AB kamuoyunda propagandanın yoğunlaşacağına işaret ediyor.
Brexit’in bir sonucu da, AB’nin, tam F.
Alman emperyalizminin çıkarları doğrultusunda, özerk savaş yürütebilme yetisini
kazanmasının önünü açmış olması. Belge, Lizbon Stratejisinden ileri giderek,
»üye devletler dışsal krizlere reaksiyon gösterebilmek ve Avrupa’nın
güvenliğini sağlayabilmek için askerî yetilerin gerekli gördüğü kara, hava,
uzay ve deniz alanlarında tüm önemli teçhizatla kendilerini donatmalıdır«
diyerek, savunma giderlerinin artırılmasını zorunlu kılıyor. Bu çerçevede de
»Avrupa savunma sanayinin Avrupa’nın stratejik özerkliği ve inandırıcı güvenlik
ve savunma politikası için vazgeçilmez önemi« vurgulanıyor.
Görüldüğü kadarıyla F. Almanya ve Fransa militaristleştirme
çalışmalarını Britanya’da AB’nden çıkış kararı verilmeden çok daha önce
başlatmışlar ve hesaplarını da Brexit üzerine kurmuşlar, çünkü gerek »AB
Küresel Stratejisi« belgesi, gerek F. Alman ve Fransa Dışişleri Bakanlarının
»Güvensiz bir dünyada güçlü bir Avrupa« adlı siyaset önerileri, gerekse de F.
Almanya’nın »Federal Ordu için Beyaz Kitap« adlı yönergesi Britanya’sız bir AB
kurgusundan hareket ediyorlar. Federal Savunma Bakanı von der Leyen’in bu
bağlamda söylediği bir söz de ifşa edici: »Artık önceden olanaksız olan
işbirlikleri ve planlamalar olanaklı oldu. Britanya’ya uzun süre müsamaha
göstermek zorunda kaldık. Şimdi Avrupa’nın güvenlik politikalarını daha da
hızlandırabiliriz«.
F. Almanya ve Fransa, Avrupa kamuoyunda
yaygın olan TTIP karşıtlığından da pek etkilenmiyorlar. TTIP
gerçekleştirilemese bile, aynı onun kadar etkisi olan ve Kanada ile yapılacak
olana serbest ticaret antlaşması (CETA) için koşullar yaratılmış durumda. F.
Alman hükümetinin ortağı olan SPD ve Fransız sosyalistleri CETA’dan yana tavır
alarak, bu antlaşmanın önünü açtılar. ABD’li tekellerin de Kanada ile olan
ilişkileri üzerinden CETA’dan faydalanacakları düşünülürse, TTIP’in
gerçekleşmemesinden ABD emperyalizminin olumsuz etkilenmeyeceği de
söylenebilir. Bu, ABD’nin AB konusunda değişen çizgisi ile de uyumlu: ABD daha
önceleri AB’nin özerk savaş yürütme yetisini kazanmasına karşı çıkarken, şimdi
»savaş giderlerinin paylaşımının kolaylaştırılması« gerekçesiyle silahlanma
adımlarını destekliyor. Hatta, AB’nin özerk savaş yetisini kazanmasının, NATO
operasyonları için ek destek olacağını savunuluyor.
O açıdan, Brexit’in sonuçlarının salt
Avrupa ile sınırlı kalmayacağını, emperyalist güçler arasında – tüm yapısal
çelişkilerine rağmen – stratejik çıkar örtüşmelerini öne çıkardığı tespitini
yapmak olanaklıdır. Avrupalı emperyalist güçler ve ABD, AB’nin bir »Avrupa
Birleşik Devletleri« statüsüne dönüşmesini zaten hiç ön görmemişlerdi. AB en
başından emperyalist çıkarların savunucusu bir çatı olarak kurgulanmıştı ve
Britanya’nın AB’nden çıkması, bu temel amacın değişmesine neden olmayacaktır.
Sonuç itibariyle AB’nin geleceğinin başta F. Alman emperyalizmi olmak üzere,
Çekirdek Avrupa güçleri tarafından belirleneceğini ve emperyalist stratejilerin
uygulanmasını olanaklı kıldığı müddetçe de AB’nin yıkılmayacağını söyleyebiliriz.
AB gibi emperyalist yapıları yıkabilecek olan yegane alternatif, ancak ve ancak
devrimci yoldan yaratılabilir. Ve bu alternatifin hedefi sosyalizmdir.
Emperyalizm, tüm gücüne rağmen proleter devrimin arifesi, kapitalist
toplumların batmakta olan güneşidir. İnsanlığın geleceği, hiç kuşkusu
proletaryanın »Güneşli Dünyası«ndadır.
***