Yaklaşık yirmi yıldan beri hızlanarak devam eden devinim, üretimden iktisata, toplumsal süreçlerden siyasî karar mekanizmalarına, kültürden bilime ve medyaya kadar yaşamın hemen her alanının kapitalist kâr mantığının boyunduruğu altına sokulduğu bir sürece dönüştü. Bu sürecin en belirgin özelliği de, neoliberalizmin, gene yaşamın her alanında hegemonisini kurması oldu. Neoliberal hegemoniyi kırmaya, neoliberalizme ve kapitalist üretim tarzına alternatif geliştirecek güç olmaya aday olan sendikal hareket ise krizde. Bilhassa Almanya sendika ve işçi hareketinin bugün içerisinde bulunduğu durum, bunun örneği.
Halbûki Almanya sendikal hareketi, bir zamanlar kapitalist Batı’nın en güçlü işçi örgütlenmesi olarak sermaye karşısında kolay feth edilemeyecek bir cephe oluşturmuştu. Savaş sonrası dönemde, sosyaldemokratların ve komünistlerin desteği ile ve genç Almanya Federal Cumhuriyeti’nin sistemler arasında sınır ülke olmasının zorunluluklarıyla, sendikal hareketin politik karar mekanizmalarına kurumsal katılımını sağlamışlar, sosyal devlet anlayışı çerçevesinde »Ren Kapitalizmi«nin sivriliklerini reformlarla törpüleyebilecek bir konuma erişmişlerdi.
Ancak bu başarı, yani Ren kapitalizminin ünlü »sınıf uzlaşısı«, bu çerçevede Bad Godesberg Programı ile marksist köklerinden kopan Alman sosyaldemokrasisinin sisteme koopte edilmesi ve bilhassa 1970li yıllarının krizi ile bağlantılı olarak Alman sendikal hareketinin erozyonunun başlamasına neden oldu. Özellikle 1990lı yıllardan sonra başlatılan »sosyal partnerlik« anlayışı, toplu iş sözleşmelerinde ücretlerin yükseltilmesi ve çalışma koşullarının düzeltilmesinden feragat etme politikaları, toplumun bütününü ilgilendiren genel hak ve özgürlük mücadelelerinden geriye çekiliş ve üyelerini »müşterileştirme« uygulamaları, sendikal örgütlülüğün zayıflamasına yol açtı. Sermayenin tek taraflı olarak »sınıf uzlaşısı«nı fesh etmesine ve sendikaların karar alma mekanizmaları içerisindeki konumları zayıflamasına rağmen, sendika yönetimlerinin kurumsal katılım olanakları kalmış gibi »politikaya kurumlar içerisinde etkide bulunma mantığı«nı sürdürmeleri, erozyonu hızlandırdı.
AFC’nde 1980li yıllarda bariz bir şekilde baş gösteren sendikal zayıflık, iki Almanya’nın birleşmesiyle kısa bir süreliğine durdurulmuştu. Alman Sendikalar Birliği DGB’ye bağlı sendikalar, 1991 yılında işçilerin yaklaşık yarısını örgütlemiş ve toplam 11,8 milyon üye ile AB’nin en büyük sendikal konfederasyonu haline gelmişlerdi. Ancak birleşme sonrası hızlandırılan neoliberal dönüşüm politikalarının da etkisiyle yurtiçi konjonktürün zayıflaması ve kitlesel işsizliğin kronikleşmesi sonucunda, üye sayısında büyük düşüşler meydana geldi. DGB 1991 yılında çalışanların yaklaşık yarısını temsil ederken, bu sayı sadece 9 yıl sonra yüzde 18’e düştü. DGB 2005 yılında artık sadece 6,7 milyon üyeye sahipti.
Neoliberal hegemoni, sermayenin, emeği piyasalaştırmanın önündeki tüm engellere karşı topyekün saldırısını hızlandırmasını sağladı. En başta toplu iş sözleşmeleri otonomisi zayıflatıldı. Şirketlerdeki kararlara katılım hakları, kolektif çalışma hakkı ve sosyal devlet enstrümanlarının sosyal denkleştirici özleri boşaltıldı; sağlık, emeklilik, öğrenim, su, kamusal ulaşım, kamu hizmetleri gibi temel var oluş güvenceleri piyasalaştırıldı. Parlamento ve hükümetler gibi siyasî karar alma merkezlerinin demokratik kontrol altında tutulma olanakları zayıflatıldı, demokratik hak ve özgürlüklerin içi oyuldu.
Nasıl »emek« şirket stratejileri için salt gider faktörü hâline getirildiyse, halkın kendisi, devletin kurum ve hizmetleri de küresel rekabet içerisinde gider faktörü olarak görülmeye başlandı. Devlet, burjuva demokrasisi kapsamındaki demokratik ve sosyal hak ve özgürlükleri – kısıtlı da olsa – güvence altına alan kurum işlevini yitirdi ve sınırları içerisinde yerleşik sermayenin küresel rekabetteki konumu korumakla ve kaynaklarını bunun için kullanmakla mükellef bir yapı hâline dönüştürüldü. Sendikalar tüm bunlara direnmedi, direnemedi.
Küresel çapta gerçekleştirilen deregülizasyon, ensekleşme ve özelleştirme politikaları, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve diğer uluslararası malî kurumlar ile devletler arası yapılan antlaşmaların da desteğiyle, sermayenin sınırlar ötesi hareketliliğini, ulus devlet sınırları içerisinde faaliyet gösteren sendikaların ise karşı koyma gücünü zayıflattı. Sermayenin gerektiğinde üretimi ve sermayeyi başka bir ülkeye taşıma tehditi, yani üretim ve ticaretin uluslararasılaşan karakteri, sendikaların çalışanların çıkarlarını ulusal düzeyde temsil etme olanağını fiîlen ortadan kaldırdı.
Sendikal hareketin aşırı kan kaybının ve dolayısıyla politik etkisinin azalmasının temel nedenini, hareketin kendi içerisinde aramak doğru olacaktır. Öncelikle bir çok sendikacı, özellikle yönetimler, böylesine bir zorunluluk olmamasına rağmen, neoliberal ideolojiyi kabullenmişler ve neoliberal politika ile şirketlerin »kârlılık« stratejilerinin destekleyicileri durumuna gelmişlerdir. Bir çok sendika yöneticisi, verilecek mücadelelerle karşı karşıya bulunulan koşullarda sadece ve en fazla »eldeki hakları« korunabileceğine inanmaktadırlar. Neoliberal söylem, doğal, değiştirilemez ve alternatifsiz sosyopolitik çerçeve olarak görülmeye başlanmıştır.
Diğer tarafta da mücadeleci ve ihtilaflara girmekten çekinmeyen sendikacılar da başarısız mücadeleler sonucunda yılgınlığa kaymaktadırlar. Neoliberalizme karşı etkin ve esaslı bir politik alternatif perspektifi olmadan verilen ve farklı toplu iş sözleşmeleri, esnekleştirmeler, düşük ücret uygulamaları veya »işyerlerinin korunmasını sağlama« gerekçesiyle kabul edilen çalışma koşulları ile sonuçlanan işyeri mücadeleleri, sendikaları en fazla hak budanmasının hızını yavaşlatabilecek, ama önüne geçemeyecek bir konuma itmektedir.
Alman sendikaları, örgüt anlayışlarını salt üretim veya iş ilişkileri içerisine sıkıştırmışlar, mücadele biçimlerini genellikle işyerleri içinde tutmuşlar ve örgütlü emeğin toplumun genelini ilgilendiren politik konularla ilgili olan müdahale olanaklarını – sosyaldemokrasiye seçim yardımları dışında – asgarî düzeye indirmişlerdir.
Sendikal mücadelenin işyerlerindeki ihtilaflara daraltılması, işçi sınıfının üretimden uzaklaştırılan veya düşük ücretli güvencesiz alanlara itilen kesimlerini sendikal çıkar temsilciliğinin ufkunun dışına çıkartmış, geniş toplumsal kesimler dışındalanmasına (Exklusion) paralel olarak sınıf içerisindeki bölünmeler artmıştır. Sendikalar işyerlerindeki »aidat ödeyen çekirdek kadroların avukatlığına« yoğunlaşırlarken, aynı işyerinde birden fazla ve birbirinden farklı toplu iş sözleşmelerini, aynı işe farklı ücret ve çalışma koşullarını kabullenerek, aynı işyerindeki çalışanlar arasındaki dayanışmanın yok olmasına önayak olmuşlardır.
Ancak Alman sendikaları açısından temel sorun, sendikal mücadelenin esas itibariyle kapitalist üretim tarzının değiştirilmesi amacıyla verilmesi gereken bir politik mücadele ile bağlantılı hale getirilmemesidir. Aslında, sınıf mücadelesi yerine »sınıf uzlaşısı« hedefine yoğunlaşan ve özünde Alman sosyaldemokrasisinin yan örgütü olmaktan öte gidemeyen Alman sendikalarından böylesi bir anlayışı beklememek gerekir. Ama günümüzün Alman sendika yönetimleri, Ren Kapitalizmi dönemindeki toplumsal ve politik müdahale biçimlerinden dahi feragat etmiş durumdadırlar.
Sosyaldemokrasinin, Yeşiller’in de desteğiyle cephe değiştirmesi ve 2004’de Alman sosyal devlet anlayışına topyekûn saldırısıyla birlikte ortaya çıkan toplumsal muhalefet ve bu muhalefetin, sosyaldemokrasinin solundaki güçleri DIE LINKE adlı partide birleşmeye zorlaması, sendika yönetimleri üzerindeki soldan gelen baskıyı artırmıştır. Buna rağmen sendika yönetimleri, ekonomist mücadeleyi politik mücadeleye dönüştürmeme konusunda ısrarcı davranmaktalar. Sendikalar, örgütlü güçlerini sosyal hareketler ve diğer toplumsal kesimlerle birlikte esaslı bir politika değişikliğini gerçekleştirme mücadelesinde birleştirmedikleri, işsizlerin, göçmenlerin, yoksulların, kadınların ve gençlerin genel hak ve özgürlükleri için, ırkçılık ve islam düşmanlığına, dış politikanın militaristleştirilmesine ve emperyalist çıkarların korunması için yürütülen savaşlara karşı yönlendirmedikleri ve sınıf çıkarlarını esas alan kavgaya girmedikleri sürece, kan kaybını durduramayacaklar, sermayenin taşeronu konumundan kurtulamayacaklardır.
Sınıf mücadelesini demokratikleşme, adalet, eşitlik ve barış mücadelesi ile doğrudan ve birbirinden kopmaz bir biçimde birleştiremeyen Alman sendikaları, salt müvekkil temsilcileri olmaktan ileri gidemeyeceklerdir. Neoliberal hegemoniyi kırmanın yolu, önce sendikanın ne olduğunu hatırlamaktan geçiyor.