27 May 2010

Türkiye – Rusya ilişkileri üzerine

Geçen hafta sonu Günlük ve Yeni Özgür Politika gazetelerinde yayımlanan köşe yazımda, Mustafa Peköz ile Günay Aslan’ın yazılarına değinmiş ve »Türkiye – Rusya arasında gerçekleşen görüşmeler ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ›stratejik derinlik‹ olarak adlandırdığı politika, gerçekten de AKP hükümetinin, dolayısıyla Türkiye’nin hikmet-î hükümeti olarak sürdürdüğü Batı’ya yönelimden vaz geçtiği, ABD/AB ve Rusya seçenekleri arasında seçimini Rusya’dan yana mı yaptığı anlamına geliyor? Yani sevgili Günay’ın deyimiyle bir ›eksen kayması‹ mı yaşanıyor?« diye sormuştum.
Konunun derinliğine ele alınması, bir takım varsayımlara ve görüngülere dayanarak tahlil yapmayı engelleyecektir. Onun için önce görüngüleri ele alarak, bunların arka planlarını açmaya çalışmak doğru olur kanısındayım. Evet, Türkiye – Rusya ilişkilerinde önceki yıllara nazaran, bilhassa Soğuk Savaş yılları ile kıyaslanamayacak şekilde farklılıklar olduğunu teslim etmek durumundayız. Sadece Rusya devlet başkanı Medwedjew’in ziyareti esnasında dile getirilen »iki ülke arasındaki ticaret hacmini yılda 100 milyar Dolar’a çıkarma« arzusu, iki ülkenin de derinliği değişen ilişkilerden faydalanmak istediklerini göstermektedir. Elbette ülkeler arasındaki ilişkilerde son derece meşru bir beklentidir bu.

Diğer taraftan Türkiye’deki karar vericilerinin, fosil enerji kaynaklarının sınırlılığından hareketle ülkenin enerji tedarikini güvence altına alma gibi bir yönelimde bulunmaları ve bu konuda Rusya enerji tekelleri ile, ki bunlar aslında Rus devletinin ta kendisidir, belirli zaman pencerelerini güvence altına alacak antlaşmalar yapmaları da son derece doğal bir gelişmedir. Zaten uzun zamandan beri süren »Bavul Ticareti« ve Türkiyeli şirketlerin Rusya’daki angajmanları nedeniyle bir takım vize kolaylıklarına gidilmiş olması ise, beklenen, hatta geciken bir adımdı da denilebilir.

Üçüncü olarak Türkiye ve Rusya’nın, Batı’nın egemen merkezlerinin aksine özellikle İran politikalarında ve İran’ın nükleer programı konusunda birbirlerine benzer yaklaşımlar sergilemeleri de, tüm benzerliklerine rağmen, her iki ülkenin kendi stratejik konumlanışlarıyla bağlantılıdır ve Türkiye ve Rusya’nın »İran Politikaları« özünde birbirlerinden çok farklı motivasyonlarla yürütülmektedirler. Rusya’nın İran’a yönelik olan dayatmalara ve BM Güvenlik Konseyi’nin yaptırımlar uygulamasına rezervli davranmasının ardında öncelikli olarak kendi »güvenlik çıkarlarının« korunması yatmaktadır. Ayrıca doğalgaz vanaları ile uluslararası politikada belirleyici güç hâline gelmek isteyen Rusya için İran’ın enerji kaynaklarının stratejik önemi bulunmaktadır.

Bu noktayı biraz açmaya çalışalım: İran’daki gerici molla rejiminin doğal gaz ve petrol satışlarından elde edilen geliri, küçümsenemeyecek oranda halkın güncel yaşamına yönelik alanlarda kullanılan sübvansiyonlara aktardığı bilinmekte. Bu açıdan İran’ın karar vericileri için sürdürülebilir veya en azından fazla engele takılmadan gerçekleştirilebilecek enerji taşıyıcıları ticaretinin rejimi ayakta tutma derecesinde önemi var. Dikkat edilirse İran, bu ticaretini Rusya, Çin ve son dönemlerde artan bir biçimde Türkiye üzerinden gerçekleştirmeye çalışmakta. İran uluslararası politik ihtilaflarda olanaklı olduğunca bu ülkelere karşı kullandığı diplomatik dile bu nedenle hayli dikkat ediyor.

BM Güvenlik Konseyi’nin devamlı üyeleri olan Rusya ve Çin ise, Güvenlik Konseyi’nde ne zaman İran aleyhtarı bir önerge gündeme gelse, ya karşı çıkıyorlar, ya da uygulanmasını fiîlen engelleyecek uzlaşı önerilerini dayatarak kabul ediyorlar. Rusya açısından uluslararası arenada doğrudan Batılı güçlerin baskısı altında olan, kendi sınırları içerisindeki görece »toplumsal barışı« sübvansiyonlarla satın almak zorunda kalan, antisemitik çıkışlarıyla dünya kamuoyunun tepkisini çeken ve en önemlisi Rusya’nın diplomatik desteğine bağımlılık derecesinde gereksinim duyan bir »Molla Cumhuriyeti«, şu anki rejim yıkıldığında işbaşına gelecek muhtemel bir ABD ve AB yanlısı iktidar altında ulusaşırı tekellere kapıları sonuna kadar açacak ve böylelikle Rusya’nın enerji politikalarına bölgesel sekte vurabilecek bir demokratik (!) İran’dan daha çekicidir.

İran’daki rejimin değişmemesi Rusya’nın özellikle güvenlik kaygıları nedeniyle önemsediği bir durumdur. İran’da ABD ve Çekirdek Avrupa’nın çok açık bir biçimde destek verdikleri »Yeşil Muhalefet«in molla rejimini alaşağı ederek, Batı yanlısı bir politika izlemesi veya daha da kötüsü, ABD’nin – muhtemelen İsrail’i öne sürerek – gerçekleştirebileceği bir İran saldırısı (veya, daha düşük bir olasılık olsa da, işgali), Rusya’nın Orta Avrupa (Baltık ülkeleri, Polonya, Çek Cumhuriyeti) ve Balkanlardan (Bulgaristan, Romanya, Kosova, Makedonya, Bosna-Hersek) Türkiye’ye, Türkiye’den Yakın ve Orta Doğu’ya (İsrail, Irak, İran, Afganistan), oradan da Hindistan sınırına kadar bir çizgi içerisine hapsedilmesine neden olacak. Doğaldır ki imparatorluk ve Sovyet iktidarı deneyimine sahip olan, enerji ve hammadde kaynakları sayesinde küresel oyuncu olmaya kararlı olan Rusya yönetimi için bu kabul edilebilir bir senaryo değildir.

Yeri gelmişken belirtmekte yarar var: İran’daki statükonun olduğu gibi kalması düşüncesinde değilim, aksine molla Rejiminin alaşağı edilmesini, en az egemenlerinin zulmü altında ezilen İran halkları kadar istiyorum. Ama, bu noktada ABD ve AB’nin çıkarlarıyla da örtüşülmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Diğer taraftan gözden kaçırılmaması gereken bir diğer konu da Rusya’nın bilhassa Afganistan savaşı çerçevesinde Batılı güçlerle gerçekleştirdiği işbirliğidir. NATO güçleri ve ISAF birlikleri, Rusya’nın lojistik desteği olmaksızın Afganistan’daki savaşı yürütmekte hayli zorlanacaklardır. Zaten Afganistan’ın kuzeyinde otoriteyi büyük ölçüde Taliban’a kaptıran veya en azından yanyana ikili bir otoriterin oluşmasına karşı pek bir karşı koyuş gösteremeyen NATO ülkeleri, Alman askerlerinin daha yoğun bir şekilde çatışmalara girmeleri için Federal Hükümeti sıkıştırmaktadırlar. Gerçi Alman hükümeti kısmen asker sayısını artırarak, kısmen de özel timlerini sözde »terörist avına« katarak ABD’nin isteğini yerine getirmeye çalışmakta, ancak Almanya toplumunda giderek daha keskinleşen Afganistan Savaşı karşıtlığı nedeniyle zor durumda kalmakta, Afganistan’daki Alman askerlerinin sayısının artırılması geçikmektedir. Bu nedenle ABD, tüm çelişkilere rağmen Rusya’nın desteğinden mahrum kalmak istememektedir. Nitekim Obama yönetimi, START Antlaşması’nı yenileme görüşmeleri esnasında ABD’nin Rusya politikalarında belirgin bir değişiklik olduğunu da göstermişti.

Rusya yönetimi de, hem Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne konuşlandırılması düşünülen roketsavar sistemlerinin yol açtığı krizde olduğu gibi kendisini köşeye sıkıştıracak her adıma karşı etkin tavır alacağını göstermiş, hem de, krizin ertelenmesi nedeniyle, küresel kararlara ABD ve AB ile birlikte katılacağı sinyalini vermişti. Rusya Cumhurbaşkanı Medwedjew’in yaklaşık iki ay önce kamuoyu ile paylaştığı »Avrupa – Rusya Güvenlik İlişkileri« başlıklı öneriyle, Rusya karar vericilerinin güvenlik politikalarında, eski düşmanlarla birlikte, ama eşit göz hizası koşuluyla, hareket etmeyi düşündüğü belirgin olmuştu.

Bu açıdan bakıldığında ABD’nin »stratejik partneri« olan Türkiye’nin kendiliğinden ABD ve AB’nden uzaklaşarak, Rusya’ya yaklaşması, deyim yerindeyse »eşyanın tabiatına aykırıdır«. Kaldı ki Türkiye hâlâ NATO’nun en önemli üyelerinden biri ve yenilenen NATO stratejilerini amasız-fakatsız kabul eden ülkelerden. NATO’nun hâlen geçerli olan »nükleer ilk vuruş opsiyonu«nun – ABD dışındaki – en önemli üslerinden birisi Türkiye’de. Ve Türkiye’nin alacağı her stratejik kararın NATO’nun merkezî güçlerinin onayı olmadan söz konusu olamayacağı malum. Türkiye’deki karar vericilerin dış politika ve özünde bir egemenlik aracı olarak kullandıkları »millî güvenlik« alanında aldıkları – alacakları tüm kararların, önceki yazımda da vurguladığım gibi, Washington, Berlin, Brüksel / Strasbourg ile eşgüdümlü alınmadığını kanıtlayabilecek tek bir veri olmadığı kanaatindeyim.

Türkiye’nin ekonomi politikası da, dış ticaretinin önemli bir bölümünü AB ile gerçekleştirdiği ve özellikle son yıllarda Türkiye’de faaliyet gösteren AB menşeîli şirketlerin sayısının belirgin bir şekilde arttığı gerçeğinden hareketle, Avrasya Seçeneği’ne pek olanak tanımamaktadır. ABD ve AB’nden uzaklaşarak Rusya’ya yakınlaşma, malî politikaları uluslararası malî piyasalarca dikte edilen ve ekonomisi göbeğinden Batı’ya bağımlı bir Türkiye için yaşamsal bir darbe anlamına gelecektir. Rusya’ya, dolayısıyla Doğu’ya yakınlaşma, ancak Türkiye’nin »köprü« konumu göz önünde tutulduğunda, yani AB sermayesi için trafik sağlayıcılığı çerçevesinde bir anlam kazanır.

Peki, AKP hükümetinin uluslararası ihtilaflarda daha fazla sorumluluk üstleniyor görünümü nasıl değerlendirilmelidir? Bana kalırsa, ki bu ABD’nin Hinterland’ı için belirleyici rol üstlenmesi (Latinamerika’daki sol dalganın engellenmesi gibi) beklenilen Brezilya için de geçerlidir, Türkiye’nin bir eşik ülkesi olarak küresel stratejilere koopte edilmesi hükümetin bu adımlarını belirlemekte ve küresel stratejiler çerçevesinde üstlenmesi istenilen rol ile birebir örtüşmektedir.

Türkiye, 21. Yüzyıl’ın enerji kaynaklarının büyük bir bölümünün bulunduğu, Batı’ya enerji nakil yollarının kesiştiği ve tam da bu nedenle dünyadaki egemen güçlerinin yeniden biçimlendirmeye ve paylaşmaya, en azından etki alanı içerisinde tutmaya çalıştıkları coğrafyanın, Balkanlar-Kafkaslar ve Orta Doğu Üçgeni’nin merkezinde bulunan bir ülkedir. Bu coğrafyayı 21. Yüzyıl’ın temel uluslararası ihtilaflarının kaynağı olarak nitelendirmek doğru olacaktır. Zaten hâlen çözüme ulaştırılamamış olan güncel ihtilaflar – İsrail-Filistin, İsrail-Suriye, İsral-Lübnan, Irak, İran, Kıbrıs, Gürcistan, Azerbeycan-Ermenistan, Rusya-Ukranya, Balkan ülkeleri... ki sorunlar saymakla bitmiyor – her an küresel kriz yaratabilecek potansiyel taşımaktadırlar.

Daha çok bir felaket üçgenini andıran bölgenin merkezindeki Türkiye ise, Cumhuriyet’in kurulduğu günlerden bu yana hâlâ çözemediği sorunlarla boğuşmaktadır. Başlıcalarını sayacak olursak: Kürt Sorunu, vesayet rejimi, laisizm-antilaisizm çatışması, gayrîmüslim azınlıkların sorunları, Ermeni Soykırımı, Ege Sorunu, toplumsal parçalanmışlık ve güncel olarak AB yakınlaşma süreci. Türkiye’deki karar vericiler Cumhuriyet’in kuruluşundan beri var olan ve yeni eklenen hiç bir sorunu öyle ya da böyle çözme becerisini gösterememişlerdir. Çözülemeyen bu sorunlar bir tarafta Türkiye’deki karar vericiler tarafından birer egemenlik aracı olarak kullanılmakta, ama diğer tarafta da uluslararası ilişkilerde karşılarına diplomatik baskı unsurları olarak çıkartılmaktadır.

Ancak Türkiye’nin jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik nedenlerden dolayı dünya egemenleri için hammadde ve fosil enerji kaynakları rekabetinde yaşamsal öneme sahip olması, Türkiye’deki karar vericilerin ve karar vericiler ile olan ilişkileri üzerinden doğrudan nemalanan özel sermaye çevrelerinin ülkenin kazandığı önemi paylaşımdan pay almak için kullanabildiklerini, kurumlarıyla devleti ve siyasî sistemi buna uyarlamakta olduklarını da görmek gerekiyor. Özellikle son 25 yıl içerisinde Silahlı Kuvvetler’in »modernizasyonu«, operatif yetenekleri ve »vuruş gücü« için yapılan devasa harcamaların, karar altına alınan stratejik konumlanışın askerî açıdan korunmasının amaçlandığını gösterdiğini düşünüyorum.

Bu açıdan ABD ve İsrail ile girişilen stratejik ortaklık, AB ile süren ilişkilerin aldığı yeni biçimler, bu çerçevede Nabucco boru hattı projesi ile Çekirdek Avrupa’nın enerji tedarikini, Rusya’yı ekarte ederek sağlama çalışmasına çıkılan destek, ama diğer tarafta da Blue Stream ve South Stream boru hatları projesiyle Rusya ve değişik biçimlerde İran ile aranan partnerlikler, her ne kadar bağımsız bir dış politika veya enerji ve iktisat politikaları uygulanıyormuş görüngüsünü verse de, özünde hammadde ve enerji kaynaklarının olduğu coğrafyaların yeni biçimlendirilişinden pay alma ve küçük ortak olma çabalarından başka bir şey olarak değerlendirilmemelidir. Yazıya konu olan »Avrasya Seçeneği« de bu politikaların bir parçasıdır.

Sonuç itibariyle Türkiye bulunduğu bölgede, aynı İsrail devleti gibi emperyalist paylaşımın istikrar gücü olarak görev yapacaktır. AKP hükümeti, sivil ve askerî bürokrasi bu noktada uzlaşma içerisindedir. (CHP’deki yönetim değişikliğini bu çerçevede ele aldığımızda, asıl nedenleri görebilme şansımız olacak – ama bu başka bir yazının konusudur) Türkiye’deki karar vericiler, bütün siyasî, sivil, askerî yapılanma-değişim-yönelim kararlarını doğrudan emperyalist merkezler ile eşgüdüm içerisinde almaktadırlar. Fırat’ın Doğusu ve Batısında sürdürülen politikalar bunun bir parçası, yürütülmekte olan askerî operasyonlar NATO operasyonlarıdır. Bu gerçekleri dikkate almadan, Türkiye’ye ve Türkiye’deki karar vericilerin attıkları adımlara uluslararası ilişkiler gözlüğünden bakmadan yapılacak her analiz, ciddî yanılgılara yol açacaktır.