Almanya solunun deneyimleri üzerine
2005 Federal Parlamento Seçimleri, uzun zamandır bölünmüş ve zayıf düşmüş olan Almanya politik solunun kendisinden beklenemeyeni gerçekleştirdiği bir seçim oldu. Henüz 2005 Ocak’ında kurulan ve ağırlıklı olarak Batı eyaletlerinde örgütlü olan Emek ve Toplumsal Adalet Partisi-Seçim Alternatifi (WASG) ile Doğu eyaletlerinde yerleşik bir halk partisi olan Linkspartei.PDS’in tek listeyle girdikleri ve toplam 4,1 milyon insanın oyunu (yüzde 8,7) aldıkları seçim, Almanya politikası açısından tam bir dönüm noktası oldu. Almanya’nın siyasî partiler yelpazesinin kalıcı olarak değiştiği ortaya çıkmaktaydı.
Aslında politik kültürleri bütünüyle farklı olan, bir tarafta, Batı’da, her zaman düşük oy oranlı muhalif parti ve gruplardan oluşan, diğer tarafta da, Doğu’da, 1949’dan bu yana hep »devlet partisi« olan Almanya politik solu, sosyal demokrasi ile Yeşiller’in neoliberal cepheye katılıp, uyguladıkları politikaların halk kitleleri arasında infiale yol açması ve koşulların zorlamasıyla birleşmekteydi. Kısacası, 1998’de büyük umutlarla iktidara gelen Schröder-Fischer Hükümeti militarist ve neoliberal politikalarıyla bir halk hareketinin oluşmasını sağlamış, hareket de kendi partisini yaratmıştı.
»Hartz Yasaları« olarak bilinen ve Almanya’nın yakın tarihinin en büyük sosyal kıyımına yol açan kısıtlamalar, SPD’nin sendikal harekete sırtını çevirmesi, sendikaların sermaye şantajları karşısında zayıf düşmeleri, »Ren kapitalizmi«nin ünlü »sınıf uzlaşısının« sermaye tarafından tek yanlı olarak lağv edilmesi ve hükümete karşı kendiliğinden protesto gösterilerinin yayılması, Almanya solunu arayışlara itiyordu. 2004’de bir dernek olarak kurulan WASG, 2005 Ocak’ında, PDS’e rağmen partileşti ve 2005 Mayıs’ında Kuzeyren-Vesfalya Eyalet Parlamentosu Seçimleri’ne katılarak, yüzde 2,2 oy aldı. PDS aynı seçimlerde sadece yüzde 0,9 oy alabilmişti.
Ancak seçim sonuçları SPD-Yeşiller Hükümeti açısından tam bir felaketti. Şansölye Schröder, ilk seçim tahminlerinin açıklanmasından sadece 15 dakika sonra erken genel seçime gidileceğini açıklamıştı. 1999 yılında hem bakanlıktan, hem de parti başkanlığından istifa eden Oskar Lafontaine’in, »WASG ve PDS birleşirse, aday olurum« açıklaması, birleşme sürecini tetikledi. Erken genel seçimlere ortak listeyle katılan Almanya solu, hem parlamentoya girmeyi başardı, hem de muhafazakâr-liberal veya kırmızı-yeşil hükümetlerin oluşabilmesini engelledi.
Ardından gelen süreçte iki parti 2007 Temmuz’unda birleşme kurultayını yaparak DIE LINKE çatısı altında toplandılar. Almanya solu gene kendinden beklenilmeyeni başarmıştı: devlet sosyalistlerinden, farklı sosyalist ve komünist akımlara, Yeşiller ve demokratlardan, sendikacılara ve eski SPD üyelerine kadar geniş bir kesim, tek parti çatısı altında ve ortaklaşa kararlaştırılan »Programatik Köşe Taşları« temelinde bir araya geliyorlardı. Kuşkusuz, yüzde 2 gibi bir oy oranını tek başına toplayabilen Lafontaine’in bu birleşmede büyük rolü oldu, ancak, asıl belirleyici olan Alman sosyal demokrasisinin cephe değişiminin yarattığı sonuçlardı.
Almanya’nın federal yapısı ve 16 eyaletteki eyalet parlamentosu ve yerel seçimleri, DIE LINKE içerisinde, özellikle SPD ve yaygın medyanın beklediği ayırıştırıcı ideolojik tartışma süreçlerini engelledi. Geçmişte kılı kırk yararak, ilkesellik tartışmalarıyla sayısız parçaya bölünen Almanya solu ilk kez tarihinden ders çıkartıyor ve koşulların zorlamasıyla elde edebildiği siyaset aracının parlamenter başarılarla kalıcılaşmasına katkı sağlıyordu. Parti içerisinde oluşan akımlar, ki başlıcaları Demokratik Sosyalizm Forumu (pragmatistler), Sosyalist Sol (sendikal hareket ve eski SPDlilerin oluşumu) ve Antikapitalist Sol olarak tanımlanabilirler, parti bütünlüğünün parti içi iktidar kavgalarıyla zedelenmesini engelleyebildiler. Burada gene Lafontaine faktörü belirleyici olmakla birlikte, peş peşe elde edilen parlamenter başarılar, birlikte hareket etmeyi zorunlu kılıyordu.
Nitekim, programı olmadığı için eleştirilen parti, sırasıyla yerel, eyalet, 2009 genel ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde başarılarını artırarak sürdürdü. 2005’de yüzde 8,7 oy alan parti, 2009 seçimlerinde yüzde 11,9 oy alabildi. Bugün itibariyle yaklaşık 80 bin üyeye sahip olan DIE LINKE toplam 8 Avrupa, 76 Federal ve 200’den fazla Eyalet Milletvekiline ve bunların yanısıra, çoğunluğu Doğu eyaletlerinde olmak üzere, 179 Belediye Başkanına, 59 Belediye Daire Başkanına ve 6.000’i aşkın yerel meclis (kent ve kaymakamlık bölgesi belediye meclisleri) üyesine sahiptir. DIE LINKE’nin ortak olduğu Eyalet Hükümetleri de Berlin ve Brandenburg’daki SPD-DIE LINKE hükümetleridir.
Bu açıdan bakıldığında DIE LINKE’nin kuruluşundan üç yıl sonra istikrarlı ve hayli etkin bir parti haline geldiği, hatta Yeşiller’in kuruluşuyla kıyaslandığında, çok daha başarılı bir yeni parti kuruluş sürecini izlediği söylenebilir. Ancak henüz Almanya solunun, özellikle devlet partisi geleneğinden gelen Doğu Alman solcuları ile sendikal hareketle sıkı bağlantıları olan ve her zaman muhalefet olma geleneğini yaşatan Batı Almanya solcularının tam anlamıyla birleşmiş olduklarından pek bahsedilemez. Hâlen sert ideolojik tartışmalar başlamamışsa da, ki bunun çeşitli nedenleri var, 2011’e kadar sürecek olan program tartışmasında ve en geç 2013 genel seçimlerinde ayrıştırma gücü olan çatışmaların yaşanabileceği söylenebilir.
Son aylarda bunu engelleyen iki temel faktör vardı: Birincisi, kanser hastalığına yakalanan Oskar Lafontaine’nin ve AP’na seçilen Lothar Bisky’nin eşbaşkanlıktan ayrılma kararını almaları ve bunun sonucunda da parti yönetiminde doldurulması gereken bir vakuumun ortaya çıkması. İkincisi ise, partinin pragmatist kanadı tarafından fazlasıyla radikal olmakla suçlanan Kuzeyren-Vesfalya (NRW) eyalet örgütünün Eyalet Parlamentosu Seçimlerine katılıyor olmasıydı.
9 Mayıs 2010 Pazar günü yapılan seçimlerde NRW- örgütü antikapitalist bir seçim programıyla ve yaygın medyanın tüm karalama çabalarına rağmen, yüzde 5,6 oy alarak, aralarında 3 Kürdistan kökenli göçmenin de bulunduğu toplam 11 milletvekilini eyalet Parlamentosu’na sokmayı başardı. Sadece bu kadar da değil: DIE LINKE’nin Eyalet Parlamentosu’na girmesiyle, hem CDU/FDP hükümeti alaşağı edilebildi, hem de SPD ve Yeşiller’in tek başlarına iktidar olmaları engellendi. NRW- örgütü, radikal bir reelpolitika becerisini gösterdiğini de kanıtlayarak, olası bir SPD/Yeşiller/DIE LINKE hükümetinin kurulmasını engellemeyeceklerini açıkladı. Henüz koalisyon görüşmeleri başlamadı, ancak DIE LINKE’nin »sadece halkın yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirebilecek sosyal adımların atılması ve esaslı bir politika değişikliğinin gerçekleştirilmesi koşuluyla hükümete katılırız« açıklaması nedeniyle SPD ve Yeşiller’in zorlanacağı görülüyor. Şahsen koalisyon görüşmeleri sonucunda CDU ve SPD’nin büyük koalisyonunu oluşturmalarının büyük bir olasılık olduğunu düşünüyorum, ama kesin bir tahminde bulunmak için henüz çok erken.
NRW seçimlerinden sonra 15 Mayıs 2010’da Rostock’ta yapılan Olağan Parti Kurultayı ise, Lafontaine ve Bisky’nin yerine sendikacı Klaus Ernst ile Doğu Almanyalı Gesine Lötzsch’ü getirerek, yönetim boşluğunu kapayabildi. Yapılan tüzük değişikliği ile »Doğu ve Batı’nın entegrasyon sürecini hızlandırmak için« başkan vekillikleri, genel sekreterlik görevi ve »Birleşme Sorumluları« hem kadın ve erkek, hem de Batılı ve Doğulu olmak üzere ikişer kişi tarafından üstlenildi. Ancak parti yönetim kurulunun diğer üyelerinin seçiminde ve kurultay tartışmalarında, beklenen Doğu-Batı pürüzleri ortaya çıktı.
Kanımca asıl pürüzler bundan sonra sürdürülecek olan program tartışmalarında yaşanacak. Çünkü Program Komisyonu tarafından hazırlanan Parti Program Taslağı bilhassa pragmatik kanadın tepkisini çekmekte. Pragmatik kanadı oluşturan ve çoğunlukla Doğu eyalet örgütlerinin yönetiminde olanlar, partinin 2013 genel seçimlerinde SPD ve Yeşiller ile Federal Hükümete gelmesini ve program taslağında yer alan kapitalizm eleştirisinin, mülkiyet sorunu hakkındaki bölümlerin, hükümetlere katılım için getirilen önkoşulların ve özellikle dış politikadaki savaş karşıtı söylemlerin böylesi bir stratejiye engel olduğu görüşündeler. Pragmatist kanadın parti yönetiminin yaklaşık yarısını oluşturması ve parti üyelerinin ağırlıklı bölümünün Doğu eyaletlerinde yaşıyor olması, program tartışmalarının çetin geçeceğine işaret ediyor.
DIE LINKE özellikle hükümetlere katılım sorununu çözebilmiş değil. Önümüzdeki yıl yapılacak olan üç eyalet seçiminde, en az bir eyalette DIE LINKE’nin eyalet başbakanını çıkartma şansı var. Öyle ya da böyle, parti hükümetlere katılsa da, muhalefette kalmayı yeğlese de, değişmeyen bir gerçek var: o da DIE LINKE’nin tüm parti içi akımların kavgalarına, program tartışmalarına ve kapitalizm eleştirisinin dozu üzerine verilen mücadelelere rağmen, şimdiden Almanya politikası üzerindeki etkisini gün geçtikçe artıran ve neoliberalizme karşı etkin direnişi örgütleyebilen bir parti haline geldiğidir. Avrupa solunun genelinde söz konusu olan tüm Avrupa merkezciliğine ve ulusal sınırlar içerisinde düşünmeyi tam olarak aşamamışlığına rağmen sadece üç yılda böylesi bir konuma gelmiş olması, kendi başına bir başarıdır.
Yeni bir sürece giren DIE LINKE deneyimi, solun ortaklaşıp, çeşitlilik içerisinde birleşerek, yerleşik bir parti olması için gösterilebilecek iyi bir örnek olarak tarihteki yerini alacaktır.
Program taslağının Türkçe çevirisini http://die-linke.de/fileadmin/download/programmdebatte/100320_tr_dielinke_program_taslagi.pdf adresinden indirebilirsiniz.