28 Nis 2010

24 Nisan Taksim’in düşündürdükleri

Bu yıl İstanbul’un göbeğinde bir dizi aydın insanın girişimiyle yapılan 1915 Kurbanlarını Anma Eylemi bir »ilk«ti ve son derece anlamlıydı. Aynı şekilde Haydarpaşa Garı’nın önünde İHD’lilerin de deporte edilen Ermenileri hatırlatmaları önemli ve bence cesur bir eylemdi. Ayrıca Ankara’da, İçişleri Bakanlığı’nın müdahalesi ile yapılabilen sempozyum da, gelecekle, yani Türkiye toplumunun kendi geçmişiyle yüzleşmesi ile ilgili olumlu düşüncelerin oluşmasını sağladı.

Tüm bunların Türkiye gibi bir ülkede ve karar vericilerin hukuku keyfî kullandıkları gerçeği karşısında ve de milliyetçi-şoven atmosferin yaygın olduğu toplumsal koşullar altında yapılmış olması, eylem ve toplantıların anlamını bence artırıyor. Sadece İHD’ye yönelik olan ölüm tehditlerinin sayısı bile düşmanlık ortamını anlatmaya yetiyor. Bu nedenle eylem ve toplantıları düzenleyen, oralara katılan insanların cesaretine, kararlılıklarına söylenebilecek hiç bir olumsuz değerlendirmenin olmadığını düşünüyorum, ki zaten Avrupa’da takip edebildiğim kadarıyla, Ermeni Soykırımı’nın kurbanlarını anan Ermeni örgütleri bir bütün olarak bu gelişmeleri görmüş ve olumlu değerlendirmeler yapmış durumdalar. Okuyabildiğim açıklamalarda Ermeni ve Asurî/Süryanî kurumlarının temsilcileri, dil birliği yapmışcasına 1915’de Ermenileri ve diğer hıristiyanları vahşetten koruyan, onları saklayan Sünnî ve Alevî müslümanları da anmakta, onların da ruhlarına dua okumaktalar.

Hamburg’da katıldığım anma gününde kapanış konuşmasını yapan sevgili dostum Toros Sarian »Martin Luther King gibi benim de bir rüyam var: günün birinde yakınlarımın katledildiği topraklarda onları anmak, onların anısına bir hatırat yaptırmak ve anne babamın yaşamını kurtaran o müslümanların mezarlarını ziyaret edip, çiçekler bırakmak istiyorum« diye bitirmişti. İşte böylesi anlar »güzel şeyler olabilir« düşüncelerine kapıldığım anlardır.

Ancak, tam da böylesi anlar kendimizi kandırmamamızın, çıplak gerçeği bilincimize çıkarmamız gerektiğini göstermiyor mu? Sıcağı sıcağına »ne oldu, ne istedik, ne yapabildik?« sorusunu yanıtlamak gerekmiyor mu? Kafamda bu soruların yanıtlarını ararken, kâğıda (daha doğrusu bilgisayar sayfalarına) not etmenin doğru olacağını düşünerek, bu yazıyı kaleme aldım. Amacım bu yazıyla pişmiş aşa su katmak, yapılanları küçümsemek değil, aslında bir özeleştiri denemesidir.

Bu kadar mıydı diye sormak, haksızlık olur mu?

Gerek Taksim’deki, gerekse de Haydarpaşa Garı’ndaki eylemlere baktığımızda gözüme ilk çarpan, katılımın böylesine düşük olması. Yanılıyorsun diyenler olduğunu duyabilir gibiyim. Elbette internet üzerinden »destek mesajını imzalıyorum« diyerek dayanışmanın virtüelleştiği dönemimizde ve de milliyetçi-şoven çoğunluğun beklenebilir bir tepki göstermesi tehlikesi altında bu konuda sokağa çıkmak »her yiğidin harcı« değil. Ama 30 bine yakın insanın »Özür Diliyorum« kampanyasını imzaladığı, sol-sosyalist örgütlerin Kürt Özgürlük Hareketi ile ittifak kurmaya, yeni yeni sol partilerin oluşturulduğu ve TV programları dahil yaygın medyada da »Ermeni Sorunu«nun rahatlıkla tartışılabildiği bir ortamda bu eylemlere katılım düzeyini açıkcası hayal kırıcı buluyorum.

Zaten söz konusu olan Soykırımı kabul edip etmeme değildi. »Bu bizim acımız, bu acı hepimizin« şiarı altında gerçekleşen eylemin girişimcileri, daha geniş kesimleri katabilmek için özellikle Soykırım kelimesini kullanmamışlardı. Peki, o zaman neden sadece kimine göre 200-300, kimine göre de 800-1000 kişi o gün Taksim’deydi? Emek örgütleri, sol ve sosyalist güçlerin temsilci dışındaki kesimleri, üyeleri ve de en önemlisi BDP’li kitle neden bir çok eyleme gösterdikleri hassasiyeti bu eyleme göstermediler? Örneğin Ankara’da yapılan sempozyuma kurumsal taşıyıcı arandığında, neden sosyalist bir parti salt Sevan Nişancıyan katılıyor diye taşıyıcı olmaktan vaz geçti?

Elbette, arandığında sayısız gerekçe bulunabilir. Ama asıl gerekçe »korku« olabilir mi? Yanlış anlaşılmasın, hayır, güvenlik güçlerinin veya faşizan kesimlerin olası saldırılarından, koğuşturma veya tutuklanma olasılığından korkmaktan bahsetmiyorum. Türkiye demokrasi güçleri, sosyalistler böylesi şeylerden korkmadıklarını yeterince kanıtladılar. Ben daha çok yüzleşmenin yol açacağı sonuçlardan bir korku olduğu düşüncesindeyim. Kafalarımızda hâlâ var olan, »ama Ermeniler de onca Türkü, Kürdü, müslümanı öldürdü« düşüncesi, resmî tarihin »kurtuluş savaşı emperyalizme karşı verilen mücadeleydi« paradigmasından arda kalan kırıntılar, bilinçaltımızda bu konuda bugüne kadar – bilerek ya da bilmeyerek – işlediğimiz suskunluk suçunun ortaya çıkabileceği kaygısının yer alması, bu korkuları tetiklemiş olamaz mı?

1915 ile yüzleşme, kendi kendimizle yüzleşme olmadan olanaksızdır

Ermeni Soykırımı’nı – ki sadece Ermeniler değil, Süryanî, Asurî, Nasturî ve Keldanîler de kıyımdan paylarını almışlardır – ülke, toplum ve bireyler olarak 95 yıllık kendi tarihimizle yüzleşmeden ele almak, kanımca yeterli olmayacaktır. Solun tarihini ancak kendi öncülü olan yapının kuruluşu ile başlatan sosyalist hareketin farklı kesimleri, acımasızca 95 yılın dökümünü yapmadan, sol örgütler içerisinde ve arasında işlenen cinayetlerle, dışlamalarla, aforoz etmelerle ve nice günahlarımızla yüzleşmeden; Kürtler, daha bir kaç yıl öncesinde kadar kendilerine Kürtlerin Ermeni Soykırımı’ndaki rolü üzerine söz söyletmemeleri üzerine düşünmeden; toplumların vicdanı olması gereken entellektüeller, tarihi bilmelerine rağmen, gerçekleri açığa çıkartmak için bedel ödemeye yanaşmadıklarını kabullenmeden 1915 ile yüzleşmekten bahsetmek, ne denli inandırıcı olabilir?

24 Nisan’a kadar olan sayısız köşe yazısında / yorumda veya açıklamalarda bir nokta özellikle dikkatimi çekmiştir: »Soykırımı / tehciri / katliamları gerçekleştirenler İttihat ve Terakki’dir, halk değildir« tespiti neredeyse bütün okuduklarımda kırmızı iplik gibi göze batıyor. Semptomatik olması bakımından, sayın Orhan Miroğlu’nun Hamburg’ta katıldığı bir toplantıda söylediklerini aktarmak istiyorum. Miroğlu şöyle diyor: »Türkiyede 1915 ittihatçileriyle demokrasi güçleri arasında ciddi güçlü bir mücadele var. Ne olursa olsun ittihatçiler bu mücadeleyi kaybedeceklerdir, fakat bu mücadelenin demokrasi güçlerine bedeli ağır olacaktır. Ermeni sorunu tıpkı kürt sorunu gibi demokrasi güçlerinin tarihle önemli bir sınavıdır. Bugün soykırıma ilişkin yüzleşleşme konusunda yüzleşmenin maalesef inkar harfindeyiz. Ben türk halkını bu gibi katliamlardan sorumlu tutmak istemiyorum. Bu türk halkının yaşadığı ciddi bir travmadır. Türk halkı bu travmayı ne kadar hızlı atlatırsa demokrasi mücadelemiz o kadar hızlı başarıya ulaşacaktır«.(a.b.ç.)

İyi niyetinden zerre kadar şüphe duymadığım sayın Miroğlu ve benzer görüşleri ileri sürenler sahiden haklı mı? Öncesi ve sonrasıyla 1915 salt devlet elitlerinin gerçekleştirdiği bir vahşet miydi? O dönemde söz konusu olan bölgelerde yaşayan müslüman ahâlinin önemli bir kesiminin desteği olmadan, böylesi bir vahşet olanaklı mıydı? Ermenilerin, diğer hıristiyan halkların mallarını ve topraklarını sadece devlet güçleri mi talan etti? Toros’un belirttiği gibi elbette mağdur olanlara yardım elini uzatan müslümanlar vardı ve asıl suçlular devlet elitleridir, ama büyük bir kesim, gözlerinin önünde gerçekleşen vahşet karşısında pasif kalıp, destek sunmadı mı?

Avrupa Barış Meclisi’nden çalışma arkadaşım Engin Erkiner, bianet.org sayfalarında okuyabileceğiniz »Suçlu halktan, sevilen halka« başlıklı makalesinde Holocaust ve Alman halkı örneğinden hareketle, kıssadan hisse çıkartıyor ve şöyle yazıyor: »Zaman içinde nazi döneminde işlenen insanlık suçu ve bu suçun kitlesel karakteri açık olarak kabul edildi. Soykırımın sadece yönetimin kararı ve kolluk kuvvetlerinin uygulamalarıyla hayata geçmesi mümkün değildir. Halkın önemli bölümünün katılımı, en azından pasif desteği şarttır. Almanya'da da böyle olmuştu. Bunu Yahudiler ve başka ülkelerin halkları zaten biliyorlardı, en son Alman halkı da öğrendi ve kabul etti.« Ufuk açıcı olduğuna inandığım bu yazıyı okumanızı salık veririm.

Soykırım / tehcir / kırım, artık siz ne derseniz deyin, Engin’in de dediği gibi 1915’in gerçekleşmesi halkın önemli bir bölümünün katılımı ile olanaklı olmuştur. Bu nedenle »Türk veya Kürt halkı soykırımdan sorumlu değildir« gibi bir tespit yapmak, resmî ideolojinin ve AKP hükümetinin »bizim ecdadımız soykırım yapmaz« söyleminin eşanlamlısıdır. Bu söylemi tersine çevirmek, »evet, bizden önceki kuşaklar soykırıma katılmış, soykırımı olanaklı kılmışlardır« demek kanımca 1915 ile yüzleşmenin olmazsa olmaz önkoşuludur. Resmî tarihi tümden reddedip, Türk ve Kürt halklarının hafızasını tazelemek, yeni bir tarih yazmak, günümüz Türkiye’sinde en devrimci eylemdir.

Değişim ve dönüşüm, özlenen barış, demokratikleşme ve adalet yeni bir tarih anlayışını gerekli kılmaktadır. Mağdur olanın, zayıfın perspektifinden tarihe bakılmadığında, geleceği kurmak olanaklı olmayacaktır. Türkiye solu bu konuda Kürt Özgürlük Hareketinden, hataları ve sevaplarıyla birlikte pek çok şey öğrenebilir. Eğer bugün Avrupa’da ve Türkiye’de Kürt örgütleri ve politikacıları Ermeni Soykırımı konusunda demokratça bir tutum alabiliyorlar, Anadolu-Mezopotamya coğrafyasının kadim halklarının dayanışmacı birliğini savunabiliyorlarsa, bunun temel nedeni kendi kendilerini sorgulamakta oluşları, kendi tarihlerine eleştirel bir gözle bakmaktan çekinmedikleridir. Elbette Kürt örgütleri de daha bir kaç yıl öncesine kadar olan politikaları ile hesaplaşmak zorundadırlar, ama Türkiye soluna nazaran en azından bir başlangıç yapmışlardır. Örneğin 2008 Ocak’ında Berlin’deki Rosa Luxemburg Vakfı’nın düzenlediği bir toplantıda DTP eşbaşkanı sıfatıyla konuşan Ahmet Türk, »Kürtler adına tüm Ermenilerden özür diliyorum« demişti. Kürtlerin küçümsenemeyecek bir kesimini meşru olarak temsil eden bir partinin başkanının kamuoyu önündeki bu özrünün, internet üzerinden imza atılarak özür dilemekten biraz farklı olduğuna herhalde dikkatli okur da katılacaktır.

Türkiye solu artık başka olaylarda gösterdiği cesareti, tarihle yüzleşme konusunda da göstermelidir. Çağımızın vebası olan gerici ulusçuluğu aşmak, »başka bir dünya« mücadelesini hızlandırmak, Türkiye’nin kangren olmuş sorunlarının çözüme ulaştırılmasına katkıda bulunmak için en başta kendi kendimizi ve kendi tarihimizi sorgulamak zorundayız. Eğer sosyalistler, solcular olarak, resmî tarihin günümüzün sorunlarının başlangıcı olduğu, resmî tarihi reddetmeden, uzun yıllar boyunca susarak suça ortak olduğumuzu kabul etmeden, demokratik, eşit haklı ve adil bir geleceği kurmanın olanaklı olmayacağı konusunda hem fikir isek, o zaman bizden önceki kuşakların işledikleri suçları kabullenmeli, sorumluluğumuzu üstlenmeli ve bu sorumluluğun gereğini yerine getirmeliyiz. Acı veren, rahatsız edici soruların yanıtlanmasını sağlamak, Türkiye toplumunun ezici çoğunluğunun görmeyi ısrarla reddettiği gerçeklerin gün yüzüne çıkması için uğraş vermek, bence en başta sosyalistlerin, demokratların ve Kürt Özgürlük Hareketinin görevidir.

Zaman, iyileştiricidir – gerçekler inkâr edilmediği, kabullenildiği müddetçe. Gün, radikal olma, yani sorunun köküne inme anlamında radikal olma günüdür. Türkiye solu, aynayı kendisine tutmalı, eleştiri ve özeleştiri mekanizmasını radikal bir biçimde işletmelidir. 24 Nisan 2010 artık bir miladtır. Bundan sonra geçecek olan her gün, Türkiye solunun basiretli davranıp davranamayacağını kanıtlayan günler olacaktır.