Son günlerde özellikle iki yazı dikkatimi çekti. İkisi de Türkiye – Rusya ilişkilerini ele alıyor. Birisi, Mustafa Peköz’ün sendika.org sitesinde kaleme aldığı »Türkiye’nin dış politika arayışları ve Rusya’nın artan önemi« başlıklı analiz, diğeri de Avrupa Barış Meclisi’nden çalışma arkadaşım Günay Aslan’ın Çarşamba günkü Yeni Özgür Politika’da yayımlanan yazısı. Her iki yazıda, ama bilhassa sevgili Günay’ın yazısında, »AKP’nin bir ›Avrasya Seçeneği‹ peşinde koştuğu, Türkiye’nin ABD ve AB yerine Rusya’ya yakınlaştığı« görüşü ağırlık kazanmış.
Gerçi konu daha derin bir analiz yazısını gerekli kılıyor ve bir köşe yazısı çerçevesinde eksik kalabilecek hayli nokta var, ama »Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaştığı« görüşü gerçekten incelenmeye değer. Fırsat bulduğumda konuyu derinlemesine ele alacağımı belirterek, konuya kısaca bir giriş yapalım.
Türkiye – Rusya arasında gerçekleşen görüşmeler ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun »stratejik derinlik« olarak adlandırdığı politika, gerçekten de AKP hükümetinin, dolayısıyla Türkiye’nin hikmet-î hükümeti olarak sürdürdüğü Batı’ya yönelimden vaz geçtiği, ABD/AB ve Rusya seçenekleri arasında seçimini Rusya’dan yana mı yaptığı anlamına geliyor? Yani sevgili Günay’ın deyimiyle bir »eksen kayması« mı yaşanıyor?
Gelişmelere yüzeysel olarak baktığımızda, bunu doğrulayan noktalar görebilmekteyiz. Türkiye – Rusya arasındaki iktisadî ilişkilerin boyutunun artırılma çabaları, Türkiye’nin Rusya’dan enerji tedarikini yoğunlaştırması, karşılıklı olarak vizenin kaldırılması, ayrıca İran’a yönelik politikalardaki benzerlikler, ABD ve AB ile ortaya çıkan kimi görüş farklılıklarıyla birlikte ele alındığında, »ibrenin« Rusya’dan yana kaydığı düşünülebilir.
Ancak günümüzün küreselleşen kapitalizmi, giderek azalmakta olan fosil enerji kaynaklarına ve dünya piyasalarına engelsiz ulaşım kavgaları, uluslararası malî piyasaların ulus devletler üzerinde artan hegemonyası ve bu çerçevede emperyalist stratejilerin yeni tanımlanmaları, devletler arasındaki ilişkilerin görece son derece komplike biçimde gelişmelerine neden olmaktadır. Jeostratejik, jeoekonomik ve jeopolitik çıkarlar kimi zaman örtüşmekte, kimi zaman birbirleriyle çelişir gözükmektedir. Bu nedenle salt görüngelere dayanarak yapılacak her tahlil, ciddî yanılgılar içerecektir.
Kısaca kendi görüşümü belirtecek olursam; Türkiye’nin bir nevî »Avrasya Seçeneği« peşinde koştuğuna inanmıyorum. Aksine, Rusya ile yakınlaşma, İran’a yönelik politikalar, sözde »komşularla sıfır sorun yaklaşımı« ve uluslararası ihtilaflarda Türkiye’nin »sorumluluk üstlenme isteği« tam anlamı ile Türkiye’ye biçilen yeni rolün bir gereğidir. Türkiye, »tek ihracat ürünü olan ordusu« (G. Soros) ve enerji nakil hatları üzerindeki merkezî konumuyla bölgede İsrail’in yanısıra »istikrar ve güvenlik sağlayıcı« bölgesel güç konumuna hazırlanmaktadır. Türkiye’nin iç, dış ve özellikle »güvenlik« politikaları bu konumlanma hedefine odaklanmıştır. İsrail veya ABD yönetimiyle olan ilişkilerin »limonîleşmesi« bu gerçeği, hiç ama hiç değiştirmemektedir.
Ayrıca burada Rusya’nın kendi çıkarları için asıl ABD ve AB’ye yakınlaştığını da unutmamak gerekir. Gerek NATO, gerekse de G 8 ve G 20 zirvelerinde bu konuda alınan kararlar iyi okunmalıdır. Diğer taraftan, hem G 20 çerçevesinde Brezilya ve Türkiye gibi eşik ülkelerinin küresel stratejilere koopte edilmelerinin, hem de Çin ve Hindistan gibi ülkelerin artan ekonomik gücünün enerji ve hammadde kaynakları ile dünya piyasaları üzerine verilen kavgada yeni ihtilaflara yol açabileceği egemen güçler arasında da ifade edilmektedir.
Ve en önemlisi: Türkiye dış ticaretinin yüzde 60’ını Almanya, dolayısıyla AB üzerinden yapmakta ve örneğin Almanya’nın en büyük silah müşterilerindendir. NATO üyesidir ve NATO’nun »nükleer ilk vuruş opsiyonu« gibi yenilenen stratejilerinin taşıyıcılarındandır. Tüm stratejik kararlarını Washington, Berlin, Brüksel/Strasbourg ile eşgüdümlü olarak almaktadır. Sadece bu gerçekler dahi »Avrasya Seçeneği« ile ters düşmüyor mu?